Yazabiliyor muyum? Evet! O halde özgürüm
Sibel ÖZ
Sanat, ‘bugün’ü anlamaya/anlatmaya çalışması itibariyle, geleceği öngörebilir. Çünkü geleceğin tohumları, nüveleri ‘bugün’de saklıdır. Bugün, hem geçmişin izdüşümlerini, alışkanlıklarını, hem de geleceğin değişim dinamiklerini bağrında taşır. Sanat, bugün’ün en rafine tarzda anlatımı olsa da kimi zaman onun gerisinde kimi zaman önünde koşar. Sanat, eğer gerçekten ‘sanat’ ise bugünü tam anlamıyla yansıtması itibarıyla geleceği öngörür. Sanat, zanaat düzeyinde seyrettiğinde geçmişe yakındır. Olanı tekrarlar, olanı üretir, gelenekseldir; estetik süreğenlik içinde kendini yeniden üretse de gelecek düşüncesinden uzaktır. Bunlar teorik doğrular da değildir. Resimde ‘perspektif’, sanatın geleceği öngörmesidir. Resmin, kopyadan öteye geçerek, gerçeği yakalaması, derinliği, hacmi olan gerçeğin ta kendisi olma iddiası ile insanın özgür edimi haline gelmesidir. Resmin, fotoğrafı, sinemayı öngörecek kadar geleceği öngörmesidir perspektif. Tiyatro, opera da geçmişin olduğu kadar, geleceğin sanatıdır. İnsan bedeninin tüm kapasitesini harekete geçirerek sesinden mimiklerine kadar kendini en saf haliyle ama en üst düzeyde ortaya koyduğu yerdir ‘sahne’. İnsanın, kendi eseri olan kurguya hayran olması, ondan etkilenmesi ve onun tarafından değiştirilmesi gerçeği, edebiyat için de geçerlidir.
Sanat ya da edebiyat tabii ki geleceği kurgulayamaz. Keşke böyle bir gücü olsaydı… Ancak insanı kendine ve yarattığı uygarlığa karşı uyanık kılması yönüyle gelecekle ilgili bir işlevi yerine getirebilir. İnsanın yarattığı uygarlık her yönden eleştiriye tabidir. İnsan merkezli uygarlık ideolojik, siyasal, kültürel, ekonomik olarak eleştirilmektedir. Ancak en güçlü, etkili ve kalıcı eleştiriyi sanat yapar. Sanat, insan ruhunun en üst düzeyde yaratımı olarak, insanın özüne yabancı olan olguları da işaret eder. Kötülüğün olduğu yerde iyiliği, karanlığın karşısında aydınlığı, egemen çirkinliğe karşı güzelliği, bencilliğe, sahip olma hırsına karşı birlikteliği, birlikte var olmayı, savaşa karşı barışın dilini ancak sanat ve sanatın her dalı en etkili şekilde savunabilir, gösterebilir, yaşatabilir. Sanatçının gelecek tasarımı, gelecek hayali eserlerine yansır elbette; üstelik bu, alternatif bir kurgudur. En karamsar eserler bile, umudun dibe vurduğu yerde nefessiz bırakarak çıkışa doğru yürüme kuvveti verir. İyimser görünmese de bu kötümser karşı duruş, sanatı geleceğin en güçlü savunucusu haline getirir.
Çağımız neredeyse bir simülasyonlar çağı. Marks’ın ve ardıllarının ortaya koyduğu yabancılaşma meselesine de yabancılaştı insanlık. Yanılgıları, aldanmaları saptamak giderek daha da zorlaşıyor. Var olmayan olguların varmış, var olanların da yokmuş gibi gösterildiği ve insanların buna inandığı, dahası savunduğu günlerde yaşıyoruz. Özgürlük yok ama sorulduğunda yirmi yıl, yüz yıl, iki yüz yıl öncesine göre çok daha özgürüz. İnsan var, emek var, mücadele var ama “görülmezsen yoksun” çağında bunların hepsi yok hükmünde. Baudrillard, artık gerçek dünya ile imgeleri arasında ayırım yapma becerisine sahip olmadığımızı, şey’lerden çok imgelerin bize satıldığını, savaşların bile gerek duyulduğunda simülasyon olarak kurgulandığını belirtir. Baudrillard, böyle bir dünyada eleştiri gücünü tamamen yitirmiş olduğumuzu öne sürer.[1] Bu görüşlere katılmamak imkânsız. Herhalde hiçbir dönemde gerçeklerle imgeler bu kadar birbirinin yerine geçmemiş, imgelerin ve yalanın boyunduruğu bu denli etkili yaşanmamıştı. Ve yine anlıyoruz ki, egemenlik sisteminin en korktuğu şey –yine ve hâlâ!- gerçek!
Edebiyatçı, bu ortamda ne kadar özgürce yazabilir? Özgürlük, çoktandır fiziki bir serbestlik hali değil. Özgürlük, özellikle çağımızda bilincin, bakış açısının ve duruşun özgürlüğü olarak anlaşılmak durumunda. İdeolojik baskı ve ikna aygıtları güçlenip karmaşık hale geldikçe bilinç körleşmekte, özgürce düşünmek, yaşamak ve üretimde bulunmak, bireylerin ve toplumun yaşadığı bilinç kırılmasından dolayı zorlaşmaktadır. İletişimin “küresel” hale gelmesine (!) rağmen, bireysel dünyalar daralmış, burnunun ucundakini göremeyen, toplumla, insanlıkla bağlarını yitirmiş, sadece ihtiyaçları ya da çıkarları temelinde davranan bir insan profili ortaya çıkmıştır. Edebiyatçı, bu toplum gerçeğinden ne kadar bağımsız? Kaldı ki topluma karşı sorumluluk duymayan, sadece kişisel yaşamını merkeze alan ve her türlü bencilliğin üstünü edebiyat ile örtmeye çalışan baskın bir şekillenişten de söz edilebilir.
“Yazarken özgür müsünüz?” sorusuna çoğunlukla olumlu yanıt veren, etrafına baktığında elinde kılıçla ya da tabancayla tepesinde birilerini göremeyen yazar için “özgürlük” ne kadar derin bir kavram? Özgürlük, mevcut sığlaşma ve metalaşma ortamında düşünsel, politik, felsefi bir bilinç sıçraması ve mücadele konusu değil, basit bir serbestlik durumu olarak algılanır. “Yazabiliyor muyum? Evet! O halde özgürüm.” Peki, ne yazabiliyorsun? Bu sorunun cevabını vermek o kadar kolay olmasa gerek. Kabuğundan, kozandan, sırça köşkünden, evinden, yuvandan, fanusundan başını çıkarıp da gerçeğin tozlu, çamurlu, vahşi dünyasına dalabiliyor musun? O dünyada gerçekleri görmek için tozla, dumanla ve kendinle mücadele verebiliyor musun? Tüm bunların ötesinde ‘yazmak’, kişisel fantezileri tatmin etmenin ötesinde nedir ki? Kişisel fanteziler de edebiyat alanına girer. Ancak edebiyatın insanlığa eşlik eden bir yürüyüş kolu da vardır ki, en iyilerimiz, yani ayak izlerinden yürüdüğümüz edebiyatçılar o yolu döşemişlerdir.
Özgürlük statik bir kavram değildir. Özgürlük elde edilebilen, erişilebilen bir şey de olamaz. İnsan olma serüveni, kişisel ömürlerimiz ve bunların toplamı olan insanlık tarihi boyunca nasıl sürüyorsa, özgür olmak da bu serüvenle yaşıttır. Edebiyat, bütün bu insanlaşma mücadelesinin en önemli değerlerinden biri. Edebiyat, insana ne olduğunu, nasıl olduğunu anlatırken, geleceğe dönük bir şeyler söyler. Gelecekte ‘insan’ varsa, tüm sanatlar içinde özellikle edebiyat, insana kendini hatırlatmaya devam edecektir. İnsana kendini hatırlatmak demek, ona özgürlüğü hatırlatmaktır.
[1] Baudrillard, J. (2005). Simülakrlar ve Simülasyon. Çev. O. Adanır, Ankara: Doğu Batı Yayınları.