Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar

Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar
Kıymet Erzincan Kına ile yeni kitabı 'Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar'ı konuştuk. Fatma Ana’nın, Sarı Kız’ın ya da Al Karısı’nın izini süren Kına, bu topraklardaki kadınların da hikayesini anlatıyor.

Esra Çiftçi


İSTANBUL - Çok sayıda kült eseri Türkçe’ye çeviren Kıymet Erzincan Kına bu kez de kendi kaleme aldığı “Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar” kitabıyla okurlarıyla buluştu Ressam Işıl Dural'ın kapak resmini hazırladığı kitapta gerçek olaylar anlatılmasa da anlatmasalar da hakikati kulağımıza fısıldayan mitolojik masalların, destanların, halk şiirinin, ritüellerin izinden, yazılmamış kadın
tarihine dair gerçek arayışının izi sürülüyor.

Trakya’dan Hatay’a, Çukurova’dan Doğu’ya kadar neredeyse tüm yurdu dolaşarak yüzden fazla kişiyle sözlü görüşme yapan, Fatma Ana’nın, Sarı Kız’ın ya da Al Karısı’nın izlerini süren Kıymet Erzincan Kına’ya konuk oluyoruz.

'AL KARISI ÜZERİNDEN KADINLARA YÖNELİK AYRIMCILIK YAPILIYOR'

Kıymet Erzincan Kına, kitap için yaptığı araştırmanın beş yılı aldığını ama asıl hikayesinin çocukluğuna kadar gittiğini söylüyor. Erzurum’un ücra bir köyünde doğduğunu, on yıl yaşadığı köyünde korku gerilim hikayelerinin bir numaralı kahramanı Al Karısı anlatılarıyla büyüdüğünü söyleyen Kına, bunları dinlerken Al Karısı üzerinden kadınlara yönelik ayrımcılıkları o zaman çok fark etmediğini belirtiyor ama kendine soruları sorduğunu da şu sözlerle ifade ediyor:

“Gerçek yaşamdan kadınların neden Al Karısı’na benzetildiğini bir türlü anlayamıyordum. Burada bir adaletsizlik vardı. Örneğin neden bana bir türlü düzene sokamadığım kıvırcık saçlarımdan dolayı Al Karısı deniyordu? Neden teyzeme ya da halama söz tutmadığı zamanlarda Al Karısı deniyordu? Neden
büyük memeli kadınlar Al Karısı oluyordu?”

'NEDEN BİZ KADINLAR HAVVA’NIN CEZASINDAN DOLAYI SANCI İÇİNDE DOĞURMAYA MAHKUM EDİLDİK'

Üniversite yıllarında da Havva’nın derdi sarıyor Kıymet Erzincan Kına’yı, Âdem ile aynı günahı işleseler de sadece Havva’nın günahkâr ilan edilmesinin nedenlerini de sorguluyor:

“Neden biz kadınlar Havva’nın cezasından dolayı sancı içinde doğurmaya ve kanamaya mahkûm edilmiştik? Hem neden dünyaya yeni bir can getirmek ceza olsundu? Neden merak edip elmayı yemek günah olsundu? Bilimin, öğrenmenin fitili merak duygusuyla yakılmıyor muydu? Bu dertle o dönemde
bir dergide yayınlanan 'Taşlanan Güzel Gerçek' adıyla bir makale de yazmıştım. Sonra dünya koşuşturması içinde bir suskunluk dönemim oldu.”

'UMAY’IN BİR CADI ULU ANA OLDUĞUNU ÖĞRENDİĞİMDE KAFAMDAKİ DÜĞÜM ÇÖZÜLDÜ'

Kıymet Erzincan Kına’nın, yazma dürtüsü kırkından sonra tekrar depreşiyor. 'Umay' ya da 'Al ruhu'nun bir cadıya dönüştürüldüğünü öğrendiği anın ise derdinin düğümünün çözüldüğü an olduğunu belirtiyor. Bu bilgiyle ulu anaların nasıl cadıya dönüştürüldüğünün izlerini aramak üzere kitap fikriyle bir yolculuğa
çıkan Kına, karmakarışık edilen bir yapbozu kendince toparlamaya çalışırken bildik yollardan gitmediğini şu sözlerle anlatıyor:

“Daha az sansüre uğramış kaynaklara yöneldim. Bu anlamda kırsaldan insanlarla yaptığım sözlü görüşmelerde özellikle de yaşlı kadınlarla görüşmelerimde bazen öylesine söylediklerini sandıkları bir söz benim için paha biçilmez bir veri oluyordu. Bu görüşmelerime yakınlarımla Erzurum ve Hatay üzerinden başlattım. Annem, halam (bibim) teyzem (ezem) ve kayınanam en başta. Onlardan dinlediğim doğum ritüellerinde şer kılığında bile geçmişin ulu analarının bebeklere ve analarına hayır getirdiğini gördüm. Onların anlattığı masalların, söyledikleri manilerin ve ritüellerin satır aralarında dişil gücün
koruyan, yaşatan, birleştiren izlerini yakalamaya çalıştım”

'ULU ANALARIN DOĞADAKİ YANSIMALARININ İZİNİ SÜRDÜM'

Araştırmalarını hep satır arası ve tersinden okumalarla devam ettiğini söyleyen Kına, Anadolu ve Trakya’nın farklı yerlerini de katarak araştırmasını genişletiyor. Kuşkusuz görüşmelerini sadece kadınlarla yapmıyor. Özellikle Alevi-Bektaşi- Kızılbaş inançlarıyla bağlantılı olarak araştırmacı ve inanç önderleri ve müzisyenlerle görüşmeler de yapan Kına, kitabın başlangıcında hiç bu kadar bu
inançların içine gireceğini düşünmemiş.

“Fakat özündeki anaerkil unsurlarla eski inançlardan çok izler taşıdığı için yol beni kendiliğinden oraya götürdü. Sadece sözlü görüşmelerimde değil özellikle editörüm araştırmacı yazar ve ozan Ali Cem Akbulut’un doğrudan katkılarıyla Alevi-Bektaşi-Kızılbaş şiirlerinde başta Fatma Ana olmak üzere Sarı Kız, Kadıncık Ana gibi uluların izlerini yakalamaya çalıştım. Kadın ozanlarla tanıştım. Ulu anaların doğadaki yansıması olarak geyikler, turnalar, ağaçlar, taşların izini de sürdüm bu şiirlerde. Ayrıca ideolojik tarih kitaplarında verilen bilgilere değil de arkeolojik bulguların peşine düştüğüm de çok oldu”

KELİMELERİN SOY KÜTÜĞÜ

Özellikle Anadolu Orta Çağı'nda Selçuklu ve Beylikler döneminden ulu anaların cadılaştırılmadığı zamanlardaki kadın görünürlüğüne dair izleri yakalamak için Orta Anadolu’da çok geziler yapan Kına, dil arkeolojisinin de önemli veriler sunduğunu, kendi için kelimelerin soy kütüklerinin, köklerdeki ulu anaların ışığını dallara, budaklara yapraklara taşıyan birer can suyu olduğunu belirtiyor:

“Özellikle de yerel sözcükler. Örneğin Umay kelimesi hiç bilinmiyor sanırken, Tokat ve Çorum de 'umaysız' sözcüğüyle karşılaştım. Etrafındaki umma, umut, umar, umarsız, umacı, öcü, eci, momoci gibi kelimelerin çağrışımları da Umay’a götürdü beni. Al alma, al bayrak, al turna, sarı turna, sarı tamburada, ala geyik veya atta Umay’ın değil ama onun başka adları Sarı Kız’ın, Al Ruhu’nun izlerini yakalamaya çalıştım. Umay’ın daha canlı bilindiği Orta Asya’daki izlere ise daha çok araştırma kitaplarından ulaşmaya çalıştım”

'UMAY ARTIK DAHA ÇOK LOHUSALARI VE ÇOCUKLARI KORUDUĞUNA İNANILAN BİR KUTSAL'

Sözlü görüşmeleri ve izlediği videolarla bu bilgileri test etmeye çalışırken, buradaki inançlarla Anadolu’daki batini inançlar arasındaki benzerliklerin tahmininden fazla olduğunu gören Kına, burada Alevi inançlarıyla benzerlikleri içinde kadınların görünürlüğünün kendisini cezbettiğini belirtiyor. Kına, Orta Asya’da Hz. Ali’nin o kadar baskın olmadığını ama Fatma Ana, Bibi Batima adıyla Umay Ene ile yan yana aynı duada yer aldığını ifade ediyor ve kitabına da ismini verdiği Umay Ana’nın kim olduğunu şöyle anlatıyor.

“Umay Orta Asya Türk Mitolojisinde bugün bile adı hala canlı yaşayan ama artık daha çok lohusaları ve çocukları koruduğuna inanılan bir kutsal. Geçmişteki ulu ana dönemindeki en büyük iz Newroz törenlerinde alazlama ritüellerinde bir bereket sembolü olarak Umay Ene adıyla bilinmesi. 'Manım kolum emes, bibi Patime, bibi Suhra kolı, Umay Ene, Kambar Ene kolı' duasında olduğu gibi Fatma Ana ile yan yana olduğu da oluyor. Tarihi kaynaklara baktığımız zaman ise M.S. 7 ve 8'inci yüzyıllarda dikilen Göktürk Yazıtları'nda ise devletin en yüksek ağızlarından ismini duyarız. Bilge Kağan, kardeşi Kültigin’in (dolayısıyla kendisinin de) kutunu annesi Elbilge Hatun’undan aldıklarını onun da bu yüceliği Umay’dan aldığını ifade eder. Vezir Tonyukuk ise ordusunu düşmana karşı coşa getirirken, onları Umay Tanrı’nın ve Yer Su ruhlarının yardım edeceğini söyler. Dolayısıyla tek tanrılı dinlerin devrinde ana tanrıça kültlerinin artık kapandığının söylendiği bir dönemde, Umay’ın sadece halk inançlarında değil en yüksek devlet katında hala kabul gördüğünü görüyoruz. Üstelik bugün kadını fazla yaklaştırmak istemediğimiz ordu içinde bile itici güç. İşte bu damar Tomris Hatunları, Mama Hatunları ya da Bacıyan-ı Rum’u, Nene Hatun’u, Fatma Bacı’yı, Şerife Bacı’yı yaratmış olsa gerek. Ya da 20. Yüzyılda bile Umay’ın bir başka adı Sarı Kız’ın Kıbrıs Barış Harekatı’nda askere yardım ettiğine halkı inandırmış”

'TANRIÇA GÖRÜNÜRDE YOK AMA RİTÜELDE YAŞIYOR'

Umay’ın adını yazılı bir kaynak olarak Kaşgarlı Mahmud’un 11. Yüzyılda derlediği Divanu Lugati’t-Türk’te de örüldüğünü söyleyen Kına, burada artık düşüşün başladığını, sadece Umay’ın bir kelime olarak plasenta anlamına geldiğinin söylendiğini belirtiyor. Kadınların buna iyi bir alamet olarak baktıklarını ve
ona tapınılırsa çocuk olacağına inandıklarına dair bir atasözüne de yer verildiğini söyleyen Kına, bu inancın devamlılığını göbek bağında görüldüğünü belirtiyor ve şu örnekleri veriyor.

“Göbek bağını en iyi üniversitelere, okulların ya da bazen cami bahçelerine gömenler neden umar umarlar acaba! Ya da özellikle köylerdeki doğumlarda eş denilen plasentanın büyük ağaç diplerine ya da ayak basılmayacak yerlere kefene sarılarak dualar eşliğinde kadınlar tarafından gömülüşünü nasıl açıklamalı mesela! Tanrıça görünürde yok ama ritüelde yaşıyor. Hayat ağacı misali üzerindeki damarlı yapısıyla Umay ya da plasenta bebeğe yar ve yardımcı değil mi zaten. Doğumdan sonra da Al Karısı adıyla şer kılığında bile olsa “aman 40 gün bebeğin de annesinin de mezarı açık” dercesine etrafındakileri korkutarak da olsa, onlara göz kulak olmalarını sağlamıyor mu? Ya da ebeler “Benim elim değil, Fatma Ana’nın eli” diyerek gebenin bir avazda kurtulmasını istemiyorlar mı? Umay ya da başka ulu analar türlü türlü şekillerde, donlarda hep yaşamımızdalar kısaca”

KİTABIN ADININ HİKAYESİ

Kitapta mitolojik ya da gerçek birçok kadın olduğunu söyleyen Kına, bu kadınların en başta Umay, Fatma Ana, Sarı Kız, Meryem Ana, Kadıncık Ana, Güzide Ana, Elif Ana, Anşa Bacı, Sefil Bacı, Reyhan Bacı, Yeter Ana, Arife Ana, Mama Hatun, Nene Hatun, Taçlı Begüm, Ahi Kadınlar Bacılar veya Bacıyan-ı Rum’un ilk akla gelenler olduğunu belirtiyor. Bunların çoğunun Anadolu Orta Çağında veya Alevi-Bektaşi-Kızılbaş inançlarında etkin kadınlar olduğunu söyleyen Kına, aralarında Mama Hatun gibi devleti yönetenlerin de var olduğunu, aşık ve ozanların da olduğunu, savaşçı kadınların, siyasette ve inançta etkin rol alan kadınların yanı sıra, ticaret yapan kadınların da olduğunu ifade ediyor. Kıymet Erzincan Kına, 'Umay Ana’dan, Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar' isminin nasıl oluştuğunu da bizimle şöyle paylaşıyor:

“Bu isimle hem kitaptaki ana fikri vermeye çalışırken hem de kitabın üslubuna dair kendimce okura bir fikir vermek istedim. 'Umay Ana’dan Al Karısı’na' kısmı kitabın araştırma inceleme ve akademik yönüne gönderme yaparken, 'Atlı Gelip Yaya Kalanlar' kısmında ise kitaptaki şiirsel anlatı kısmına işaret etmek istedim. Kitapta değişen üretim ilişkileri ve yerleşik hayata geçişle beraber kadının simgesel olarak Kibele misali bir ulu ana formundan Lilith misali bir cadıya dönüşünü Umay Ana ve Al Karısı mitiyle vermeye çalıştım. Bu düşüşü özellikle Umay ve Al Karısı üzerinden vermemin temel nedeni ise çocukluğumdan beri bildiğim Al Karısı’nın kırkımdan sonra adlarını duyduğum kutsal Al Ruhu ya da Umay Ana olduğunu öğrenmemdi. Dolayısıyla kendimce en bildiğim yerden bu ters yüz edilmenin yaşadığımız topraklardaki izlerine ulaşmaya çalıştım”

'MİTLER ÜZERİNDEN SÜREKLİ ZAYIF, EKSİK, ÖTEKİ OLDUĞUMUZ SÖYLENİYOR'

Bilinç düzeyinde ne kadar erkekle eşit olunduğuna inanılsa da Al Karısı misali, bilinçaltına saplanan çaresizliğin iğnelerinden kurtulmak gerektiğini söyleyen Kına, Yunan mitolojisini herkesin bildiğini, Zeus’un havada karada, suda gözüne kestirdiği her dişiye nasıl tecavüz ettiğinin de bilindiğini, yine benzer ataerkil mitolojilerde tanrıçaların nasıl birbirlerine yurt değil de kurt edildiklerinin de bilindiğini belirtiyor.

“Havva’nın nasıl günahkâr olduğu da zihinlerimize işlenmiş. Kısaca mitler üzerinden alttan alta sürekli zayıf olduğumuz, eksik olduğumuz, öteki olduğumuz söyleniyor. Aksi takdirde cadı olduğumuz, Al Karısı olduğumuz zihnimize kazınıyor. Ama eşitlikçi anaerkil dönemlerin bir miti olarak Umay Ana, M.S 8. Yüzyılda bile canlı canlı yaşıyor ve konargöçer Türkmenlerle beraber Anadolu’da da bugün bile bölük pörçük de olsa canlı izlerine rastlıyoruz. İşte ben bu izleri tekrardan bir araya getirerek en başta kendime umut devşirmeye çalıştım. Kimseye bir şey dikte etmeden kadınca bir tavırla okuru biraz karmaşık
yollardan ötekilerin izlerini takibe çağırdım kısaca. Kadının da yaya kalmadığı zamanların erkeklerle beraber Doğa Ana’nın bütün yavrularının hayrına olduğunu söylemek istedim bir de”

'ALEVİLİKTE ANALIK MERTEBESİ ÇOK ÖNEMLİ AMA YETERLİ DEĞERİ GÖRMÜYOR'

Alevilikte “Analık” mertebesinin çok önemli olduğunu söyleyen ama bunun yanı sıra gerekli itibarı yeteri kadar görmediğine ilişkin eleştirileri de olan Kıymet Erzincan Kına şöyle ifade ediyor:

“Fatma Ana’dan başlayarak analık makamı üzerinden kadının önsezisi, bilgeliği, birleştiriciliği, yapıcılığı, şifacılığı, keramet gücü teoride hep yüceltilmiş. Hatta araştırmalarım sırasında inancı daha özgünlüğü ve samimiyetiyle yaşayanlar arasında Fatma Ana’yı, Sırr-ı Hakikat kapısının piri olarak görenleri gördüm. Ama bunun yanında özellikle kent yaşamında inançta çok popüler olan isimlerden “Ne piri, kadından pir mi olur” diyenleri de gördüm. Ya da Anşa Bacı Ocağından söz ettiğimde “Kadın adıyla ocak adı olmaz” diye bana akıl veren Alevi bilim insanlarını da gördüm”

'KADINCIK ANA ADI LAYIK OLDUĞU GİBİ DAHA ÇOK ANILSAYDI BELKİ DE BİZ KADINLAR DAHA EŞİT KOŞULLARDA OLACAKTIK'

Gelişen kadın hareketleriyle beraber kadınların inançta, dernek yönetimlerinde, cemevlerinde daha etkin görev almaya çalışsalar da geri plana atıldığını söyleyen Kına, hala kadının âdet kanaması nedeniyle zakir olamayacağını söyleyenlerin olduğunu ya da önceden kapalı olmamalarına rağmen cemlerde başlarını kapatanların olduğunu belirtiyor. Uygulamalardaki tüm bu eksiklere rağmen inancı özünde analara ve analar üzerinden kadınlara saygının yine de baki olduğunu söyleyen Kına sözlerine şöyle devam ediyor:

“Maraşlı Elif Ana örneğinde olduğu gibi cins, dil, milliyetin, sınıf farkının üstüne geçerek bir kadının kendi bilgelik, önsezi, cesaret ya da denildiği gibi keramet gücüyle Ana olabilmesi buna en güzel örnek. Bu konuda çok az örnek olsa da yine de çok değerli bir ayrıntı. Ana olması için kocasının Dede olması şart değil kısaca. Toplum ona bu makamı layık görmüşse Ana olabilir. Ama Dedelik kurumunda bir Dedenin, Dede olması için yine de bir Ana ile evli olması şartı aranır. Bektaşilikte ise dervişlerin Dedebaba gibi statülere yükselebilmeleri için yine eşleri olan anabacıların rızalığı şart koşulur. Ama şu da bir gerçek ki Hacı Bektaş gibi bir öncünün gelişini herkesten önce sezen ve ölümünden sonra muhibi Abdal Musa ile beraber Bektaşiliği kurumsallaştırdığı da iddia edilen Kadıncık Ana’yı ateşlerde sır etmişiz yine. Kadıncık Ana adı layık olduğu gibi bugün Hacı Bektaş Veli ile beraber daha çok anılsaydı belki de biz kadınlar daha eşit koşullarda olacaktık. Bu arada Hacı Bektaş Veli ve Kadıncık Ana soyundan gelen Güzide Ana üzerinden Analık makamıyla ilgili başka bir şey daha söylemek istiyorum. Bir kadının Ana olması için çocuk doğurması ya da evli olması gerekmez. “Dünya sütlü meme herkes emiyor. Fitne fücurluğu elden komuyor. Hiç kimse malim yeter demiyor. Alıp götürmeye yeller gelecek” diyerek şiirleriyle bugün bile yaşayan Güzide Ana ne evlenmiştir ne de çocukları vardır”

'ATAERKİL SİSTEMİN KADINDA DA ERKEKTE DE OLABİLECEK BİR ZİHNİYET SAKATLIĞI'

Kadın sorununun bir insan hakları ve aynı zamanda bir çevre sorunu olduğunu söyleyen Kına, zihin temizliğine ataerkil mitlerin tanrıçaları nasıl ötekileştirdikleri, nasıl alaşağı ettikleri üzerine kafa yormayla başlamak gerektiğini belirtiyor. En tepedeki ulu anaları yola getirenlerin, sıradan kadınları kolayca yönetebileceklerini söyleyen Kına, kadınların bilinçaltına kazınanlarla yönetildiğini unutmamak gerektiğini ifade ediyor. Kına söyleyişimizi şu sözlerle bitiriyor:

“Bilinçaltımıza işlenen günahkâr olduğumuza, cadı olduğumuza, eksik olduğumuza hatta Aristoteles’in deyimiyle sakat doğmuş erkek olduğumuza, dair koşullanmalardan kurtulmamız gerekir. Zihinsel ve fiziksel doğum gücümüzü kendi irademize göre kullanabilmemiz gerekir. Ama bunu yaparken erkeği de ötekileştirmemeliyiz de. Varlığın “al ile akın” birlikteliğiyle olduğunu unutmadan yanlış olduğunu bildiğimiz bir şeye biz de kapılmamalıyız. Ataerkil sistemin öncellikle kadında da erkekte de olabilecek bir zihniyet sakatlığı ve eksikliği olduğunu bilmemiz de gerekiyor.”

Kıymet Erzincan Kına Kimdir?

1968 yılında Erzurum Aşkale Dallı köyünde doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Lise yıllarından itibaren edebiyat, sanat ve tarihle ilgilenmeye başladı. 1991’de çıkan “Aykırı” adlı kültür, sanat, edebiyat dergisinde yayın kurulu üyeliği yaptı. Aynı dergide deneme, öykü ve çevirileri yayınlandı. Resim, müzik gibi farklı sanat dallarında edebiyat gözlüğünden bakarak kaleme aldığı sergi ve albüm kapak yazılarının yanında kimi çeviri kitaplarında sunum yazıları yayınlandı. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmakta.

Öne Çıkanlar