Ölüm üzerine sayıklamalar (Yıkıntıların arasında-5)
İlker Cihan BİNER
Artı Gerçek - İnsanın gelip geçici bir varlık olduğunu söylemek kolay olabilir. Fakat yaşam-ölüm dolaşıklığı meselesiyle ilgili fikir yürütmek zordur.
Deprem sonrası hayatların saniyeler içinde tepetaklak olması bu mevzunun gündeme gelmesini mümkün kılıyor. Hala enkaz altında bulunamayan insanlar var.
Çevremizdeki, yakınımızdaki ya da başka bölgelerde insanların ölümleri bizleri hırpalıyor, üzüyor ve hatta yer yer onarılamayacak yaralara yol açıyor.
Baskının, yoksulluğun girdabında politik şiddetin sürekliliği tam gaz devam ederken ölümü başka açılardan tartışmanın örgütlenmenin, kendilik demokrasisiyle ilişkisi söz konusu.
Nitekim ölüm üzerine konuşmak aynı zamanda yaşamı düşünmekle ilişkili.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşasak da yüzleşilmesi gereken belirsiz, akışkan bir noktadır ölüm.
Nefes alıp verirken her şeyin değişimiyle birlikte varlıklarımız tek sınır ile karşı karşıya kalır: Ölümü deneyimlemenin imkânsızlığı. Başka bir deyişle, insan sadece ölür.
HER ŞEYİN SONU
Virginia Woolf'un *‘Orlando’ adlı ihtişamlı eserinde nefis bir pasaj vardır.
Orlando donmuş sulara bakarak ölüm hakkında kederli hislere savrulur ve şöyle söyler: ‘Her şeyin sonu ölüm.’
Roman başlarken karakterin ölüme aşık olduğu ortadadır. Orlando hiçliği arzular ve eserde Shakespeare'in ‘Othello’su gündeme gelir. Karakter Othello'nun Desdemona'yı boğduktan sonra acı içinde ‘Büyük Tutulma' adlı satırlarından söz açar. Böylelikle mezarların, çürümüşlüğün, yer altında dolaşan kurtçukların imge dünyaları belirir.
Virginia Woolf'un romanında ortaya çıkan meselede ölümün bir taşma ya da fazlalık ve insan-dışı bir fenomen olduğu aşikar. Öte yandan bu konumun temsil edilemediğini, düşünürken dahi bulanıklaştığını söylersek yanılmış olmayız.
Esrarengiz, kişiye has olmayan ölümün yaşamın kalbinde açması ister istemez insanı ürpertiyle beraber kaotik duygu hâllerine sürükler. Zaten Orlando'nun hayal ederken huşu içinde olması da mevzunun belirsizliğinden, karmaşasından kaynaklanır.
Bu açıdan ölümde zaman-mekan dolaşıklığıyla ilişkili üç farklı pozisyon söz konusu. İlki: bedenin/zihnin çürümesi, ikincisi: İnsana has olmaması ya da kişisel olmanın ötesine geçmesi, üçüncüsü: hayatın tam ortasında açması zaman mefhumundan kaynaklanır. Bu durum yazgı veya kader çizgisi değildir. Bir eşiği çerçevelendiren olayla vuku bulur. Hatta ‘olmuş olan’ biçiminde görülebilir.
Şimdiki zamanın göstergesi olarak fani veya ölümlü olma hali böyle meydana gelir. Yani hareketimizin koşulu olmuş olmamızdır. ‘An’ ayaklarımızın altından kayar. Ayrıca tüm bu süreçte ölüm geleceğin ön koşuluna da demir atar.
Hayatın kalbinde açan belirsizlik esasında acıyı, travmayı ya da yas durumlarını kudrete dönüşme ihtimali taşıyabilir. Yaşam akıp giderken değişim potansiyelleri hep var.
Dönüşümü getiren ölümle senkronize halde yaşamamızdır. Sadece tek bir hayatta soluk alıp veriyorsak direnç sınırlarını gevşetmeyi gündemde tutmak kıymetli. Zaman-mekan bağlantılarıyla sonluluğun gerçek olduğu, yaratıcı ilişkilerin yayıldığı, yaşam denilen sonsuz akışta benlikler tasarlamak neden imkansız olsun?
BAŞLARKEN: YIKINTILARIN ARASINDAN GÖRMEK
Yaşadığımız coğrafyanın iktidar örgütlenmeleri tarafından kapılmış, olumsuz, çatışmalı ilişkilenmelerin yıkıcılığını saptırıp hayatın yaratıcı yönlerini düşünmenin direnmeyle bağlantısını tartışmanın zorunluluğuyla karşı karşıyayız.
Her yere bulaşan egemen şiddetin tehditkâr konumunu aşarak üretkenliği, sürekliliği düşünmenin yollarını aramak imkansız değil. Ölme biçimleri ile ölümü düşünmenin farkı bu noktada beliriyor.
Mevzu kendi kendimizi biçimlendirirken etik perspektiflere sahip olmak.
Eylem yaptığımız alanlarda, arkadaşlarımızla diyaloglarımızda ya da yaşamın en ufak ayrıntılarında değişimi sürdürmenin faniliğimizle kurduğu köprü önemli. Bir gün öleceksek ardımızda başkalarına bırakacağımız hikayelerin değeri var.
Yıkıntıların arasında serisini ölümle bitirmek ise son değil aslında yaşarken atmak istediğim bir virgül. Deprem sonrası yaşadığım travma sonrası stres bozukluğu ile beraber bazı mevzuları yeniden karıştırmak istedim.
Sorumlulukları, hesap verilebilirliği, yeni bağlantı biçimleri oluşturmayı hep gündemde tuttuğum için okura da temas etmeyi önemsiyorum.
Şimdi bir şiirle **‘Yıkıntıların Arasından’ kalkmaya deneyebilirim:
Ruhum arzular bir yıldız olmayı
Ama gecenin göğünde
Canlı gözlermişçesine
Uykulu dünyamıza bakmayı değil.
Hayır, gün göğünde
Yakıcı güneş ışığıyla saklanmış
Saf semalarda gözlerden ırak yanan
Her daim parıldayan ilahlar gibi olmayı.
Fedor Ivanovic Tjutcev
* Virginia Woolf-Orlando (Çeviri: Seniha Akar/İletişim Yayınları)
** Tjutcev’in şiiri Federico Campagna’nın ‘Teknik ve Büyü’ kitabından. Çeviri: Barış Arpaç (Vakıfbank Kültür Yayınları)
Kendilik demokrasisi (Yıkıntıların arasında-4)
Dayanışmanın ötesinde (Yıkıntıların Arasında-3)