Cansu Baydar: 'Gökyüzü ve tırnak, birbirine bağladığım iki kaçış noktası’
Deniz ÇAKMAK
Cansu Baydar'ın ilk kısa filmi 'Neredeyse Kesinlikle Yanlış', uluslararası prömiyerini Venedik Film Festivali'nin Orizzonti (Ufuklar) bölümünde yaptı. Türkiye'de ilk kez gösterildiği 61. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden de, Bakü'den de 'En İyi Film' ödülüyle döndü.
Film, Suriye'deki savaştan kaçıp İstanbul Dolapdere'de bir tırnak tasarım salonunda çalışmaya başlayan Hanna'nın, Almanya'ya yerleşerek hayallerini gerçekleştirmeyi hedeflerken küçük kardeşi Nader'in ihtiyaçları ile kendi arzuları arasında kaldığı bir göç hikayesi.
İlk filmi hem ulusal hem uluslararası festivallerde ilgiyle karşılanan Baydar'la yönetmenliğe uzanan sinema yolculuğunu, filmin üzerine yerleştiği göçmen ve kadın temsillerini, Venedik ve Antalya tecrübelerini konuştuk.
İlk kısa filminiz 'Neredeyse Kesinlikle Yanlış' vesilesiyle bir araya geldik ama sizin sinema kariyeriniz bu filmin de öncesine dayanıyor. Kaan Müjdeci ile 'İguana Tokyo'da, Berkun Oya ile 'Cici'de birlikte çalışmışsınız. Sizi ilk filme taşıyan yolculuk nasıldı?
Bunu belki de çocukluğumdan başlayarak yanıtlamalıyım. Çocukluğumda babamla film kiralayıp izlerdik. Ben Edirne Keşan'da doğup büyüdüm ve 14 yaşıma kadar orada kaldım. Lise için İstanbul'a geldim. İstanbul'dan ayrılana kadar pazar günleri babamla gidip bir sürü film kiralayıp, hafta içinde onları izlemek gibi bir rutinimiz oluşmuştu. Biraz ondan sebep sanırım, lise için İstanbul'a geldiğimde, daha 14 yaşındayken de sinema- tv okuyacağım filan diyordum. Ufak ufak Godard'ın sinemasıyla tanışmaya başlamıştım ve Altyazı dergisini takip ediyordum.
Üniversitenin başlarında Kaan Müjdeci’nin İguana Tokyo filminin senaryosunun asistanlığını yaparken ‘Kapalı Gişe’ adlı belgeselde yapımcı asistanlığı yapmıştım. O belgesel sayesinde yönetmenlerinden de biri olan sinema yazarı Evrim Kaya ile tanıştım. Evrim'le tanışınca Altyazı ile çalışma imkanı buldum. Onlara her ay, içeriklerine dair video kurgular yapıyordum, ekiple de tanışmış oldum. Orada film okumaları üzerinden sinema merakımın alanı daha da genişledi. Biraz bu şekilde ilerleyen bir süreçle sektörde de işlerini beğendiğim, hayranlık duyduğum insanlarla çalışma fırsatı bulmuş oldum.
Mesela Kaan'la tanışmam, üniversitenin ilk yılı için Berlin'deki kampüse gitmemle oldu. Berlin’deki hocam Nazlı Kilerci sayesinde Kaan’la tanıştım, dolayısıyla biz daha sonra 'İguana Tokyo'nun senaryosu için birlikte çalıştık. Kaan İstanbul'a geldiğinde senaryo asistanlığını yaptım. Sonra Berkun'la ve Ali Farkhonde ile tanışma fırsatım oldu. Aslında Kaan'ın ve Berkun'un işleri arasında mekik dokuduğum bir dönemdi. Farklı ve çok iyi iki yönetmeni, çalışma biçimlerini yakından görme fırsatım oldu. Oradaki ekiplerin düzenini de görüp bu kısa filmin ekibini, o iki ekibin karışımıyla kurduk diyebilirim. Hem artistik hem teknik anlamda bu iki yönetmenle çalışmış olmak bana çok şey kattı.
'BABANNEMİN GÖÇLE GELDİĞİ YERE GİTTİM'
'Neredeyse Kesinlikle Yanlış' bir göç ve yerinden edilme anlatısı, kendisiyle tematik akrabalıkları olan geniş bir sinema külliyatına yerleşiyor. Fakat konvansiyonel göç sinemasına bakınca daha çok göçmenleri çevreleyen maddi gerçeklikten mürekkep zor koşullara odaklanan filmlerle karşılaşıyoruz. Burada ise yerinden edilme durumunun kendisi üzerinden insanın bedenini ve ruhunu kırılganlığa açık bırakan göçün öznesine, onun varoluşuna odaklanan bir sinema dili göze çarpıyor. Filmin dilini kurarken neleri öncelediniz?
Özellikle yaşadığımız coğrafyada üç yanımız savaşlarla çevriliyken ben de göç temasına merak duyuyorum ve ona dair kitaplar da okuyorum. Evet biraz daha varoluşsal bir tarafı var bunun.
Benim için hikayenin temelinde yatan şey şu oldu: Babaannemin bir göçmenlik geçmişi var ve ben de bu filmi yazdığım dönemde Berlin'e taşınmayı planlıyordum. Biraz böyle bir yerden yola çıktım. Babaannemin göç ettiği yer olan Yunanistan Gümülcine'ye de gittim, çocukluk arkadaşı ile karşılaştım ve yüzümden tanıyıp "Sen Ayşe'nin torunu musun?" dedi. Çocukluk hikayelerini anlattı.
'YÜKSELEN IRKÇILIK DİREKT MÜLTECİ NEFRETİNE DÖNÜŞÜYOR'
Evet şimdi yükselen bir ırkçılık var ve bu direkt mülteci nefretine dönüşüyor ama aslında olayın kökenine baktığımda sorunun bizatihi savaşın kendisi olduğunu düşündüğüm için biraz daha meseleye böyle bir yerden bakmak istedim. Hanna'nın ilham kaynağı da tanık olduğum bir dönemle ilgili... Üniversitenin ilk yılı için Berlin'e gittiğimde orada mültecilerle röportajlardan oluşan kısa bir belgesel çekmiştim; mülteciler Würzburg şehrinden 29 gün boyunca yürüyerek Berlin'in ortasında bir parkta eylemlerini sürdürmüşlerdi, çadırlar kurmuşlardı. Onlarla çok yakın ilişkideydim o zaman; sürekli gidip geliyordum ve çekim yapmanın yasak olduğu yerlere de sokuyorlardı beni. İşgal okulu denen bir yerde kalıyorlardı. O alan hem kamp kurdukları hem de protestolarını gerçekleştirdikleri bir yerdi. Zaten yerleştirildikleri kamptaki koşullar nedeniyle isyan ederek çıkıp protesto yürüyüşü gerçekleştiriyorlar. O protestonun da ana sebebi İranlı bir çocuğun kamp şartlarından dolayı intihar etmesiydi. Kaldıkları okulun bir odasına bir disko topu takmış, odayı buluntu eşyalarla tasarlamış, DJ kabininde müzik yapıyorlardı. Mizah duyguları da çok güçlüydü. Bu yüzden de hikayeye biraz böyle bakmak, herkesin empati kurabileceği bir alana çekmek istiyordum. Hanna'nın kendisi ve kardeşi için daha iyisini arzulama duygusuyla bence bir sürü insan çok daha kolay empati yapabiliyor.
'GÖKYÜZÜ VE TIRNAK, BİRBİRİNE BAĞLADIĞIM İKİ KAÇIŞ NOKTASIYDI'
Tüm anlatıyı sırtlanan bir gökyüzü tasviri de var filmde. Karakterin yaptığı işten gündelik hayatına kadar hikayenin dönüm noktalarından sızan güçlü bir metafor. Gökyüzü neden filmde bu kadar merkezi bir yerde duruyor?
Aslında baştan böyle kurduğumuz bir şey olmaktan ziyade giderek karakterleşti gökyüzü. Gökyüzüne bakmak kişisel olarak da beni çok rahatlatıyor. Eğer gündelik hayatta da bir anksiyete durumu hissediyorsam, fazla kafaya taktığım bir şey varsa göğe baktığımda gönlüm ferahlıyor. Fakat birkaç yıl önce 2-3 ay gidip Berlin'de kaldığım sürede geliştirdim bu filmi de aslında ve orada biraz burayı ya da burada birilerini özlediğimde gökyüzüne bakıyordum ve o benim için ferahlatıcı bir şeydi. "Aynı göğün altındayız" klişesi belki ama önemli. Karakter için de o gökyüzü bir yandan kaçışı belki ama bir yandan da içini ferahlatan bir şeye dönüşüyor. Aslında senaryonun ilk halinde gökyüzünde bir doğa olayı gerçekleşiyordu ve daha da merkezi bir yeri vardı. Sonra hikayenin o kadar, bir anda fantastikleşmesi, sürreelleşmesi anlatıya zarar verdi gibi geldi. Bence fazla dikkat çekiyordu ve başka bir yere götürüyordu meseleyi, o yüzden çekimlere daha yakın bir aşamada vazgeçtim ondan. Hanna için gökyüzü ve tırnak, ucunu birbirine bağladığım iki kaçış noktasıydı. Hanna'nın tırnağındaki gökyüzünü anımsatan sahneyi de özellikle finale refere eden bir tema olarak çalıştık.
'HANNA, HAYATIMDAKİ KADINLARIN BİR TEMSİLİ'
Aslında göç, büyüme hikayesi ve kadın filmi diyebileceğimiz üç alanın kesişiminde duruyor film. Hanna karakteri üzerinden yaratılan kadın temsilinde Suriye'nin de Türkiye'nin de değer yargılarını aşan bir güç ve yırtıcılık var. Göçmen kadın parantezine alınan alanı genişletiyor; itiraz ediyor, hayal ediyor, mücadele ediyor, cinselliğini özgürce yaşıyor... Neler düşündünüz Hanna'yı ete kemiğe büründürürken?
Karakterin böyle okunabiliyor ve görülebiliyor olması çok mutluluk verici benim için. Aslında biraz etrafımdaki kadınlar da böyle. Ben de böyle hissediyorum. Hanna'yı canlandıran karakterde de o güç vardı. Mesela başroldeki Rahaf Armanazi, Lübnan doğumlu, Suriye asıllı bir oyuncu. Üç yıldır burada yaşıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyor. Yani dediğim gibi günün sonunda anneannem de, annem de öyle kadınlar, ben de böyle hissediyorum. O temsil, hayatımdaki kadınların da temsili aslında. Bu belki az önce Berlin'deki durum üzerinden anlattığım yere de denk geliyordur; hayatını kaybetmeye o kadar yakın olmak belki buna da sebep oluyordur.
DUVARA KARŞI'DAKİ SİBEL, FISH TANK'TEKİ MIA...
Oyuncunun role hazırlanma süreci nasıldı?
Rahaf'la iki film izledik aslında; biri 'Duvara Karşı'daki Sibel, diğeri Fish Tank'teki Mia. Birlikte izleyelim, karakterlerin duygusunu akılda tutalım istedim.
Gerçekten de ikisinin melezi bir karakter. Üzerine konuştunuz mu sonra?
Evet. Benim de bu anlamda sevdiğim, beğendiğim birkaç filmden biridir bunlar. Özellikle o karakterleri göstermek istedim çalışmanın ortalarında. Biz uzun bir çalışma süreci geçirdik Rahaf ve diğer oyuncu İsa Karataş'la. Kutay Sandıkçı oyuncu koçumuzdu ve sık sık buluştuk. Üç ay boyunca, haftada iki - üç gün buluşup saatlerce çalıştık döne döne aynı şeylere.
Rahaf'la nasıl tanıştınız?
Cast direktörü Erengül Öztürk üzerinden tanıştık. Daha senaryo yeni bitmişti ve prodüksiyonel aşamaya tam geçmemiştik. Daha iki üç yapımcı dahil olmuştu. Bütün yapımcı kadrosu kurulmamıştı. Hemen cast arama sürecini başlattık. O dönem on kadar filan oyuncun seçmeleri geldi. Rahaf da onların içindeydi.
Seçmelere gelenlerin tamamı buradaki Suriyeli oyuncular mıydı?
Evet öyleydi. Bunu özellikle istedim. Bir ihtimal olarak, Arapça bilen Türkiyeli bir oyuncu bulsan işin kolaylaşır deniyordu ama bence gerçekçiliği sağlayan şey burada kesinlikle Rahaf'ın varlığıydı.
Filistinli DJ Sama Abdulhadi'yi bilir misiniz? Ben tipolojisini çok orijinal buluyorum. Hanna karakterini düşünürken Sama Abdulhadi'yi canlandırıyordum hep gözümde. Rahaf bir yanıyla da ona benziyordu. O yüzden Rahaf'ı görür görmez Hanna karakteri olduğuna inandım.
Filmi izleyince bir uzun metraj olabilirmiş gibi de hissettiriyor. Baştan beri kısa film olarak mı düşündünüz?
Evet başından beri bir kısa film olarak düşündüm ama konvansiyonel kısa film yapısına da çok uymadığı için, bu filmin uzun metrajlı bir filmin açılış sekansına benzediğine dair çok yorum almıştım. Ama hep kısa bir hikaye anlatmayı düşündüm.
'VENEDİK PRÖMİYERİ SONRASI GELİP TEBRİK EDENLER OLDU'
Film önce dünya prömiyerini Venedik'te, ardından Türkiye prömiyerini Altın Portakal'da yaptı ve buradan ödülle döndü. Festivallerde seyirci filmle nasıl bir ilişki kurdu?
Venedik'te Q&A (soru - cevap) bölümü yoktu kısa metraj filmler için. Fakat bir prömiyer havası vardı tabii ve çok iyi bir perdede, çok iyi bir ses sistemiyle dünyanın her yerinde gelmiş insanlarla, kocaman bir salonda aynı yöne bakarak filmi izlemek müthiş bir duyguydu. Prömiyerin sonrasında gelip tebrik eden, beğenilerini ifade eden insanlar oldu. Fakat fikri tartışmalar için alan yoktu tabii. Bir yandan da Venedik'e ilk gidişimdi. Dünyanın her yerinden sinemacıların akreditasyon kartları boyunlarında, filmden filme koşmaları ve sonra filmler hakkında konuşmaları, o bir aradalık bana çok iyi geldi.
'HANNA İLE İLGİLİ SEYİRCİDEN GERİ DÖNÜŞLER ALIYORUM'
Sonra Altın Portakal'a gitti. Orası nasıldı?
Aslında Venedik'ten sonra Bakü'ye ve Macaristan'da festivallere gitti film, fakat Türkiye prömiyeri Antalya'da oldu. Antalya'da bir Q&A olduğu için, orada ilk defa seyirciyle tam karşı karşıya gelebildik. Sorular aldık, genel olarak da konuştuğumuz şeylere dair geri dönüşler aldık. Uzun metraj - kısa metraj sorusunu çok aldım. Bir de görüntü yönetimi ve Hanna karakterinin kendisiyle ilgili geri dönüşler alıyorum.
Türkiye'de de dünyanın her yerinde olduğu gibi göçmen karşıtı eğilim bir tür ortak duygu ve tavır haline geldi. Göç edenlerin maruz bırakıldıkları hak ihlallerine dair söz söylemek giderek zorlaşıyor. Sen filmi yazarken, Türkiye seyircisi tarafından benimsenmemesi , festivaller tarafında dışarda bırakılmasıyla ilgili bir endişe duydun mu?
Ben bu hikayeyi anlatmayı çok istiyordum. O yüzden bu kısmını pek düşünmedim. Ve elbette bunların hepsi bir ihtimaldi. Fakat o ihtimaller beni o kadar da korkutmadı. Türkiye'de acaba sansür mekanizmasına takılır mı düşüncesi de bir ihtimal olarak hep var olsa da... Seyirciden hiç olumsuz bir tepki almadık ama tabii daha Türkiye'de sadece bir festivalde gösterildi ve orada da aslında çok kısa bir söyleşi süresi vardı. Film gösterildikçe bence bu tartışma alanları açılacak ve umarım da açılır. Çünkü sadece filmi beğenen insanlar konuşursa tam olarak amacına da ulaşmaz film. Muhafazakar kesim de Hanna karakterinin tercihlerini sorgulamalı, göçmen karşıtı kesim de konu üzerine bir şeyler düşünmeli. O tartışma alanının kendisinin kıymetli olduğunu düşünüyorum.