Hasan Hayri Ateş: Kafese kapatılan toplumsal kimliktir
Hasan Hayri Ateş, Dipnot Yayınları'ndan çıkan yeni romanını anlattı: 'Sis ve Gölge', 'Şer Zamanıydı' romanının bir devamı. İlk roman 'Kör Kuyuda Tufan’la birlikte bir üçleme oldu.
Başak CANDA
Bazen bir fotoğraf, bir resim, bir isim, bir nesne, bir sözcük ya da cümle yaşanmış olanı belleğimize kazır ve silinmez kılar. Bu duyuyla edinilen bir deneyim değil, yaşananın bellekteki izi ve düşünsel bir korumadır. Yeri ve zamanı geldiğinde oradan çıkar, olması gereken yerlere ulaşır. Belleğin geçmişten bugüne ve geleceğe tanıklığı başlar artık.
Geçmişin meddahları, dengbêjleri, şamanları, çîrokbêjleri, hafızları, ozanları, dervişlerinin, yeryüzünün dört bir tarafında farklı adlar altında ilmek ilmek hafıza ördükleri zamanlar çok uzak değil. Hafızanın oluşumu, kültürel akışın korunması ve ritüellerin aktarılması çok önemli hâlâ. Böylece toplumu toplum yapan hem bireysel hem toplumsal bir kimlikten söz edebiliriz.
Felsefe tarihinde bilgi kuramı nasıl imgeyi ilk bilgi olarak kabul ediyorsa, günümüzde de bu aktarımın en önemli ayağını yazım alanı oluşturuyor. Hasan Hayri Ateş’in Dipnot Yayınlarından çıkan son romanı Sis ve Gölge, 1938’den 1980’e uzanan toplumsal tanıklıkların imgesini çiziyor ve sinematografik bir çerçeveden travmaları okuyucunun zihnine yerleştiriyor.
“…Zamanı değilken ne diye döndün Ferhat’ım?”
Ferhat 5 yıl sonra Libya’dan geri dönerken taksiye bindiğinde karşısına çıkan Divane Eziz’in bu söyledikleriyle sarsılır. Bence Sis ve Gölge’yi en iyi anlatan bu cümledir. Divane Eziz’in bu sözüyle söyleşiye geçelim...
- Bazı sözler vardır anlattığı şeyin özetidir. Benim için de Sis ve Gölge’yi anlatan Divane Eziz’in bu sözüdür. Çünkü ülkenin üzerinde esen Eylül kâbusu, şehrin de üstüne bir sis gibi çöküp kalmıştır. Bu rüzgâr şehri de insanlarını da değiştirmiştir. Ama Divane Eziz gibi gerçekleri söyleyenler de hep çıkmıştır. Toplumsal gerçeklikleri bir kurguda buluştururken aradığınız insanın varoluşsal kimliği midir? Bu kimlik nelerden beslenir?
Öncelikle sizinle bir söyleşi yapıyor olmaktan ziyadesiyle mutlandığımı belirtmek istiyorum. Sis ve Gölge’yi en iyi anlatan cümle dediğiniz ve benim de içtenlikle katıldığım Divane Eziz’in sözlerine karşılık, M. Reza Hamzeh’ee’nin 'Yaresan' kitabından Zervan düşüncesine ait bir sözle başlayayım istiyorum:
“Tanrı dahi Zaman’ın yardımı olmadan bir zerre bile var edemez; zira herhangi bir şey ancak Zaman sayesinde varolabilir.”
İşte, Zervanizmin etkili olduğu toplumun inancına göre zamanın yardımı olmadan Tanrı bile aciz kalabiliyorsa, Divane Eziz’in sözleri Ferhat için daha bir önemli hale geliyor. Zaman, Divan’e Eziz’le karşılaşmasından başlayarak sıkça duymak zorunda kaldığı bir söz. Ama o ilk gün Divane Eziz’den duyduğunda, bir felaket haberi almış gibi sarsılıyor. Elbette bunun nedeni sözün kendisinden çok, söyleyen kişinin hafızadaki yeri ve önemidir. Toplum, Divane Eziz gibileri gerçek âlemle öteki âlem arasında birer aracı görüyor ve hep olacaklardan konuştuklarına inanıyor. Böyle biri, dönüşünün zamansız olduğunu söylüyorsa Ferhat’ın sarsılmaması düşünülemez. Haliyle bu söz son anına kadar Ferhat’ın belleğinde dönüp durur.
Kimlikle ilgili sorunuz için öncelikle belirtmek isterim ki, romana konu olduğu gibi kendi iç devinimiyle, doğal akışında seyreden bir yaşam söz konusu değil. Öncesinde büyük bir kırım yaşanmış, geriye kalanlar topraklarından sürülmüş ve zamanın akışı adeta kesintiye uğramış. Ardından 'Şer Zamanıydı' romanına konu olan sürgüne gönderilenler topraklarına dönüyor ve kendi kökleri üzerinde ayağa kalkma süreci başlıyor. Bir toparlanma yaşanırken, 70’lerden itibaren bir başka dalga geliyor ve yeni bir sarsıntıya sebebiyet veriyor. Cunta geneldeki uygulamalarından farklı olarak bir tufan gibi çöküyor üzerlerine. Kırk yıllık zaman diliminde yaşanan bu sarsıntılar, toplumun nefesini kesiyor.
Şimdi böyle bir atmosfere karşılık bilinçli bir tercihle insanın varoluşsal kimliği konusunda bir arayıştan ziyade, romanın seyri içinde varoluşsal sorunlarla nasıl başa çıkıldığı ya da çıkılamadığı daha önemli hale geldi. Elbette bu, önceden tasarlanan bir şey değildi. Kendini tamamen karakterlerin yaşam pratikleri üzerinden dışa vurdu. Yani onların yapıp ettikleriyle şekillendi hikâye. Bunun yanında bilinçaltımın harekete geçtiğini de düşünüyorum.
- Romanın genel atmosferi içinde sorunlarla başa çıkmada farklı farklı pratikler sergileniyor. Ortaklaşa bir davranış söz konusu değil. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Çok ağır bir kuşatma söz konusu. Toplumun varoluşsal kimliği, çok yönlü kıskaca alınmış. Devletin ağır baskısı ve onları bir yere çekme, yeniden kimliklendirme gayreti var. Olmak istenilen ile mevcut durum arasında ciddi bir gerilim yaşanıyor. Öte yandan hafızaları durmadan deneyimlenmiş felaketleri hatırlatıp duruyor. Deyim yerindeyse daha beterinden korunmak için, kendilerince durumu idare etmeyi seçiyorlar, ama kabullenmiyorlar da. Dılo amca Ferhat’a, “İnsanımız sinmiş görünse de gözü hep ışığı arıyor, kapatıldığı kafesten çıkmak için zamanı kolluyor,” derken, vaziyeti özetlemiş oluyor. Burada kafese kapatılan, toplumsal kimliktir.
- Cunta öncesi durum biraz farklı ama. Kimlik diye bir sorun yok sanki.
Doğrusu o dönemde de bir sıkışma ve arada kalma hali var. Bir yandan devlet, bir yandan geçmiş onları eziyor. Onları korkutan geçmişten kaçış var. Genç kuşak için bu mirası sırtlanmak, taşınamaz bir yük. O halde yeniden var olabilmeleri, kendi kimliklerini var edebilmeleri için yukarıdan siyasi otoritenin dayattıkları haricinde başka yollar bulmaları gerekiyor. Bu durumdalarken dönemin değişen atmosferi adeta imdatlarına yetişiyor. ‘68 dalgası ülkede büyük bir toplumsal kabarışa yol açıyor. Dünyanın dört bir yanında devrimler gerçekleşiyor. Bunlar genç kuşağı heyecanlandırıyor; bir umut, bir çıkış kapısı oluyor. Böylece kendi gerçeklikleri dışında, başka bir hayata, hayali bir kimliğe sığınıyorlar.
Şehirde hayat bu minvalde akarken, cunta ile birlikte yaşanan yenilgi her şeyi ters yüz ediyor. Dolayısyla bir zamanlar kurtuluşun sırrı sayılan devrimci idealler de, büyük anlam kaybına uğruyor. Artık bir şeyin anlamı kalmadığından varoluşsal bir boşluk ve sancı yaşanıyor. Sarı Celal’in yaşadığı budur.
- Onun bir zaman düşlediği, dünya yurttaşlığıdır. Böyle bir şey söylüyor çünkü.
Bir zamanlar, kimlik bağlarından kurtulmuş dünya yurttaşlığı gibi ütopik bir düşünceye sahip olsa da, aslında kendinden kaçışın gerekçesidir bu. Sahip olduğu kimlikleri taşınmaz bir yük görmüş ve çözümün dünya yurttaşlığında olduğuna inanmıştır.
- Ferhat ile Sarı Celal cunta öncesi yaşananlar hakkında çok yoğun bir tartışma yürütüyorlar. Fakat özellikle kimlik konusunda çok farklı yerlerde duruyorlar.
Ferhat ritüeller, mitler, efsaneler ve söylencelerle yaşatılan ve aktarılan kimliğin kadim yanına tutunma gayretinde. Fakat hafızada yarılmalar başlamış ve kültürel kimlik, dönemin gençliği nezdinde anlam kaybına uğramıştır. Cunta ise tümden köküne kibrit suyu dökmek ister. Yaşanan kuşatmaya ve netameli bir zamana rağmen Ferhat tüm bunları dert eden biri.
- Mitler demişken 1938 katliamının tanığı Bêkes Hala ve siyah kedisini de sormak istiyorum. Siyah kedi uğursuzluk olarak kabul edilir. Yine kitapta toplumun efsaneleri ve sembollerine uzanan anlatımları bulmak mümkün. Bu inançların toplum üzerindeki etkileri nelerdir?
Aslında siyah kedi gerçekten de çok ilginç ve romana neden, nasıl girdiğine sonradan ben de şaşırdım. Hiç bir şekilde aklımda bir kedi imgesi yokken hem mezarlıkta, hem de bir gece vakti o yolda bir anda olayların akışına dahil oldu.
Ferhat’ın onunla ilk kez mezarlıkta karşılaşması da ilginç. Üstelik kediyle birlikte, ölümü çağrıştıran gizil bir ses duyuyor. Bu, mezarını ziyaret ettiği Bekes Hala’nın sesidir. Daha sonra Haskar, Bekes Hala’nın kayıplara karışan kara kedisinden bahsedince Ferhat şaşırıyor. Kedi, o son gecede yaşayacağı felaketi haber vermek ister gibi, gene önüne çıkıyor. Ama bir görünüp, kayboluyor. Zaten peşinden de beyaz Toros geliyor. Şimdi dönüp geriye baktığımda bir uğursuzluk mu, yoksa Ferhat’ı korumak için önceden felaket haberi veren gizil bir güç mü? Açıkçası bir şey söyleyemiyorum. Kara kedinin uğursuzluğu mitik bir inanış olsa da, kanımca romandaki olgu farklı yorumlamalara açık.
- Sis ve Gölge sadece 80’leri anlatan bir dönem romanı değil. 38’lerin travmalarının kişi ve yaşam üzerindeki etkilerini de okuyoruz. Dönemleri farklı olsa da Şer Zamanıydı romanınızın devamı diyebilir miyiz? Birey üzerindeki etkilerinde ayrışan yanları neler?
Evet. 'Sis ve Gölge', 'Şer Zamanıydı' romanının bir devamı. İlk roman 'Kör Kuyuda Tufan’la birlikte bir üçleme oldu. ’38 olmuş bitmiş değil, günümüzde de etkileri ve devletin değişmeyen politikalarıyla devam eden bir süreç. Dolayısıyla edebiyat dahil, pek çok çalışmaya fazlasıyla konu edilmesi gereken çok yönlü yıkıcı bir yanı var.
Bu düşünceden hareketle ortaya çıkan Sis ve Gölge’de de hayat çok ağır şekilde 38’in travmatik etkisi altında. Ancak hakkında konuşulmadığı ve iyileştirici hiçbir şey yapılamadığı için de bu durum, bir travmanın aktarımına dönüşüyor. Dolayısıyla bu konuyu çalışanların da belirttiği üzere, “sonraki kuşakların bilincinde kalıcı izler bırakan, hafızalarını sonsuza dek etkileyebilen ve gelecekteki kimliklerini geri dönülmez şekillerde değiştirebilen bir yıkım” şeklinde seyrettiği söylenebilir.
- Şimdi kimliklerin geri dönülmez yıkımından bahsetmişken bu bağlamda İmam Hatip Okulları’na gönderilen çocukları konuşalım biraz da. Ferhat, en çok da bunları dert edinir. Ailelerinden çekip alınmış Alevi çocuklarıdır bunlar. İlim irfan öğrensin diye değil, imam olsun diye alınırlar. Yine Sıdıka Avar hatırlatması yapılır. Anlatımdaki Boz Çocuklar kimlerdir? Bunlara ne oldu? Sıdıka Avar çok eskilerde kalan ilk asimilasyon örneği. Oysa darbeden sonra sizin de sözünü ettiğiniz Vali Kenan Güven’in yaptıkları neden az konuşulur. Bu yıllara niye kimse bakmaz?
Evet, 38’de aktörlerden biri olan Sıdıka Avar’ın yaptıkları, 12 Eylül cuntası ile yinelenir, ama belirttiğiniz üzere çokta konuşulmaz. Bildiğim kadarıyla konuyu Mesut Özcan haricinde irdeleyen olmadı. Gene belirttiğiniz gibi, “Boz Çocuklar” Kürt Kırmanc Alevi ailelerinden kopartılmış çocuklardır. Türk Sünni/Hanefi inancına göre yetiştirilmeleri ve sonrasında öğrendiklerini mensubu oldukları topluma aşılamaları amaçlanır.
Romana konu olduğu gibi, General Vali’nin icraatları herkesin gözleri önünde olup bitiyor. Buna rağmen herkes görmemiş, duymamış gibi. Ferhat’ın yeğeni de götürülmüş. O, ‘38’de alıkonulan kız çocuklarını, annesini himaye eden Bekes Hala’yı düşünüyor ve “Boz Çocuklar’ın” peşine düşmeyi, bir onur sorunu haline getiriyor. Ama karşısında suskunluktan ve körlükten örülmüş bir duvar var. Bir şey yapmak gerekir diye konuştuğu herkes ona zamanı bekleyip, fırsat kollamasını telkin ediyor. Fakat o fırsatın ortaya çıkmasını beklemek, yitirilen zamandan başka bir şey olmuyor.
Bunun gerçek hayattaki karşılığı ise, beklemenin artık söz konusu olmadığı unutuştur. Oysa can alıcı bir sorunu kesin olarak unutmaya, yani izlerin bütünüyle silinmesine denk bir unutmaya terk etme, toplumun geleceğine bir tehdittir. Buna rağmen “Boz Çocuklar” adeta sonsuz unutuşa terkedilir. Bu çok hayati sorunu unutmaya terk etmek, olsa olsa zamanında bir şey yapamamanın suçluluk duygusu ve utancı olabilir. Ve tabii ki bu utançla yüzleşmekten kaçınarak, örtme çabası. Ben bunu başka türlü açıklayamıyorum.
- Sis ve Gölge, genellikle insanın iç dünyasında yaşadığı karmaşalarla ve bu karmaşaların dış dünya ile olan etkileşimiyle de ilgilidir. Bu yanıyla bireysel ve toplumsal gerçeklikler arasındaki çatışmayı görüyoruz. Bu çatışmada toplumsal kimliklerin rolünü sorsam? Baba mesela...Babasının yaklaşımı Ferhat’ın bilinçaltında derin boşluklar yaratır. Bizim coğrafyamızda babalar yaşamın neresinde durur?
Açıkçası bu konuda genel bir fikir yürütmem zor olsa da, babanın, otorite ve iktidarın mikro düzeydeki tezahürü olduğuna dair genel kabule katıldığımı belirtmek isterim. Bu baba tipi kendi otoritesinden başkasını tanımayan zorlu, acımasız dayatmalarla bireyler için bir girdaba dönüşebilir. Edebiyat yoluyla bunu sorgulayanların başında hiç kuşkusuz Franz Kafka gelir.
Kafka'nın 'Babaya Mektup’unu okuduğumuzda, kendimizden, ailelerimizden çok şey görürüz. Bilindiği üzere Kafka bahse konu mektubu, Praglı Julie Wohryzek ile yapmak istediği evliliğe babasının karşı çıkması üzerine kaleme alır. Bu sorun yaşandığında otuz altı yaşındadır ve hukuk tahsili yapmıştır. Buna rağmen babası evliliği için ona seçim yapma hakkı tanımaz. Bunu yapmaya muktedir baba, duygu ve şefkatten uzak kişi olarak karşımıza çıkar.
Ferhat’ın babası Uzun İsmail’de gördüğümüzde bir yönüyle budur. Kendi bilgisi dışında gerçekleşen evliliği nedenilye oğlunu fiili olarak evlatlıktan çıkartır. On yıl sonra bir iç sorgulama yaşar, bu sert cezalandırmadan dolayı derin pişmanlık duyar. Oğlu ile barışmak için memleketine gelir, fakat geç kalmıştır ve pişmanlığının telafisi yoktur.
- Bir de kadınlar var. Henifa’nın iç sorgulaması bir trajedi ile sonuçlanır. Başka kadınlar ve anneler de var. Anlatım boyunca aslında her bir karakterin varlığını sorgulayan, anlam arayışına tanıklık ederiz. Ancak kadınlar daha farklı bir yerde duruyor. Çünkü çıkışı arayanlar onlar. Yanılıyor muyum?
Doğru, çıkışı arayanlar onlar. Hapishane kapılarında edindikleri tecrübeleri var. Cuntanın her türlü gazabını yaşamışlar. İki oğlu hapiste, biri firari olan Zeyne Teyze, eşi sarı Celal, hapis yatan Kara Hatice ve ablası hapiste olan Pelgüzar. Haskar da Ferhat Libya’da iken başka acılarla yüzleşmiştir.
Korkunun perdesini yırtmış bu kadınlar, her yönüyle müthiş bir dayanışma içindeler. Ferhat için harekete geçiyorlar. En son şehrin meydanında oturup, “Ferhat Kızılbayır nerede?” diye haykırmaları, artık başka bir zamana işarettir. Kara Hatice şunları söylerken, yeni zamanın işaret fişeğini çakar gibidir: “Bakarsın çığlığımız sayesinde dilsizler dile gelir, sağırlar duyar, körlerin gözlerine ışık yürür...”