Ahmet Tulgar & İshak Karakaş
'Ben kendi kendimi sürgün ettim'
Şehir tiyatrolarının parlak oyuncularından Kemal Kocatürk artık Berlin’de ve Almanya’nın çeşitli kentlerinden tiyatroseverlerle buluşuyor. Muhalif bir sanatçı olarak Türkiye’de birçok soruşturma ve davanın muhatabı olan ve KHK ile görevinden ihraç edilen Kemal Kocatürk ailesi ile birlikte Almanya’ya gelmiş. Kendisi ile buluştuk ve Almanya’daki hayatını ve muhalif bir sanatçı olarak ülkeyi terk ediş sürecini sorduk:
İshak Karakaş: Türkiye’de sevilen bir sanatçıydınız. Şimdi Almanya’da sürgün hayatı… Nasıl başladı, memnun musunuz?
Kemal Kocatürk: Yo, bu bir, kendi kendine sürgün diyelim. Yani kimse beni sürmedi, kimsenin beni sürmeye de gücü yetmez. Öyle bir şey yok da… Ben sadece kendi hayatım ve çocuklarımın hayatı için endişe duyduğum için kendi kendimi sürgün ettim diyelim. Yoksa kimse bizi süremez. Orası gene bizim ülkemiz. Şimdilik buradayız diyelim. Orada birtakım davalarım var, hâlâ sürüyor. Bir kısmını yavaş yavaş kazanıyorum. Kazandıklarımdan bir tanesi de, atılmıştım ben geçtiğimiz yıl şehir tiyatrolarından, şimdi davayı kazandım ve geriye dönüşüm, göreve iadem yapılıyor. Fakat devam etmeyeceğim ama bunlar haklarımdır. Bu haklarımı kimseye çiğnetmem. 25 yıl emek verdiğim bir kurum orası. Acısıyla, tatlısıyla o benim hayatım. O hayatıma da sahip çıkıyorum. Geriye dönüşüm, iadem yapılıyor. Biter bitmez de şimdi emekliliğimi isteyeceğim. O iş de bitmiş olacak. Kapanmış olacak o sayfa. Ama ülke yine bizim ülkemiz. Kimse bizi oradan süremez.
Ahmet Tulgar: Bu kararı veriş süreci nasıl başladı? Yani ne zaman siz kendinizi Türkiye’de güvensiz hissettiniz? Nasıl oldu o süreç?
Kemal Kocatürk: Arka arkaya gelen, sadece benim değil, birçok arkadaşımın başına gelenler… Küçük tehditler de var. Açılan soruşturmalar, davalar, onun akabinde yaşamamızı kısıtlayacak birtakım işlerle karşılaşıyorsunuz. Misal, bir yere gidiyorsunuz, salon istiyorsunuz, oyun oynayacaksınız, üniversite salonu. Diyor ki o gün dolu, şu gün olsun, bugün de dolu, biz size döneriz. Dönen yok. Size sansür uygulandığını anlıyorsunuz. Açıkça söylemiyorlar, size salon vermiyorlar. Belediye de hakeza öyle. Verseler vermiyoruz demiyorlar, öyle bir fiyat istiyorlar ki sizden, salon kirası olarak, o kirayı ödemeye kalktığınızda sizin oraya sokacağınız seyirci o parayı ödeyemez. Mümkün değil. Bir süre sonra bakıyorsunuz alanınız kalmamış. Nasıl, ne yapacaksınız? Hepsi birleşince hayat bize orada dar gelmeye başladı. Türkiye’de eğitim sistemine dönüp baktığımızda çocukların durumunu düşünmeye başladık. Bir sistem kalmadı zaten. Özel okul dediğinize de para yetiştiremiyorsunuz. Ne kadar para kazanacaksınız zaten. Bütün bunların hepsini topladığınızda, hadi bitirdi çocuklar okulu, bugün görüyorum gençleri, abimin çocuklarını, çevremdeki arkadaşlarımın çocuklarını, çok iyi üniversitelerden mezun oluyorlar, iş bulamıyorlar. E, ne olacak yani, nasıl olacak?
Ahmet Tulgar: Kaç yaşlarında çocuklarınız?
Kemal Kocatürk: Biri altı buçuk, biri 12 yaşında.
İshak Karakaş: Buraya adapte oluyorlar mı, nasıl, sevdiler mi burayı?
Kemal Kocatürk: Sevdiler, 3 aydır buradalar, üç buçuk aydır. Okula başladılar ikisi de.
İshak Karakaş: Dil eğitimi alıyorlar mı?
Kemal Kocatürk: Alıyorlar. Biraz takviye etmiştik büyük kıza gelmezden önce ama yeterli değil tabii, burada daha yoğun bir dil eğitimi alıyor. İngilizcesi iyiydi. Almancasını geliştirmeye çalışıyor. O açıdan buradaki eğitim sistemine adapte olması daha hızlı olacak gibi görünüyor.
İshak Karakaş: Peki burada bürokrasai nasıl? Zorluk çıkarmadılar mı size, Türkiye’den gelen biri için?
Kemal Kocatürk: Ben bir zorlukla karşılaşmadım. Sanatçı vizesi olduğu için.
İshak Karakaş: Sanatçılara biraz hak tanıyorlar yani.
Kemal Kocatürk: Ben bir zorlukla karşılaşmadım açıkçası. Hani, kimse de bana Almanca biliyor musun diye de sormadı.
İshak Karakaş: Öğreniyor musunuz bari?
Kemal Kocatürk: Biraz, yavaş yavaş. Hayatın içinde ister istemez öğreniyorsunuz zaten.
İshak Karakaş: Peki, yine Türkiye’ye dönersek. Biliyoruz, Gezi direnişine destek veren kişilerdensiniz, bu oyunculardansınız. Tiyatroculara nasıl yaptırımlar uygulandı o dönem?
Kemal Kocatürk: Gezi’nin içinde adımız anıldıktan sonra zaten yavaş yavaş tiyatronun içinde, şehir tiyatroları içinde ufak tefek çalışmalar başlamıştı. İşte tiyatronun müdürü aba altından sopa göstererek yani siz twitterde çok geziyorsunuz, siz işte sosyal medyada çok fazla söz ediyorsunuz, bu sözlerinizi devlet memuru olduğunuzu unutmadan ediniz. Devlet memuruysam insanım. Bu ülkenin yurttaşıyım, vatandaşıyım. Böyle gördüğümüzü bir sanatçı olarak söyleyemeyeceksek nerede söyleyeceğiz. Yani kahve köşelerinde, otel köşelerinde mi, fiskosla mı yürüteceğiz, hayır. Biz sanatçıyız, tabii ki topluma önderlik etmekle yükümlüyüz. Ne diyoruz, sanatçı toplumun bir adım önündedir. E nasıl bir adım önünde olacaksınız. Elbette yeri geldiğinde önderlik edeceksin. Biraz bunlardan dolayı ufak ufak bize aba altından sopa göstermeler başlamıştı. Netice itibariyle de 15 Temmuz sonrasında biz 7 kişi açığa alındık. Neden alındığımız hala belli değil. Sonra 4 ay açığa alındıktan pardon 6 ay sonra geriye döndürüldük. Neden geriye döndürüldüğümüz, o da belli değil. Hala değil. Geriye döndürüldükten bir gün sonra ben ve Ragıp Yavuz, Yüksek Disiplin Kurulu tarafından işimizden atıldık. Hukuki mücadeleyi başlattık. Ben geçtiğimiz ay hukuki mücadeleyi kazandım. Bir üst mahkemeye gittiler. Bir üst mahkeme de, bugüne kadar pek olan bir şey değil, yirmi gün içinde kararını bildirdi ve reddetti. Yani şu an iade etmekten başka yapacak bir şeyleri olmadığı için göreve iade edildim. Onu da başardığımızı düşünüyorum. Bundan sonra diğer arkadaşlarım için hukuk aşamasını bekliyorum. Ragıp Yavuz ve Levent Üzümcü için. Karar, onlar için de emsal bir karar olacak. Onlar da iade edilecekler. Ama onların da devam edeceğini pek zannetmiyorum.
İshak Karakaş: Şunu biraz şeye kavuşturalım. Devlet memurlarının basına demeç vermeleri yasak. Peki sosyal medya üzerinde de mi yasak vardı size?
Kemal Kocatürk: Devlet memurununa mirleri ve kurumu ile ilgili karalayıcı beyanlarda bulunmak diyor. Böyle bir şey yok ki. Kimseyi karalayacı beyanlarda bulunmuyoruz. Biz bir tespitte bulunuyoruz. Bazen yeri geliyor, durumu tespit ediyorsunuz. Durum tespit etmenin neresi yanlış?
Ahmet Tulgar: Peki Türkiye’yi özlüyor musunuz?
Kemal Kocatürk: Nasıl özlemezsiniz ki.
Ahmet Tulgar: En çok neyi?
Kemal Kocatürk: En çok, Boğaz’ı çok özlüyorum. Boğaz gibi bir yer yok. Müthiş bir yer. Annemi, babamı özlüyorum. Kardeşlerimi özlüyorum. Arkadaşlarımı, dostluklarımı özlüyorum. Ama gidip geliyoruz sık sık. O yüzden bir problem yok.
İshak Karakaş: Bir pişmanlık duyuyor musunuz?
Kemal Kocatürk: Geldiğim için mi?
İshak Karakaş: Evet
Kemal Kocatürk: Hayır, duymuyorum. Tam tersine, hani belki daha gençlikte yapılması gereken bir hareketi biraz gecikmiş olarak yapıyorum. Ben kendi adıma yeterince mücadele verdiğimi düşünüyorum ve biraz yorgun düştüm. Biraz dinlenmekte fayda var.
Ahmet Tulgar: Bir de Berlin bayağı bir şeydir, sanat açısından sanatçıyı besleyici bir şehir.
Kemal Kocatürk: Biraz buna da ihtiyacım var, yani…
Ahmet Tulgar: Kaçırmayın zaten o tarafını Berlin’in.
Kemal Kocatürk: Biraz, tam da bu söylediğiniz şey.
Ahmet Tulgar: Modern sanatlar açısından dünyadaki birkaç yerden biri şu anda. Peki, bu yani Gezi sürecinde verdiğiniz destekle ivme kazanan bu muhalefet dönemi, daha kamuoyuna açık muhalefet diyelim, o dönemde başka ne gibi uğraklardan geçtiniz mesela? Nerelerde çok ses çıkardığınızı düşünüyorsunuz?
Kemal Kocatürk: Yaptığım oyunlar biraz öyleydi. Hala o oyunları sürdürüyorum ki en son şehir tiyatrosunda yapmış olduğum Fehim Paşa Konağı oyunu, orada oyunun kendi sözü var. Abdülhamit dönemi için istibdat dönemi diye bir söz var. O oyunun çıktığı ilk günlerdi sanırım, Yeni Şafak gazetesi manşetten girdi, "Abdülhamit Han efendimize hakarette bulunan oyun" diye ve beni de hedef gösterdi. Benim yazım değil bu, Turgut Özakman’ın yazmış olduğu bir oyun bu ve İş Bankası tarafından en büyük ödülle ödüllendirilmiş bir oyun. Şimdi Abdülhamit Han dediğimiz Osmanlı padişahının dönemi istibdat dönemi değil mi? Bütün dünya tarihi bunu böyle geçmiş kaleme. Bunu bu şekilde koyduğunuz zaman durum değişiyor ama onlar, Abdülhamit Han efendilerini çok önemli bir yere koydukları için, özgürlükçü bir bakışla baktıkları için ona, biz de öyle bakmıyoruz, tarih de öyle bakmıyor. Oradan başlayan bir şey aslında, durum bu. Ben, kendi tahlilim öyle, diye düşünüyorum. Fehim Paşa Konağı oyunu hala şu an şehir tiyatrolarında buna rağmen oynuyor.
İshak Karakaş: Burada hiç tiyatro yaptınız mı?
Kemal Kocatürk: Burada kendi oyunlarımı sergiliyorum şu an ama birkaç görüşmem var, belki ileriye dönük olarak burada da yapacağımız işler olacak.
İshak Karakaş: Seyircileri nasıl görüyorsunuz? Buradaki seyirciyle Türkiye’deki seyirciyi karşılaştırdığınızda, buradaki seyircilerden memnun musunuz?
Kemal Kocatürk: Şu ana kadar benim yaptığım tiyatro genelde politik tiyatro. Politik tiyatronun da tabii ki aşağı yukarı, şey, nedir, karşılıkları aynı yere tekabül ediyor. Ha, belki her iki toplum yani daha doğrusu Türkiye’de yaşayan Türklerle, Türk toplumu ile Almanya’da yaşayan Türk toplumunun refleksleri farklı. O reflekslerde işte küçük böyle farklılıklar oluyor ama neticede skala aynı yerde yine. Daha doğrusu verilen tepkiler aynı yerlere denk düşüyor. Ama ben artık bundan sıkıldım. Ben politik tiyatro yapmaktan sıkıldım. Kendimi yenilemek istiyorum. Dünyada olup biten sanat ile ilgili yani tiyatro sanatıyla ilgili çok büyük değişimler var. O değişimlerin peşinden koşmak istiyorum. Yaşım artık 55’e geldi, bu yaştan sonra ancak buna imkan bulabileceğimi düşünüyorum. İnsan bir kere dünyaya geliyor. Bugüne kadar ülkenin mücadelesi uğruna, hani ülkedeki ilericilik adına bu mücadeleyi verirken ister istemez sanatınızdan, yapmak istediklerinizden ödün vererek mutlaka bu anlamda işte biraz daha politik yanda durayım diyerek yaptığınız işler oluyor. Ama bir süre sonra bu işler sizi kavramaya başlıyor ve bu artık sizin neredeyse yaşam alanınızı belirlemeye başlıyor. Oysa o değil. Sanatçı daha geniş perspektiften bakar.
Ahmet Tulgar: Ama politik tiyatroyu da çok avangard biçimde yapabilirsiniz.
Kemal Kocatürk: Yapmaya çalışıyorum.
Ahmet Tulgar: Berliner Ensemble'nin şehrindesiniz yani.
Kemal Kocatürk: Öyle ama Berliner Ensemble bile çok farklı noktaya sürüklenmiş görünüyor.
Ahmet Tulgar: Nasıl ayol? Claus Peymann var hala, dünyanın en büyük, en radikal yönetmenlerinden biri, İstanbul’a geldiler işte, Üç Kuruşluk Opera’yı sergilediler. Yani Peyman biliyorsunuz, şey Thomas Bernhard’ın filan da yönetmenidir. Bence Berliner Ensemble’yi takip etmeniz çok iyi olur.
Kemal Kocatürk: Ediyorum.
İshak Karakaş: Peki hiç, hani dediniz ya başka alanlarda tiyatro yapmak istiyorum, en çok yapmak istediğiniz şey ne, hangi tiyatroyu yapmak istersiniz Berlin’de?
Kemal Kocatürk: Yani, kendi yazdığım oyunlara dönüp baktığımda, burada onları yapma şansımın çok düşük olduğunu görüyorum ama bir kısmının hala elden geçirilerek burada, Alman seyircisiyle buluşması mümkün. Bir de şu. Alman tiyatrosunu izlemeye başladığım zamandan beri gördüğüm müthiş bir yalın gerçekçiliğin içine hapsolmuşlar. Bu belki de yılların getirmiş olduğu birikimle bir seçim haline dönüşmüş. Biraz onun üzerinden, tiyatronun kendine ait bir tılsımı vardır, büyüsü vardır, o biraz eksilmiş. Benim gözlemim tabii ki, bu benim eleştirim, biraz ona ihtiyacı var gibi geliyor bana. Eğer ki bir şans yakalayabilirsem yapmak istediğim işlerin içinde biraz bu tılsımı onlara da hatırlatacak bir iki öge, bir iki nüve koymak isterdim. Bilmiyorum şimdilik, daha çok netlemedim nereye savrulacağımı.
İshak Karakaş: Biliyorsunuz bir Kürt tiyatrosu da var. Hiç Kürt tiyatrosu seyretme, izleme şansınız oldu mu? Nasıl görüyorsunuz?
Kemal Kocatürk: Sonuçta Kürt tiyatrosunu dünya tiyatrosunun içinden soyutlayamazsınız. O da işte biçimsel olarak aynı kaygıları hisseden, Türk tiyatrosu gibi aynı kaygıları hisseden, ben buna böyle ayrımcı bir yerden değil da daha geniş bir perspektiften bakmak istiyorum. Evet Kürt yazarların yazmış olduğu Kürt sorununu dile getiren oyunlar olmalı. Bunlar da kendi biçimlerini aramalı. Mem û Zin hikâyesi alıp başını gitmiştir, herkeste bir Mem û Zin problemi vardır. Mem û Zin’in dışında yeni söyleyişler, yeni diller aramalı diye düşünüyorum. İlk aklımıza gelenlerden biri olduğu için bunu söyledim ama çok takip ettiğimi de söyleyemem çünkü onları takip edebilecek olanaklara sahip miydik derseniz, hayır. Diyarbakır’da bir tane şehir tiyatrosu vardı, o da şimdi, galiba öyle bir tiyatro kalmadı, değil mi?
Ahmet Tulgar: Kapandı. Onun yerine ama oyuncuları Amed Tiyatrosu’nu krudu oyuncular.
Kemal Kocatürk: Kayyımdan sonra öyle bir tiyatro kalmadı bildiğim kadarıyla. Yeniden onlar dışarıda bir oluşum içindeler. Fakat onların ne Diyarbakır’ın dışına çıkma şansları var, daha doğrusu gelip İstanbul’da kaç kere oynayabildiler ya da İstanbul seyircisi ne kadar Amed Tiyatrosu’yla buluşabildi? Bu hepimizin sorunu aslında. Ne onlar dışarı çıkabildi ne biz onlara gidebildik.
İshak Karakaş: Bir iki tanesi geldi. Özellikle Hamlet İstanbul’da oynandı Kürtçe.
Kemal Kocatürk: Hamlet’i ben Diyarbakır’da izledim, Kürtçe Hamlet’i. Gene Diyarbakır’da ben Ahmet Arif’i oynadım, şeyde, belediye tiyatrosunda. Ama çok Türk tiyatrosuyla Kürt tiyatrosu çok iç içe olamadı. Yani tıpkı bugün Türkiye’nin en önemli sorunlarından bir tanesi de bu bana sorarsanız, hani Türk solu, Kürt solu diye ayrıldı ya her şey, bütün mesele de bu aslında. Bunları böyle ayırdığımız zaman galiba çok yanlış bir yere doğru gidiyoruz, bütünlüğü kaybediyoruz, bütünü kaybediyoruz. Asıl meselenin ne olduğunu galiba buralarda kaybediyoruz. Tiyatro biricik, dilleri farklı olabilir, yani ister Kürtçe oynansın, ister Türkçe oynansın, ister Almanca oynansın, ister Yunanca oynansın. Eski Yunan’dan beri tiyatro biricik. Onun kendine ait bir gelişim serüveni var. O dil falan bilmez, ırk falan bilmez. O söylemek istediğini her zaman söylemiştir, her zaman da toplumun bir adım önündedir hakikaten.
İshak Karakaş: Geldiniz, burada yaşamaya karar verdiniz, bundan sonra herhalde yaşamınız burada geçecek. Buradan Türkiye’ye baktığınızda size nasıl görünüyor?
Kemal Kocatürk: Çok umutlu görmüyorum ben. Ne yazık ki umutlu görmüyorum yani en azından bir 5-6 yıl umut verici bir şey yokmuş gibi görünüyor. Evet, bir 5-6 yıl sonrasında belki kendi küllerinden yeniden bir Türkiye oluşur mu ya da yeni bir Anadolu coğrafyasında yeni bir başlangıç olabilir mi bilmiyorum. Ya da bu çöker mi ya da daha mı güçlenir, onu da bilmiyorum. Hiçbir şey kestiremiyorum. Dönem çünkü çok şey, enteresan bir dönem. Yarın ne olacağını bilmiyoruz ki. Mesela yarın, işte iki gün sonraya endekslenmiş bir dava var. Amerika’daki bir dava nedense bütün Türkiye coğrafyasını ilgilendirir hale geldi? Öyle değil mi? Yani bir tane dava. Nasıl bir şeydir bu yani? Bir ülkenin kaderini bu kadar basit bir şey belirleyebilir mi? Şaşırtıcı. Demek ki emperyalizmin öylesine tuhaf bir oyuncağı haline dönüşmüşüz ki istedikleri gibi oynuyorlar. Yani o anlamda da dönüp baktığımda hangi umuttan söz edebiliriz? Bir defa bunun ayırdına varmak lazım. Yani Kürt’ü, Türk’ü, Çerkez’i, Laz’ı, bilmem nesi, bu millet meselesi değil artık. Emperyalizmin oyuncağı olacak mısın, olmayacak mısın, mevzu bu bence. Yani antikapitalist olunmadan antiemperyalist olunmuyor.
Ahmet Tulgar: Türkiye’deki seyircilerinize nasıl bir selam gönderirsiniz?
Kemal Kocatürk: Yo, ben gelip gidiyorum oraya hala.
Ahmet Tulgar: Yine de bir selam gönderseniz ne derdiniz mesela? "Sıkı durun" mu ya da "enseyi karartmayın" mı?
Kemal Kocatürk: Tiyatroyu boşlamasalar yeter yani .
Ahmet Tulgar: Her şeye rağmen tiyatro yani.
Kemal Kocatürk: Tiyatroyu boşlamamak lazım çünkü kıymetli alanlardan bir yer orası. Evet bir yer orası, bir yerde susmanın hiçbir faydası yok. Yani alanlar bomboş artık. Asıl alanlarda durmak lazım. Yani sustuğun sürece, hani o çok beylik bir laf oldu, sıra sana gelecek, değmediği yer kalmadı ki. Susmuş her insana değdi artık. Daha ne kadar susabilir ki bir insan ya da bir toplum? Ben hayretle bakıyorum. Daha ne kadar susabilir? Neyi bekliyor, onu anlayabilmiş değilim.
İshak Karakaş: Son olarak, gerek Türkiye’de yaşayan sanatçılara barış için nasıl bir çağrıda bulunursunuz?
Kemal Kocatürk: Ben o coğrafyanın hiçbir zaman durulduğunu görmedim bugüne kadar. Yani tarih de aynı şeyi söylüyor, aynı şeyleri gösteriyor ama artık bunun bir yararı olmadığını görmemiz lazım. Bu oyunun başka bir versiyonları yani altımızda, üstümüzde, yanımızda, sağımızda, solumuzda defaatle oynandı. Bu oyuna gelmemek gerektiğini düşünüyorum. Sanatçıların da hani artık buradan yeni bir söz söylemenin yoluna bakmaları lazım. Yani kardeşliğin türküsü söylenmediği sürece kardeşlik oluşmaz. Bugün Türkiye’de tam tersi yapılıyor. Ne kadar ayrıştırırsan o kadar birilerinin işine geliyor. Bunu iyi düşünmek lazım. Ayrışmamak lazım. Et tırnaktan ayrılır mı ya? Ayrılınca da durum ortada. Onun için bugünün koşullarında sanat yapmak Türkiye’de çok zor biliyorum. Hakikaten çok zor. Ama birlikte durmanın tam da zamanı.