Pınar Çelikel'le Katre üzerine: 'Kadın hikâyeleri yazmayı seviyorum'

Pınar Çelikel'le Katre üzerine: 'Kadın hikâyeleri yazmayı seviyorum'
Pınar Çelikel'in yeni kitabı 'Katre' Mundi etiketiyle okurlarla buluştu. Çelikel'le, Katre'de coğrafya-zaman-mekân üçgeninde okura yeni bir dünya vadeden çok sesli ve çok katmanlı kadın öykülerini konuştuk.

Abdullah EZİK


Pınar Çelikel, yeni kitabı Katre’de geliştirdiği çok sesli, çok katmanlı, çok yönlü bir öykü evreni ile ortaya farklı türden bir anlatı dünyası çıkarıyor. Geliştirdiği karakterler, onlar üzerinden işaret ettiği değerlerle Katre, coğrafya-zaman-mekân üçgeninde okura yeni bir dünya vadediyor. Pınar Çelikel ile yeni öykü kitabı Katre üzerine konuştuk.

Katre, Pınar Çelikel, 136 syf., Mundi Yayınevi, 2024

Katre, her şeyden önce çok sesli, çok katmanlı bir kitap. Bu yönüyle hem bir sürerlik gösteriyor hem de okura giderek derinleşen bir öykü evreni vadediyor. Öncelikle Katre’deki bu sürerli yapı nasıl gün yüzüne çıktı? Sizin için Katre’nin çıkış noktası ne oldu?

Çok teşekkür ederim, tam da kurmak istediği öykü dünyasını çok güzel özetlediniz. Katmanlı metinler uzun süredir üzerinde çalıştığım, beni heyecanlandıran, üzerine düşündüren ve yazmaya teşvik eden metinler. Daha önce yazdığım üç romanda da buna özellikle dikkat etmiştim. Yüzeyde devam eden bir olay varken, meraklı okur için derinliklere bambaşka duygular gizlemiştim.

Öykücülüğe soyunduğum bu kitapta da de öyle. 13 kadın ve 1 erkek kendi hayatlarından bir kesit anlatıyorlar. Farklı şehirlerdeler, yıllar bambaşka, sosyal statüleri, eğitimleri bambaşka. Ama her birinin bir görüneni ve altta da bir gölgesi var. Öyküler, söz konusu kadınlar değişiyor ama gölgeleri hemen hemen aynı. Bir ormandaki ağaçların görmediğimiz köklerinin toprak altında iç içe geçmesi ve öyle bir uyum içinde yaşamaları gibi düşünün. Benim derdim hep sevgi ile, özellikle sevilmemekten ve bunun getirdiği onaylanma ihtiyacından doğan bastırılmış öfkeler ve bu öfkeleri yok saymakla ilgili. Miş gibi yapmak ve hayatı -miş gibi yaşamakla ilgili. İyiymiş gibi, derdi yokmuş gibi, ilişkisi iyi gidiyormuş gibi, umru değilmiş gibi…

Kitapta ele aldığınız her bir kadın karakterinizin kendisine özgü bir hayatı, dünya görüşü, alımlanma süreci var. Öyle ki her biri farklı zamanların, farklı coğrafya ve şartların kadınıdır. Bu noktada gerek tarihsel gerekse coğrafi anlamda Katre’nin kadınların hikâyesinin peşinden gittiği, bu anlamda ortaya alternatif bir tarihçe çıkardığı söylenebilir mi?

Aslında bu niyetle yola çıkmadım ama evet yolun sonunda geriye baktığımda farklı tarihlerin ve farklı coğrafyaların kadınları art arda dizildiler. Birkaç hikâye böyle şekillenince ben de bu yöne çevirdim yüzümü. Düz bir çizgi halinde değiller ama döngüsel bir kompozisyon oluşturdular. Bunların en eskisi 1986’da Aksaray’da geçen Demet, çünkü o aslında en sevdiğim eski Yunan mitoslarından Demeter ve kızı Persephone’un 1980’lere taşınmış hali. Hikâye ve gölgesi belki de 10 bin yıllık.

Günümüze taşıdığımız zaman ise pek de değişen bir şey yok: Güce sahip olan, kadının da en güzeline sahip olmak istiyor. 1927’den Süreyya’nın hikâyesi de zaman yolculuğunda önemli bir durak. Savaş sonrası kadın olmak, yokluktan mutluluklar çıkarmak üzerine. Kendi kişisel aile tarihimden de izler taşıması bakımından önemli. Süreyya’nın âşık olduğu Edirneli benim dedem. Ama Süreyya babaannem değil. Farklı tarihlerde farklı şehirlerde yaşamış olsalar da hissettikleri onları buluşturuyor.

Kitabın ana izleğinde karakterlerin, coğrafya ve farklı zamansal süreçlerin kendisine önemli bir karşılık bulduğu ifade edilebilir. Bu noktada kitaba biçim veren ve her bir bölümü ayrı ayrı şekillendiren Nalan, Demet, Burcu, Nergis, Ebru, Süreyya, Elvan gibi birçok karakterinizin olduğu ifade edilebilir. Karakterlerinize hayat verirken nasıl bir düşünce ile hareket ettiniz? Tüm bu karakterler kitapta nasıl iç içe geçer ve nasıl bir bütünlüğe işaret eder?

Ben ilk romanımdan itibaren kadın hikâyeleri yazmayı seviyorum. Sizin de söylediğiniz gibi bambaşka hayatlardan kadınlar bunlar, bambaşka eğitim seviyelerinden. Aslında yüzeysel bir bakış yaşamlarının da farklı olduğunu söyler. Ancak biraz derinlerine indiğiniz zaman ailelerinden taşıdıkları travmalar, sevilme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Üstelik bunlar o kadar benzer ki! Sadece yaşamda ortaya çıkma biçimleri değişiyor. Nalan çok sevmiş ama kandırılmış, hayal kırıklığını dünyadan çıkartıyor. Burcu çağımızın güzellik kalıpları arasında sıkışıp kalmış, kendini hiç beğenmiyor, hatta birinin onu beğenebileceğini hayal bile edemiyor. Ebru mutlu bir evliliği var sanıyor ve hayatı -mış gibi yaşıyor. Sanki her şey yolundaymış gibi. Süreyya hayatın çok başına ve bir aşkın hayatın anlamı olması gerektiğini sanıyor. Elvan ise toplumsal bir olayın tam ortasında içinde olduğu grupla birlikte hissettiklerini özel hayatındaki hisleriyle birleştirip isyan ediyor. İsyanının ortaya çıkışı ise cinsellikle oluyor. Onunki sevişmek değil bilakis hayattan intikam almak. Ve diğer kadınlar… Hepsi bir araya geldiğince bence bir bütünlük ortaya çıkıyor. Bu bütünlüğü ise son hikâyede görüyoruz. “13 kadın ve 1 erkeğin hikâyesini okudunuz. Biz ne yaparsak yapalım her zaman hayatın dediği olur. Sıkı sıkı tutmayın kimseyi, hiçbir şeyi. İlahi plana güvenin ve bırakın hayat aksın” diyor. O hikâyeye gelene kadar okurun zaten bu fikre alışacağını ve olayı kendisinin çözeceğini tahmin ediyorum.

İstanbul’un kitabın merkezinde yer alan ana coğrafya/şehir/mekân olduğu söylenebilir, çünkü kitap boyunca bir bütünlük içerisinde farklı zamanlarda, farklı dönem ve koşullarda beliriyor şehir. Bu noktada İstanbul’u kitabın merkezine yerleştiren temel düşünce nedir? Zamanla İstanbul ve İstanbul imgesi, öyküler bağlamında nasıl bir değişime tâbi tutuluyor?

Yaşadığım için söylemiyorum, İstanbul dünyada en sevdiğim şehir. “Çok bozuldu, çok kalabalık, trafikten çok bunaldım” diyenlerin şehirle uyum içinde yaşamayı başaramadıkları için şikâyet ettiklerini düşünüyorum. Benim İstanbul’um hiç şikâyet edilen gibi değil. Bu şehir yaşıyor, değişiyor, başka bir biçim alıyor ve her gün bizi şaşırtmaya devam ediyor. Bu özelliği ile beni kendine hayran bırakıyor. Özellikle ikinci üniversite lisansımda eski çağ dilleri ve kültürleri okuduktan ve Eski Yunanca orijinal metinler ile haşır-neşir olmaya başladıktan sonra şehirle aramızda bambaşka bir ilişki doğdu. MS 330’dan beri milyonlarca hikâye yaşadı bu şehir. Hepsini bize fısıldamaya hazır aslında. Ama elbette önce güzele bakmayı öğrenmeli günümüz insanı. Kusur aramaya da kendinden başlamalı. Hep diyorum, “Ben baktığım zaman gördüğüm İstanbul bambaşka.” Herkesin de kendi İstanbul’unu yaşamasını dilerim. Bu mümkün çünkü. O nedenle romanlarımda da öykülerimde de yeri geldiğinde okurumun İstanbul’un sevdiğim yerlerine bir karakterimin gözünden bakmalarını seviyorum. Mesela Katre. Burgazada’da yaşıyor. Ebeveynini görmek için Nişantaşı’na gidiyor. Pera’da dolaşıyor. Galata Mevlevihanesi’ni onunla bir kez daha geziyoruz. Sonra Suadiye sahilinde bir dostunu ziyaret ediyor. Onun İstanbul’unu bu duraklar oluşturuyor. Moda’daki evinin penceresinden bakan Nergis ise bambaşka şeyler görüyor şehre bakıp. Komşuluk, insan ilişkileri gibi. Okur da onun gözünden başka bir İstanbul’a tanık oluyor.

Katre’nin merkezinde İstanbul olmakla beraber zamanla birçok farklı şehir ve coğrafya işin içerisine dâhil olur: Fethiye, Tire, Aksaray, Ankara, İsfahan, Antalya… Öyküler ve temsil ettikleri, merkezine aldıkları tüm bu coğrafyaları nasıl görmek, üzerlerine nasıl düşünmek gerek?

Söz konusu şehirlerin hepsini sokak sokak gezdim. Hepsinin kokusunu içime çektim. Hüzün düzeylerine, insanların davranış biçimlerine, şehirlerin sizi misafir etme şekillerine tanıklık ettim. Birbirlerinden çok farklı şehirler olduklarını düşünmüyorum. Benzerlikleri çok, ayrıldıkları noktalar da var. Kahramanlarımın tek tip kadınlar olmalarını istemediğim için de onları farklı coğrafyalardan dokusu çok farklı olmayan ve bana aşina şehirlerde yaşatmayı uygun buldum.

Bir Avrupa ya da ABD şehrine o nedenle rastlamıyorsunuz. Yaşadıkları şehirler onların hayatla ilgili kaygılarını, sevgilerini, korkularını da şekillendiriyor. Birkaç yanıt önce söylemiştim ya “tüm hikâyelerde yüzeyde devam eden hayatlar var bir de toprağın altına gömdüklerim ve meraklı okurun keşfedecekleri…” diye. İşte yüzeyde gördüğümüz hayatların birbirinden farklı görünmelerinde şehirlerin dokularının da önemi büyük. Ama diğer yandan da bazı ortaklıkların şehir, dönem, aile tanımadan bizi buluşturduğunu da unutmamak lazım. İşte bu ortaklıklara da alt metinlerde tanık olacak okur.

Kronolojik olarak bakıldığında kitabın tarihsel serüveninin 1927’ye uzandığı, bu sürecin farklı şehir, karakter ve sıçramalarla 2023’e dek ulaştığı belirtilebilir. Dolayısıyla burada tarihsel bir süreç, belirli aralıklarla tekrar eden bir örgü söz konusu. Bu yüz yıllık tarihsel süreçte kadın hikâyeleri nasıl dönüştü?

Aslında bu tarihsel örgü MÖ 7. yüzyıldan bu yana anlatıldığını varsaydığımız Demeter ve Persephone miti ile 1986’ya gelince başlıyor. Az önce söylemiştim. Konumuz bir mitten geliyor ama pekâlâ 1980’lerin Anadolusu’na da gayet uygun. 1927’nin Tire’si ise, Kurtuluş Savaşı’nın tam göbeğinde kalmış ve yeni yeni yaralarını saran bir yer. Buradaki kadınların çoğu eşlerini, sevgililerini kaybetmişler ve bir yaşama mücadelesi veriyorlar. İmkansızlıkların arasında bile kalpler atıyor ve aşk bir şekilde filizlenecek bir yürek buluyor.

2009’da Antalya’da Beyza’nın, 2013’te Elvan’ın, 2016’da Ebru’nun, 2022’de Katre’nin hikâyelerinin temeli hep aynı: Sevilme ihtiyacı. Ben kadın ve erkeğin doğa ile denge için ve bir arada var olmalarını önemsiyorum. Özellikle de bir ahenk oluşturmalarını. Ama bizim gibi toplumlarda bu pek mümkün olmuyor. Bir ahenk yakalamak isterken “sevilme ve kabul görme ihtiyacı” büyük bir engel olarak çıkıyor karşımıza. Kanımıza işlemiş, coğrafyamızın ve aile köklerimiz sayesinde nesiller boyu taşıdığımız bu ihtiyaç kadınların kendilerinden vazgeçmelerine neden oluyor. Özellikle ilişki kurma biçimlerimize bakınca net bir şekilde görüyoruz bunu. İşte, evde, sokakta… Kimisi fark ediyor, kimisi fark edemiyor. Fark eden kendini ve bu dünyadaki amacını buluyor, bulamayan da miş gibi yaşamaya devam ediyor. Ayrıca bunun eğitimle, sosyal statü ile ilgisi olduğunu da düşünmüyorum. 1927’den bugüne birkaç durakta durup bu kadınlık haline bakıyorum öykülerde ama siz isterseniz durakları çeşitlendirip daha geniş bir açıdan da bakabilirsiniz. Ya da kitabı okuduktan sonra çevrenize bu gözle bakmaya başlarsınız. Ben de hayırlara vesile olmuş olurum.

Kitapta ele aldığınız her bir kadın karakterinizin kendisine özgü bir hayatı, dünya görüşü, alımlanma süreci var. Öyle ki her biri farklı zamanların, farklı coğrafya ve şartların kadınıdır. Bu noktada gerek tarihsel gerekse coğrafi anlamda Katre’nin kadın hikâyelerinin peşinden gittiği, bu anlamda ortaya Türkiye kadınlarına dair alternatif bir tarihçe çıkardığı söylenebilir mi?

Eğer böyle bir şey söylenirse çok mutlu olurum. Çeşitlilik ve farklılıkların bir arada olması benim için çok kıymetli. Özellikle herkesi tek tip olmaya zorlayan bir çağda. Kadınların içlerinde kopan fırtınalar, yaşamlarını kendilerinin şekillendirebilmeleri… Otantik kimliklerini bulabilmelerini çok önemli. İlk hikâyede yaşamak için bedenini kiraya veren bir kadın var: Nalan. İkincide ise küçümsediği tasavvuf yolunun önünde kapılar açtığı bir kadın: Katre. İki farklı uç gibi görünen bu iki kadının temelde hislerin, beklentilerinin, arzularının benzer olması ve yaşamın onlara farklı yollar açması tamamen gerçek. Çünkü hayatta hepsi var. Kitaba ismini veren Katre ilk öykü olabilirdi aslında ama okurun kitaba bakış açısını değiştirebileceğini düşündüğüm için Nalan ile başlıyorsunuz okumayı.

Malum insanlara karşı çok ön yargılı olduğumuz bir dönemdeyiz. İnsanları sınıflara ayırmaya ve ona göre değerlendirmeye bayılıyoruz. Oysa her insan bir evren ve içinde neler olduğunu bilmek mümkün değil. Herkesin inanmaya ihtiyacı var, neye inanırsa inansın. Ve herkesin de bu inançlara saygı duymayı öğrenmesi lazım. Ama o kadar benciliz ki, bir tek bizim inandığımız doğru ve gerçek gibi geliyor. Herkesle de bu inançta birleşmek zorunda gibi hissediyoruz. Olur mu öyle şey. İşte son zamanlarda toplumda beni en çok üzen şeylerin başında bu ön yargılar geliyor. Bu önyargıların oluşumuna kim zemin hazırlıyor ise başka bir tartışma konusu. Bu sohbetin konusu değil.

Öne Çıkanlar