'Sabır Taşı': Devridaimin devir teslimi
Cennet SEPETCİ
“İnsan, içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?”
Didem Madak
Sanatı, edebiyatı, ‘kurmaca’ olan her şeyi fazlasıyla önemli buluyorum; hayatı yorumlamak, bazen ders çıkarmak, keyif almak, anlamlandırabilmek için bir dizi hissi.
Kurmacaları, sanat yapıtlarını konuşurken, belki milyon kez bambaşka üslup ve alandan, birçok kişi tarafından farklı şekillerde tekrarlanmış, benim ise bir hocamın sesiyle kulaklarımda çınlayan ‘benziyor ama o değil.’* cümlesi fazlasıyla içimi rahatlatıyor çoğu zaman.
Bir taraftan da kulağıma küpe. Her şeyin de başımıza gelmesini beklememek lazım bazen. Tipik bir Ortadoğu ülkesine ‘benziyor’ ama tam olarak ‘o’ olmasak da, kurguda, bu coğrafyada, sınırlarımızda geçen hikayeleri bir hayli merak ediyor ve önemsiyorum.
Gerekli görmesem de, illa ki seçtiğim içeriklere bir sebep sunmam gerekirse bunu söyleyebilirim sanırım. Bu ülkelerin sanatı, edebiyatı, öncelikle kadınların fakat pek de ilgi görmediğinden midir, yasaklar, imkansızlıklar sebebiyle ülke sınırları dışına çıkmadan üretimlerini dışa açamadıklarından mı bilinmez, Türkçede ulaşmak zor olduğundan üreticinin cinsiyetine de çok takılmadan sanatsal/kurgusal üretimleriyle ilgileniyorum. Mesela şeriatla yönetilen bir ülkede bir kadın yazar bilim kurgu yazmış mı? Bu sorunun cevabını henüz bulamamış olsam da çok merak ediyorum.
Afgan yazar Atiq Rahimi tarafından yazılan Goncourt Ödüllü ‘Sabır Taşı’, yazarın Türkçeye çevrilen ilk kitabı. “Bu kafesi parçalayacağım bir gün, onun korkunç ıssızlığını... Zevk şarabını içeceğim, şarkı söyleyeceğim bir kuşun baharda yapması gerektiği gibi”
Yukarıdaki dizelerin yazarı, kocası tarafından öldürülen Afgan kadın şair Nadia Anjuman anısına yazılmış olan kitaptan, kitap aynı isimle sinemaya da uyarlandı.
Taliban’ın yönetime tekrar el koyuşunun üçüncü yılı biterken ve kadınların dua ederken başka bir kadının sesini duymalarının dahi yasaklandığı ülkede, savaş yıllarında geçiyor ‘Sabır Taşı’
Tek mekanda, bir evin tek bir odasında geçen romanın ilk sayfalarında mekanı en ince ayrıntısına kadar betimleyen yazarın bunu neden yaptığını son sayfaya gelip dönüp ilk sayfaya tekrar göz attığımızda anlıyoruz. Rahimi, yaptığı detaylı betimlemeyle son satırda her şeyin yerli yerine oturduğu, kendi ekseninde dönen bir küre yaratıyor. Aynı zamanda yönetmen olan Rahimi, cümleleri elinde bir kamera varmışcasına kullanıyor.
Sahne, duvardaki fotoğrafının karşısında bir döşekte, ensesinde bir kurşunla bilinçsiz yatan bir adam ve ona bakmakla yükümlü karısıyla açılıyor. Oda sınırları dışından ağlayan çocuk sesleri, mollanın vaazları, artık tarafların bile seçilmedi bir savaşın silah sesleri duyuluyor. Her şey odanın dışında olup bitiyor etkisini odanın içinde, kadının ağzından dinliyoruz. Kitabı tekrar tekrar elimde çevirirken tiyatroya uyarlanabilirliği üzerine de düşünmeden edemiyorum.
ALTÜST OLAN ZAMAN, ROLLER VE İKTİDAR
Öncesinde ‘normal’ kabul edilen bir zaman dilimi hakimse de birçok kez savaşa katıldığı için ‘kahraman’ addedilen karakterin vurulması ile zaman dakikalar ile değil, bilinçsiz yatan adamın nefes alış veriş hızı, midesine salınan hortumla verilen tuzlu-şekerli serumun damlama hızı, kadının tespih çekiş hızıyla ölçülüyor; “Yirminci tespih çekiminde, sucu komşunun kapısını çalacak. Boğuk boğuk öksüren yaşlı komşu kadın her zamanki gibi kapıyı açacak. Otuzuncuda bisikletli bir çocuk, komşunun kızı için ‘Leyli, leyli, leyli, can, can, can, yüreğimi dağladın…’ havasını ıslıkla çalarak sokaktan geçecek… Ve yetmiş ikinciye geldiğimde, o ahmak molla seni ziyarete gelecek…”
Günler de değişiyor adam vurulduğuktan sonra, artık ayın on beşi ya da pazartesi, salı değil. El-Kahhar, El-Vehhâb, Es-Sabûr. Adamın yatağa düşüşünün kaçıncı günü ise Allahın adlarından o sayıya tekabül eden isim artık o günün adı.
Kadın, adam onun bakımına muhtaç kalana dek içine girip çıkılan bir et yığını, istediğinde alınıp istenmediğinde bir paçavra gibi kenara atılan bir nesne, çocuk doğurmakla yükümlü aksi halde sokaklara ya da bir geneleve düşecek olan bir mahlukken roller ve iktidarı elinde tutan taraf da bir anda değişiyor. Artık kadının bir sesi var. Kocasının bilinçsiz bir halde yatsa da onu duyduğunu ve anladığını biliyor ya da öyle olmasını istiyor.
Bir yerden sonra bir isimsiz kahraman ‘Seng-i sabur’a dönüyor; Sabır taşı’na. Kadın hayatında ilk kez konuşuyor, sadece kocasıyla da değil, kimseyle konuşamamış kadın, doğduğundan beri ilk kez kendi hakkında, başından geçenler hakkında, hoşlandığı şeyler hakkında, istekleri, arzuları hakkında birine bir şeyler anlatıyor. Anlattıkça hafifliyor, anlattıkça özgürleştiğini hissediyor. Bu, sadece için yaptığı bir şey de değil üstelik, tüm susturulmuşların sesi; “Gırtlağımdan çıkan bu ses, binlerce yıldır gizli kalmış bir ses”
Artık üzerinde bir hükmü olmayan kocasıyla konuşarak, aklından, içinden, başından ve üstünden geçen her şeyi bir bir anlatarak onu bir sabır taşına çevirip çatlayacağı anı bekleyerek geçiriyor günlerini. 10 yıllık evlilikte başından geçenleri gecelerini uykusuz, kabuslar içinde geçirmesine sebep olan ‘büyük sırrını’, kocasının hiç farkında olmadığı kadınlığını, arzularını, öfkesini. Kumar borcuna karşılık satılan ablasını, kısır diye kayınpederinin rahatça tecavüz ettiği, sonrasında geneleve düşen halasını, sırf sonu onun gibi olmasın diye başkasından yaptığı çocuklarını, kardeşlerinin, yengelerine sahip olmak için nasıl da abilerinin ölümünü beklediklerini…
BİR AFGAN ÇOCUK MASALI OLARAK OİDİPUS
Kitap içerisinde Afgan kültürüne ait şarkılar, hikayeler çocuk masalları da geçiyor yer yer. Bunlardan biri de kahinlerin söyledikleri sebebiyle kız çocuk istemeyen ve doğan kız çocuklarını öldürten bir kralın hikayesi. Masal bu ya, cellat ve kraliçe doğan kızlardan birini alıp kaçıyorlar uzak diyarlara. Yıllar geçip gidiyor, küçük kız güzeller güzeli bir prenses oluyor. Baba kral, bitmek bilmez fetihlerinden birinde ona direnen adil kraliçenin ülkesinin sınırlarına dayanıyor. İstilasının bir kadın tarafından kabul edilmemesi de bir hayli canını sıkıyor kralın. Krallıkları abluka altında günden güne yıkıma sürüklenirken güzeller güzeli prenses kralla konuşma kararı alıyor. Annesinden gizli kralla görüşüp anlaşmaya giden prenses krala ilk görüşte tutuluyor. Kralda ona karşı boş değil hani, prenses geceyi kralın koynunda geçiriyor. Sabah gidip
olan biteni annesi kraliçeye anlatıyor. Daha kralla yattığı bilgisini dahi öğrenmeden çılgına dönüyor kraliçe. Prenseste böyle öğreniyor kralın aslında yıllar önce onun ölüm fermanını veren babası olduğunu. Masal burada, müthiş bir muammayla bitiyor. Kahramanımız yıllarca bu masalı düşünüp en iyi, en uygun sonu arıyor. Tüm ihtimallerin birinin ölümüne çıktığı masalda ölümlerden en hayırlısını seçmeye çalışıyor.
DEVRİDAİMİN DEVİR TESLİMİ
Benzer coğrafyalardaki kadınların doğumlarıyla birlikte üstlendikleri, nesilden nesile aktarılan sessizliklerini, bu bitmeyen döngüyü açıklamak için kullanılabilirmiş gibi geliyor devridaim deyimi.Yıllarca kendi üstlendiği sabır taşlığı görevini kocasına devreden bir kadının hikayesi bu. Tarafların artık birbirine karıştığı, savaşın hiç bitmediği, kendi arkadaşlarınca vurulan bir adamın karısının hayatını baştan sona gözden geçirmesinin, ilk kez konuşmasının hikayesi Sabır Taşı. Gazete manşetlerinden, etraftan, eşten dostan aldığımız havadislerden tanıdık gelen çokça ayrıntı var içinde. Diğer taraftan Afgan kültürü, yaşayışı, gündelik hayatı, ilişkileniş biçimleri hakında bir hayli bilgi barındırıyor olsa da en başta dediğim gibi ‘benziyor ama o değil’, iyi ki..
* 'Benziyor ama o değil.’ - Prof. Dr. Beliz Güçbilmez