Koray Düzgören
1925'lere dönüş, Kürt lafının yasaklanmasına az kaldı!
Yaşamının 30 yılını insan haklarını savunmaya adamış hukukçu Eren Keskin, "Bugünkü mahkemelere bakınca DGM'yi arar olduk, devlet aklı çıldırmış olmalı" diyor.
Bu bir çıldırma hâli midir? Yoksa, kuruluşundan neredeyse 100 yıl sonra kendi kendini yok etmeye niyetli bir devletin bilinçsizce sağa sola yalpalaması mıdır?
Bunu bilmiyoruz.
Bildiğimiz ve gördüğümüz bir şey var. Eren, 30 yıldır avukatlık ve insan hakları savunuculuğu yapıyor, bense 52 yıldır gazetecilik yapıyorum.
Bana kalırsa 100 yıl sonra geldiğimiz nokta, DGM'lerin (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) ülkenin başına bela kesildiği 90'lı yıllara değil, olsa olsa İstiklal Mahkemeleri'nin ülkenin üzerinden bir cellad tırpanı gibi geçtiği 1925'li yıllara daha fazla benziyor.
Tabii 1925'lerin Takrir-i Sükun dönemini, o dönemin İstiklal Mahkemeleri gibi bir uygulamayı yaşamamış olsaydık herhalde DGM'leri de, bugünün hukuk katliamlarını da belki görmeyebilirdik.
O dönemle hesaplaşabilseydik, yüzleşebilseydik ve o karanlık dönemden dersler çıkarabilseydik olağanüstü uygulamaları olağan hale getirmez, sorunlara olağan çözümler arıyor olurduk.
İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı. Sonra ne oldu?
Sıkıyönetim Mahkemeleri getirildi. Sonra DGM'ler kuruldu. Avrupa Birliği üyeliği süreci denilen ama aslında devleti yönetenlerin asla razı olmadığı o süreçte onlar da kaldırıldı, özel yetkili mahekemeler kuruldu.
Bunlardan şikâyetçi olan AKP iktidarı işi daha kestirme yoldan çözerek doğrudan yürütmeye bağlı, Asliye Ceza yargıçlıkları ve istinaf mahkemelerini getirdi.
OLAĞANMIŞ GİBİ YUTTURULAN SÜREKLİ OLAĞANÜSTÜ HÂL
Arada sırada yaşadığımız kısmi olağan ya da olağanmış gibi yutturulan olağanüstü dönemler hariç, ülkemiz hiç normalleşemedi. Hiç olağanlaşamadı.
Sürekli bir olağanüstü hâl rejimi toplumun hücrelerine yerleşmiş habis bir ur gibi duruyor.
Tabii şimdi birçok aklı evvel ortaya çıkıp, "Canım aynı şey mi? İstiklal Mahkemeleri mahkeme falan değildi. Ne savunma hakkı vardı ne de temyiz hakkı. Karar verilince hemen infaz yapılıyordu."
Evet, bir fark vardı. O mahkemeler suçlu suçsuz demeden, kanun hukuk dinlemeden ölüm cezası veriyor ve hüküm anında yerine getiriliyordu. O mahkemeler rejimin katliam mekanizmasıydı.
Şimdi ölüm cezası yok. Kimse İran'da, Mısır'da, Çin'de ve ABD'nin bazı eyaletlerindeki gibi katledilmiyor memleketimizde.
Karşı çıkan, rejime muhalefet eden, haksızlıklara başkaldıran, haklarını arama cüretinde bulunan, en masum barışçıl gösterilerle sesini duyurmaya çalışan, yazan, çizen, konuşan insanlara ne yapılıyor görüyoruz.
Önce içeri atıp, sonra, aylar yıllar sonra uygun bir suç yaratıp bir de yalancı, tanık, hatta olmayan, hayali tanık bulup basıyorlar cezayı. Kanıt, tanık, belge, bilirkişi ya da evrensel hukukun yüzlerce yıldır kabul edilegelen uygulamaları, uluslararası insan hakları sözleşmeleri hak getire.
Bunlar bir tarafa, suçlanan insanın kendisini savunmasına bile imkân tanınmadan karar veriliyor.
Ve insanlar diri diri betona gömülüyorlar.
Cezaevleri ise ayrı bir ceza. Zindanlar artık bir işkence merkezine dönüşmüş durumda.
Medyadan hiç söz etmeyelim. Takrir-i sükun dönemi neyse aynısı geçerli.
Ülkeyi yöneten elitler, odaklar, güçler -ne derseniz deyin- bunları iyi biliyorlar.
Dönüp dolaşıp, tabii günümüze de uyarlayarak, aynı şeyleri bu ülkenin insanlarına reva görüyorlar.
100 yıl sonra, artık demokrasiye yönelme süreci başlıyor derken geldiğimiz noktaya bakın.
100 yıl sonra, artık ekonomik sorunlarını çözmeye niyetlenen, refahı arayan ve üreten bir ülke olmanın koşullarını tartışırken, gelinen nokta tanzim satışları. Yakında belki de karneyle satış. Yoksulluk, fakirleşme, açlıkla cebelleşme...
100 yıl sonra, artık Kürt meselesinin barışçı, demokratik yollarla çözüm sürecine nasıl girilebilir konusu müzakere edilirken yeniden başlatılan kanlı çatışma dönemi.
Kürt düşmanlığı nedeniyle Suriye'de duvara toslayan dış polilika, bu nedenle ödenen ve daha da ödenmesi söz konusu bedeller.
100 yıllık mücadeleler sonucu kazanılmış hakların birer ikişer ortadan kaldırılışı.
Mezarlıkların tahribi, cenazelerde taziye yasağı, cenaze törenlerine getirilen yasaklar, Kürt siyasi hareketine yönelik ağır saldırılar, kültürel değerlerine yoğun ve bilinçli engellemeler, konulan yasaklar...
Birkaç yıl önce ülkeyi yönetenlerin ağzından düşmeyen Kürdistan sözcüğüne getirilen yasaklama. Bu nedenle Kürt partilerine kapatma davası açılması.
"Cezaevlerinde Kürtçe konuşmaya serbestlik tanıdık" diye övünüyorlardı ya, o özgürlüğün de fiilen ortadan kaldırılması...
Ne varsa hepsini, geri alıyorlar.
KÜRT DİLİ ÜZERİNDE HORTLATILAN BASKILAR
Eren Keskin'in yukarda alıntı yaptığım sözlerini, '21 Şubat Dünya Anadil Günü' vesleyiyle kendisiyle yapılan bir ropörtajdan aldım..
Birleşmiş Milletler'in (BM) verilerine göre, dünya genelinde konuşulan yaklaşık altı bin dil var ve bunların yüzde 43'ü yok olma sürecinde.
Türkiye'de de 18 anadil ve lehçe yok olma tehlikesi altında.
Türkiye'de milyonlarca insanın anadili Kürtçeymiş, anadili farklı olan başka milyonlar, yüzbinler, binler yaşıyormuş, bu durum Türkiye'yi yöneten tekçi anlayışın temsilcileri için bir anlam ifade etmiyor.
Eren, bu önemli meseleyi şöyle özetliyor:
"Bu coğrafyada yaşayan tüm etnik, dilsel kimlikler resmî ideolojiyle birlikte ya yok edildi, ya yok sayıldı. Yani bugün Kürtler mücadele ettikleri için Kürtçe üzerindeki baskılardan söz edebiliyoruz.
Türkiye baskı ve korkutma rejimiyle hep 'bir tehlike var'ı gündemde tutuyor, ki bu tehlikenin en bilinen adı Kürt tehlikesidir, 'Kürtler Türkiye'yi bölecek' tehlikesidir. Bu tehlike üzerinden milliyetçiliği geliştirerek, devleti yönetmeye devam ediyor bu zihniyet."
Eren'in sözünü ettiği malum, beka tehdidi meselesi.
Dönüş 1990'ların da ötesine, 1925'lere doğru. O zaman da aynı şeyi söylüyorlardı.
Şimdi yargıyı bir silah gibi kullanarak Kürdistan lafı için parti kapatmaya, Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Yakında Kürt sözcüğünün de dava konusu yapıldığını görürsek şaşmayalım.
100 yıl sonra gelinen nokta maalesef bu...