Yabancılaşma

Yabancılaşma
Eski devrimci anlayış, yabancılaşmayı “ana akımın” şiddet dolu ve insanlık karşıtı doğasının ayrılmaz bir parçası olarak görürken, postmodern teoriler artık yabancılaşmayı bir kez daha ana akımdan dışlanmanın bir ölçüsü olarak ele almaktadır.

David GRAEBER

Çeviri: Gencer ÇAKIR

* Bu yazı "Alienation" başlığıyla ilk olarak theanarchistlibrary.org'da yayınlanmıştır.


Yabancılaşma kavramı, aynı anda hem yaygın bir duyguyu -çok öznel, tanımlanamaz türden bir duyguyu- açıklama girişimi hem de bunu düzenli olarak üreten toplumun doğasına yönelik bir eleştiri olması sebebiyle son derece ilginç bir kavramdır.

Bu her zaman böyle değildi. Kişinin dünyada evinde olmadığı hissi, çevresinden kendisinden ve diğer insanlardan uzaklaşma duygusu tarih kadar eski görünüyor; çoğu dünya dininde (Budizm, Hıristiyanlığın ve Taoizm'in çoğu türü, İslam'daki Sufi akımlar) bu duygu esas olarak insanlık durumunun hakikatine dair derin bir kavrayışı yansıtan bir şey olarak görülmüştür.

Münzeviler, keşişler ve meditasyoncular genellikle yabancılaşma duygularını daha yüce bir şeye giden bir yol olarak aktif bir şekilde değerlendirmiş veya geliştirmişlerdir. Kalvinizm, yalıtılmışlık ve boşluk duygularını insanlığın lütuftan düşüşünün bir işareti olarak görerek modern anlayışa yaklaşmıştır, fakat terimin modern anlayışı ancak on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmıştır.

Bu anlayış, büyük, gayrişahsi, endüstriyel bir şehirde yaşama deneyimiyle yakından bağlantılıydı. Yabancılaşma duyguları özellikle daha önceki nesillerde melankolinin muhtemel kurbanları olarak görülen entelektüelleri, sanatçıları ve gençleri etkisi altına almaya başlamıştı. Etkileri hemen hemen aynıydı: depresyon, anksiyete, umutsuzluk, intihar.

Modern yabancılaşma literatüründe iki ana akım ayırt edilebilir: Bunlardan biri, deneyimin kendisini modern yaşamın gayrişahsi, bürokratikleşmiş doğasının kaçınılmaz (ancak muhtemelen iyileştirilebilir) bir etkisi olarak vurgulayarak, bu deneyimi dünya hakkında daha derin, daha gerçek bir hakikate ulaşmak için kullanma yeteneğinin kaybı ile birlikte ele alır, çünkü Tanrı'nın ve geleneksel otorite yapılarının ölümüyle birlikte, bu hakikatlerin çoğunun kesin olarak kaybolduğu düşünülür. Diğeri ise eski teolojik geleneklerden yola çıkarak yabancılaşmayı modern (yani kapitalist, endüstriyel) düzenin gerçek, gizli doğasının anahtarı olarak görmüş ve bunun ancak bu düzenin yıkılması ve yerine son derece farklı bir şeyin getirilmesiyle çözülebilecek tahammül edilemez bir durum olduğunu göstermiştir.

İlk gelenek Alexis de Tocqueville, Émile Durkheim veya Max Weber gibi sosyal düşünürlerde; Fyodor Dostoyevsky veya Franz Kafka gibi romancılarda; ve Søren Kierkegaard veya Friedrich Nietzsche gibi filozoflarda karşımıza çıkmaktadır. Burada yabancılaşma, modernitenin tüm olumlu değerlerinin karanlık yüzü; topluluk, hiyerarşi, kutsal gibi önceki tüm anlam kaynaklarından koparılanların deneyimi olarak alınır. Yabancılaşma, bireyciliğin yalıtılmışlığa, özgürlüğün köksüzlüğe, eşitlikçiliğin tüm değerlerin yok edilmesine, rasyonaliteye, bir demir kafese dönüştüğü noktadır.

Muhtemelen bu türdeki en ünlü formülasyon Émile Durkheim'ın (1858-1917) anomi kavramıdır. İntihar oranlarının hem ekonomik canlılık hem de ekonomik çöküş dönemlerinde artma eğiliminde olduğunu gözlemleyen Durkheim, bunun tek nedeninin hem canlılık hem de çöküş dönemlerinin sıradan insanların beklentilerini alt üst etmesi olduğu sonucuna varmıştı. Böylesi dönemlerde insanlar normlardan yoksun, hayattan ne bekledikleri ya da ne istediklerinden habersiz, dahası bunu bilebilecekleri bir zamanın varlığını dahi hayal edemeyen bir duruma düşerler.

Bu tür bir analiz ya (sosyal muhafazakârların tercih ettiği) modern toplumda kamusal yaşamın yabancılaşmadan başka bir şey olamayacağı varsayımına dayanan teslimiyetçi bir kötümserliğe, ya da yabancılaşmayı politika yapıcıların ideal olarak iyileştirebileceği, dahası üstesinden gelebileceği bir sapkınlık veya uygun entegrasyon eksikliği olarak gören liberal bir yaklaşıma yol açabiliyordu.

Diğer geleneğin izi, büyük ölçüde teolojik kaynaklardan yararlanan Georg Wilhelm Friedrich Hegel'e (1770-1831) kadar sürülebilir. Hegel için “yabancılaşma” teknik bir terimdi ve Tinin (Hegel için aynı anda Tanrı, Akıl, Ruh ve İnsanın Öz-Bilinci idi) gerçek öz-bilgiye [self-knowledge] ulaşacağı süreçte gerekli bir andı. İnsanlık tarihi de aynı hikâyeyi içeriyordu: Zihin kendini dünyaya yansıtır, örneğin Hukuk, Sanat, Bilim ya da Devlet yaratır; sonra yarattıklarıyla kendisine yabancı ve tuhaf bir şey olarak yüzleşir; en sonunda bu yabancılaşmış biçimlerin gerçekten kendisinin yapıtı olduğunu anlar, onları yeniden bünyesine katar ve sonuç olarak daha zengin bir benlik kavramına ulaşır.

Karl Marx (1818-1883) bu diyalektik yaklaşıma sadık kalmakla birlikte, kapitalizm koşullarında yalnızca kişinin emeğinin ürünlerinin değil, bizzat emeğinin, kişinin üretme kapasitesinin -ki Marx'a göre bu, insan olmanın özüdür- alınıp satılabilen bir meta haline geldiğini ve dolayısıyla işçiye bir “yabancı güç” olarak göründüğünü vurgulayarak çalışmanın maddi yaratıcılığı üzerinde durmuştur.

Marx, Hegel'in iyimserliğini paylaştığı ve bu ikilemi yeni, devrimci bir topluma giden yol olarak gördüğü ölçüde, tüm bunlar, yabancılaşmanın ne kadar acı verici olursa olsun, kişinin dünyayla ilişkisinin hakikatine dair bir farkındalık olduğu ve böylece bunun anlaşılmasının yabancılaşmayı aşmanın anahtarı haline geldiği eski, teolojik anlayışla büyük ölçüde uyumludur. Ancak yirminci yüzyıl Marksistleri bu kadar tekdüze bir iyimserlik içinde olmamışlardır.

Marksist rejimler resmi olarak kendi toplumlarındaki yabancılaşma sorununu ortadan kaldırdıklarını iddia ederken, György Lukács ile başlayıp Frankfurt Okulu ile zirveye ulaşan Batı Marksizmi, endüstriyel demokrasilerdeki devrimci değişim eksikliğini açıklamak zorunda kaldıkça, giderek modern yaşamdaki çeşitli yabancılaşma biçimleri (şeyleşme, nesneleşme, fetişizm, vb.) üzerine uzun bir meditasyon haline geldi. Bu vurgu, yirminci yüzyılın ortalarında, hepsi Marksist olmayan, konuyla ilgili bir literatür patlamasının tonunu belirledi.

1950'lerde ve 1960'ların başında Fransa, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus'nün yalıtılmış birey için bir etik formüle etmeye çalışan varoluşçuluğundan, Sitüasyonist Enternasyonal tarafından geliştirilen en abartılı ve etkili çeşitli Marksist yaklaşımlara kadar uzanan, özellikle zengin bir yabancılaşma teorisinin ortaya çıkışına tanık oldu.

Sitüasyonist Enternasyonal'in üyeleri modern tüketim toplumunu devasa bir “gösteri”, sadece medya imajlarından değil, piyasa mantığından, uzmanların egemenliğinden ve meta biçiminin doğasından oluşan ve hepsi bir araya gelerek bireyleri kendi hayatlarının pasif ve yalıtılmış seyircileri haline getiren muazzam bir aygıt olarak görüyordu.

İçinden çıktıkları radikal sanat hareketlerinin çoğu gibi Sitüasyonistler de kendilerini, kapitalist yabancılaşmanın “yaşayan ölümü”nün üstesinden gelmenin bir yolu olarak gündelik hayatın kendisinde devrim yapmanın yollarını hayal etmeye adamışlardı.

Fransa'daki başarısız Mayıs 68 ayaklanmasından sonra, yabancılaşmaya ilişkin bu literatür postyapısalcı eleştiriler karşısında hızla yok oldu. Bu eleştiriye göre topluma ya da kendine yabancılaşmış bir insan öznesinden bahsetmek imkânsızdı çünkü öznenin kendisi söylemin bir etkisiydi ve dolayısıyla toplumsal bir kurguydu. 1970'ler ve 1980'ler boyunca bu eleştiriler Fransa dışına taştı ve sonuç olarak yabancılaşma teması yirmi birinci yüzyılın başlarında entelektüel tartışmalardan büyük ölçüde silindi. Bunun iki ana istisnası vardır. Birincisi, radikal ve kurtarıcı biçimiyle yabancılaşma fikri, büyük ölçüde akademi dışındaki sanatsal ve devrimci çevrelerde canlı kalmıştır. Örneğin sitüasyonizm, her ikisi de büyük ölçüde “ana akım” kentsel, endüstriyel veya post-endüstriyel yaşamın anlamsızlığına ve yabancılaşmasına karşı isyan olan (giderek daha da uluslararası hale gelen) anarşist ve punk hareketlerinin merkezinde yer almaya devam etmektedir. Bu temalar, “küreselleşme karşıtı” hareketin yükselişiyle birlikte aniden kamuoyunun dikkatini yeniden çekmiş olsa da, akademide neredeyse hiç yankı bulamamıştır.

İkincisi, daha liberal, iyileştirici biçimiyle yabancılaşma fikri sosyolojinin belirli dallarına yerleşmiş ve dolayısıyla giderek “postmodern” yabancılaşma teorisi olarak adlandırılan şeyde yeniden ortaya çıkmıştır. Amerikalı sosyologlar 1950'ler ve 1960'larda yabancılaşma temasını sistematik olarak ele almaya başladıklarında, bunu ölçülebilen bir unsur haline getirerek işe başladılar.

Bir bireyin yabancılaşma derecesini ölçmek için çeşitli anketler ve teknikler geliştirildi; daha sonra yapılan anketler, pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, öğrenciler dışında, yabancılaşma konusunda en yüksek puanı alanların tam da yabancılar, göçmenler ya da ana akım Amerikan yaşamında marjinal olarak tanımlanan azınlık gruplarının üyeleri olduğunu ortaya koydu. 1990'lar boyunca ve yirmi birinci yüzyılın başlarında, bu sosyolojik çalışma kimlik ve kimlik temelli toplumsal hareketlere duyulan ilgiyle birleşerek yeni bir “postmodern” yabancılaşma teorisi üretti.

Bireysel düzeyde yabancılaşmanın, kişinin kendi öz tanımı ile daha geniş bir toplum tarafından kendisine atfedilen kimlik arasında bir çatışma yaşandığında ortaya çıktığı söylenir. Böylece yabancılaşma, çeşitli baskı biçimlerinin (ırkçılık, cinsiyetçilik, yaş ayrımcılığı, vb.) kurbanları tarafından gerçekte deneyimlendiği ve içselleştirildiği öznel bir biçim haline gelir.

Sonuç olarak, eski devrimci anlayış, yabancılaşmayı “ana akımın” temelde şiddet dolu ve insanlık karşıtı doğasının ayrılmaz bir parçası olarak görürken, postmodern teoriler artık yabancılaşmayı bir kez daha ana akımdan dışlanmanın bir ölçüsü olarak ele almaktadır.

Toplumsal düzeyde, postmodern yabancılaşma anlayışının özgürlük eksikliğinden ziyade özgürlük fazlalığından kaynaklandığı söylenir; bu kavram, 19. yüzyılın sonlarında “modern” yabancılaşma kavramları olarak adlandırılanlardan ayırt edilmesi neredeyse imkânsız olan bir kavramdır.

Şimdiye kadar bu iki gelenek, belki de “doğaya yabancılaşma” hakkındaki son çevreci fikirler dışında, birbirleriyle neredeyse hiç temas etmedi. Nasıl ya da ne şekilde temas kuracakları ise ucu açık bir soru olarak kalmaya devam etmektedir.


Bibliyografya

- Geyer, Felix, ed. Alienation, Ethnicity, and Postmodernism. London and Westport, Conn.: Greenwood Press, 1996.

- Ollman, Bertell. Alienation: Marx’s Conception of Man in Capitalist Society. Cambridge, U.K., and New York: Cambridge University Press, 1976.

- Schmitt, Richard, and Thomas E. Moody, eds. Alienation and Social Criticism. Atlantic Highlands, N.J.: Humanities Press, 1994.

- Schweitzer, David, and Felix Geyer, eds. Alienation Theories and De-Alienation Strategies: Comparative Perspectives in Philosophy and the Social Sciences. London: Science Reviews, 1989.

Öne Çıkanlar