25 Kasım’a giderken aileyi koruma devleti

Yani vatan gibi aile de elden gidiyordu. Bu nedenle bir şeyler yapmak gerekiyordu.

"Kadının kocasına çay getirmesine tahammül edemiyorlar, aile bağlarını zayıflatmaya çalışıyorlar" diye sitem ediyordu Diyanet İşleri Başkanı. Haklıydı. Kadınların erkeklere şöyle bir ağız tadıyla hizmet etmesine müsaade etmiyordu birileri. Yüzlerce yıldır bu topraklarda kurulu bir düzen vardı. Öyle ki, okumuş, gün boyunca insan haklarını savunan erkeklerin bile çoğu akşam eve gittiğinde kendisine hizmet edecek bir kadın görmek istiyor, evlilik tercihini de buna göre yapıyordu. ‘Aile’ dediğimiz bir şey vardı sonuçta. Onu olduğu gibi korumak, kollamak boynumuzun borcuydu. Bunun içindir ki ülkenin İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu da (TİHEK) memlekette o kadar mesele varken mütemadiyen ‘aile hakkı’ndan ve ‘ailenin korunması’ndan filan bahsediyordu. Kadınları koruması gereken kanun da aileyi koruma kanunu olmadan edemiyordu.

Bu korunması gereken ailede kadın hamile kalır, doğurur, bebeğe ve çocuklara bakar, evde oturur, daha doğrusu oturmaz, evde çalışır, evi temizler, yemek yapar, kocasına ve hatta kocasının ailesine hizmet ederdi. Çalışmak ne demek; koca istemezse evden dışarı dahi çıkamazdı. Bırakın bunları, pencereye bile çıkmaz, kocasıyla dışarı çıktığında da etrafa bakarak başı dik yürümezdi. Ayrıca içeride de dışarıda da ne giyeceğine koca karar verirdi. Koca her istediğinde onunla sevişirdi. Üstelik kendisinin zevk alıp almamasının bir önemi olmazdı. Yemeğin altı yandı, kapıyı 30 saniye geç açtı, olmadı gözünün üstünde kaşı var diye bir de dayak yerdi. Hiç sesi çıkmazdı. Ne güzeldi.

Çocukların nasıl büyüyeceklerine, ne giyeceklerine, okuyacaklarsa nerede okuyacaklarına, kiminle arkadaşlık edeceklerine, TV’de ne izleyeceklerine, saat kaçta eve gireceklerine, neye inanacaklarına, nasıl yaşayacaklarına, kime oy vereceklerine, kiminle evleneceklerine filan hep koca, yani baba karar verirdi. Her şeyin en iyisini hep o bilirdi çünkü. Kızardı, bağırırdı, çocukların yüzüne pek gülmez, kucağına almaz, yanağını okşamaz, onları şefkatle sarmazdı ama yine de onları severdi. Bundan kim şüphe edebilirdi ki? Her ne yapıyorduysa çocuklarının, karısının yani ailesinin iyiliği için yapıyordu. Baba dediğin, koca dediğin böyle olurdu.

Kocadan/babadan sonra evin erkek çocuğu aileye sahip çıkardı. Anneyi bırakın, kız kardeşinin hayatıyla ilgili hemen her şeye babadan sonra o karar verirdi. Babanın yanında sus pus olan erkek çocuk kız kardeşin yanında aslana dönerdi.

Herkes dindar, muhafazakâr, heteroseksüel, cinsiyetçi, milliyetçi ve vatanseverdi. Ayrıca herkes iktidarı desteklerdi. Kocaya/babaya olduğu gibi devlet başkanına da itaat edilirdi. Aile dediğin işte böyle olurdu.

Öyle olmalıydı ki Konda Araştırma Şirketi’nin yayımladığı bir araştırma raporunun gösterdiği üzere toplumun yarısından fazlasına göre kadının çalışması için kocasından izin alması gerekiyordu. Ama işte önceki yıllara göre bunu söyleyenlerin oranı azalmıştı. 2008 yılında erkeklerin yüzde 73’ü, kadınların ise yüzde 65’i bunu söylerken, 2018 yılında erkeklerin yüzde 59’u, kadınların ise yüzde 49’u bunu söylüyordu. Hele eğitimli kadınlar, ah o kadınlar! Üniversite mezunu kadınların çoğu buna karşı çıkıyordu.

Rapora göre her beş kadından yalnızca biri çalışıyordu. Neyse ki oran çok yüksek değildi ama önceki yıllara göre durum kötüleşiyordu. Çalışan kadınların oranı geçen yıllar içinde yüzde 18’den 22’ye yükselmişti. Ev kadınlarının oranı ise yüzde 66’dan yüzde 53’e gerilemişti.

Neyse ki evdeki rol dağılımında durum hala iç açıcıydı. Her beş erkekten 3’ü evde temizlik ya da yemek yapmadığını söylüyordu. Kadınların ise yalnızca yüzde 8’i evde yemek ya da temizlik yapmıyordu. Oh, neyse ki…

İşte araştırma da gösteriyordu ki memlekette kadın ile erkek eşit değildi. Olması gerektiği gibi… Aile de çok şükür olması gerektiği gibiydi ama gidişat iyi değildi. Okuyan, çalışan, hakkına sahip çıkan kadınların oranı artıyordu. Ayrıca ülkede evlilik ve doğum oranları azalırken boşanmalar artıyordu. Ah bir de feministler, kadın örgütleri, LGBTİ’ler filan vardı. Yani vatan gibi aile de elden gidiyordu. Bu nedenle bir şeyler yapmak gerekiyordu. İktidarın bunu kendine dert edinmesi işten bile değildi. Kadınlar şiddet görüyor ve hemen her gün hunharca öldürülüyordu ama bunun bir önemi yoktu. Kendilerine biçilen role göre davransalar ve kutsal aileye sahip çıksalar en nihayetinde bunlar başlarına gelmezdi. Bunu kendileri de biliyorlardı. Esas aile’nin geleceği tehlikedeyken ülkedeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da, TİHEK’in de, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın da, hükümetin de, polisin de, savcının da, hâkimin de mütemadiyen kadınları değil aileyi korumaya çalışmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

Bu şartlar altında 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken kadının erkeğe çay/kek ikram ettiği kamu spotunun yayınlanması da, TİHEK Başkanı’nın kadınları şiddete karşı koruyacak standartları belirleyen yegane sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak, BM Evrensel Beyannamesi’nin aksine söz konusu Sözleşme’nin aileyi koruma kaygısı taşımadığını; bu Sözleşme’ye dayanarak hazırlanan 6284 sayılı Kanunun da bir cezalandırma mekanizması haline geldiğini ifade etmesi de pek tabii ki gerekliydi.

Sonuçta tehlikede olan kadınlar değil, aile idi. Maazallah, korumaya çalıştığımız kutsal aile değişse memlekette neler değişmezdi ki...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi