Utanmazlık özgürlüğü ve utanmazlık politikaları

Utanma, utandırıcı olaylara rağmen bu olayların açığa çıkmadığı sürece, sanki utanılacak bir şey yokmuş gibi davranabilme kültürüdür.

İnsanın sayısız duygusu yoktur. Bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar duygumuz var. Bu duygulardan bir ya da birkaçının eksikliği, insanın eksikliği demektir. Son yıllarda utanma duygusunun anlamını yitirdiğine, bir utanmazlık kültürüne tanık oluyoruz. Eskiden insanlar, bir suç işlerken suçüstü yakalandıklarında utanırlardı. Artık suç, suç olmaktan çıkmış gibi görünüyor. Edepsiz bir toplum… Arzuların gösterilmesinin ve dile getirilmesinin ayıp, hatta zaman zaman tabu sayıldığı bir toplumdan bu günlere geldik. Geçmişi yüceltmekten öte, sadece bir tespitte bulunuyorum. Örneğin, kamusal alanda açıkça bir şeyler yemek ayıptı. Toplum içinde bir şeyler yemeden önce, paylaşmadan yemenin yarattığı bir arlanma hissini aşmak neredeyse imkânsızdı. Yoksulların bulunduğu bir toplumda sofranın zenginliğinden söz etmek, arlanmadan yapılacak bir şey değildi. Zenginin zenginliğini sergilemesinin, teşhir etmesinin ayıp olduğu zamanlar vardı. Şimdi ise sosyal medyada yenen yemeklerin sergilenmesi yaygın. Yemeği lezzetli kılan tadı değil, alınan beğeniler. Yemeği saklamak değil, teşhir etmek yaygınlaştı. Yemek, teşhirciliğimizin aracı haline geldi. Yemek ile utanma arasında artık bir bağ kalmadı. Önceden arzuları yasaklayan bir toplumdan, sınırsız hazlara dayalı bir topluma evrildik… Cennet tasvirleri… Yemeğin sınırsızlığı, cinselliğin bolluğu… Yemek yenecek ve birçok kadınla yeniden ve yeniden sevişilecek… Bu konular konferanslarda, televizyonlarda anlatılıyor ve kutsalın ardına saklanmış bu anlatımlar, utanma hissi uyandırmıyor. Yasak olan arzular ve tabular yerine, zevkinize bakın, rahat olun anlayışına da geçildi. Eskiden yasak olanlar, şimdi sosyal medyada zevk alınan şeylere dönüştü. Küfür, aşağılama, pornografi, hınç, haset… Dikkat çekecek, kişiyi ilgi odağı yapacak her şey, ayıpsız ve uluorta sergileniyor. Örneğin, haset, kıskançlık ve nefret gibi negatif duyguların açığa vurulmasından kaçınmadan, bu duyguları dışa vurmaktan zevk alan bir kültüre ulaştık.

Bazı yazılarımda söz ettiğim gibi, bazı kültür kuramcıları iki tür kültürden bahseder: arlanma (utanç) kültürü ve suçluluk kültürü. Bizim kültürümüz utanma duygusu üzerine inşa edilmiştir. İnsan ilişkileri, eğitim ve ahlaki değerler gibi hayatın birçok alanı utanma duygusu üzerinden düzenlenir. Utanma kültürünün en önemli unsuru saygı, namus, şeref gibi kavramlardır ve bunların etrafında şekillenen bir utanma duygusu vardır. Bu kültürün en yoğun yaşandığı topluluklardan biri samuraylar olarak gösterilebilir. Geçmişteki kabadayılık kültürü de katı kurallı raconlarla düzenlenirdi. Kadir İnanır filmlerinde bunun örneklerini görebiliriz. Ancak bu kültür, herkes ona uyduğu sürece işler; bazı kişiler kurallara uymadığında o kültür bozulmaya başlar.

Arlanma kültürü, genellikle bireyciliğin gelişkin olmadığı, kolektif kültürlerde görülür. Utanma üzerine kapsamlı bir çalışma yapan Robert Pfaller (Zwei Enthüllungen über die Scham), utanma kültürünün ihmal, hata ve kusurlar karşısında sessiz kalmayı, görmezden gelmeyi tercih ettiğini; buna karşılık suç kültürlerinin günah çıkarma, cezalandırma, özür dileme ve affetme üzerinden şekillendiğini yazar. Örneğin, bir konuşma sırasında bahane amaçlı bir yalan söylediğimde, yanımdaki arkadaşım bu yalanı bildiği halde gerçeği söylemez, yalanımı yüzüme vurmaz. Yani utanma kültürü, bir anlamda suç ortaklığı kültürüdür. Arkadaşım, benim yalanımı görmezden gelerek, susarak dolaylı olarak suça ortak olur.

Başka bir örnek vermek gerekirse, eşini döven bir adam (suçlu, fail), dövdüğü eşiyle aynı evde yaşamaya devam eder. Küs olan eşler misafirlerinin yanında küskünlüklerine ara vererek/erteleyerek ‘mutluluk rolü’ oynarlar. Mesela hile yapan manavın çırağı manavın söylediği yalanları/hileye ortak olur. Arlanma kültüründe genellikle fail ve mağdur aynı ortamda susarak bir tür suç ortaklığı yapar, suçu paylaşır. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranarak, mağdur ve fail, görmezden gelme konusunda iş birliği yaparlar. Bu kültür, suçluyu ve mazlumu suç sonrası iş birliğine zorlar. Fail-mağdur, suçlu-masum dayanışması arlanma kültüründe kaçınılmazdır.

Utanma kültürünün bir diğer önemli unsuru da “utanılacak olana bakma yasağı”dır. Hans Peter Duerr (Nacktheit und Scham=Çıplaklık ve Utanma), geçmişte ve günümüzde her kültürde çıplaklığın utanma duygusu yarattığını söyler. Çıplak olduğunu düşündüğümüz bazı kültürlerde bile mahrem/ayıp olan bölgeler örtülür. Âdem ve Havva’nın resimleri bile mahrem yerleri örtük olarak çizilir. Yani her kültürde mahrem kabul edilen yerlerin örtülmemesi, çıplaklık anlamına gelir. Bazı Amazon yerlileri yalnızca cinsel organlarını örterler ve bu organların açıkta olması utanç verir. Başka bir kültürde ise bütün beden örtülüdür; örneğin burka giyenler, gözlerini bile tül bir perdeyle örterler. Saçın tek bir telinin görünmesi bile çıplaklık sayılır ve utanma yaratır.

Kendini göstermenin, çıplaklığın ayıp kabul edildiği bu kültürlerde, yasak olana bakmak da ayıptır. Örneğin, perdesini çekmeyi unutan bir komşunun üzerini değiştirirken izlenmesi (röntgencilik) de ayıptır. Bir diğer ayıp da bir kişinin kusurunu yüzüne söylemektir. “Kralın çıplak olduğunu” söylememe meselesi, sadece kraldan korkmakla açıklanmaz; aynı zamanda bir kusuru birinin yüzüne söylemek, hele bu kişi kralsa ve cezalandırma gücü varsa, çok daha zor hale gelir. Fahişeye “fahişe”, hırsıza “hırsız”, köre “kör” olduğunu söylemek ayıptır. Zaten kişi kendi kusurunun farkındadır ve bunun yüzüne söylenmesine gerek yoktur.

Arlanma kültürünü sürdürmek, psikolojik olgunluklar gerektirir. Batıdaki bazı kültür kuramcılarının söylediği gibi bu kültür “ilkel” değil, aksine belirli bağlamlarda olgunluk gerektirir.

Utanmazlık iş birliği ve politikacılar

Yıllar önce gazeteler büyük bir skandalı yazdı: Amerikan Başkanı Clinton, bir stajyerle oral seks yapmıştı. Robert Pfaller, bu meseleyi utanma duygusu üzerinden açıklarken, utanmanın gizli olanı paylaşmak ve saklamakla ilgili olduğunu vurgular. Ayıp, sadece ayıp sayılan bir şeyin bilinmesinden değil, açığa vurulmasından/kamusal alana taşınmasından kaynaklanan bir duygudur. Yani bir manavda yapılan hileleri manavın çalışanları ya da hile yapan kişinin ailesi bilir, ancak bu hileler açığa çıkmadığı sürece ortak bir sır olarak saklanır. Bu durumda, olayı bilenler, suçlu sayılmayan birer suç ortağı, suçlunun işbirlikçileri olur. Ancak hile açığa çıktığında utanma duygusu devreye girer. Bu utanma, çoğu kez agresyona dönüşebilir. Yani utanmayı savuşturma mekanizması, onu başka bir duygusal tepkiye, genellikle saldırganlığa, dönüştürmekle olabilir.

Örneğin, Türkiye’de azınlıklara ya da Kürtlere yapılan haksızlıklar açığa çıkarıldığında, ortada utanılacak bir durum ve suç olduğu açıktır. Ancak bu durumla yüzleşmek yerine, çoğu kez bu duygular agresyona dönüşür ve bu olayları açığa çıkaranlara karşı saldırganlıkla tepki verilir. Bu, utanmanın bastırılması ve suçun inkâr edilmesi için saldırı yoluyla savuşturulması anlamına gelir.

Pfaller’ın bakış açısına göre, utanma kültürü suç ve kusurun paylaşılmayan, gizli kalan yönlerine dayanır. Ancak bu giz ortaya döküldüğünde, utanma duygusu bireylerde rahatsız edici bir etki yarattığı için, genellikle bu duygu agresyonla örtbas edilmeye çalışılır.

Clinton örneğine geri dönersem, bir liderin halka gösterilen bir yüzü, yani imajı vardır. Bu imaj, bir grup tarafından dikkatle oluşturulur ve genellikle liderin efendi, akıllı, dürüst gibi özelliklerle süslenen bir maskesidir. Ancak liderin çevresindekiler, bu imajın ardındaki özel kişiyi de tanır: hastalanan, uykusuzluk çeken, gece eşleriyle tartıştığı için oturma odasında uyuyan ya da prostat nedeniyle sıkça tuvalete kalkan biri olabilir. Bu özel kişinin özel bilgileri, yakın çevresi tarafından gizlenir. Yani liderin çevresindekiler, o maskenin ardındaki insanı tanır ve bu gerçekleri saklar. Pfaller, psikanalizden bildiğimiz “sanki kültürü” (als ob) kavramına değinir. Bu, kamusal alanda sanki o liderin çirkin yanları yokmuş gibi davranmak anlamına gelir. Utanma, utandırıcı olaylara rağmen bu olayların açığa çıkmadığı sürece, sanki utanılacak bir şey yokmuş gibi davranabilme kültürüdür.

Örneğin, Hitler’in çevresi onun uyuşturucu bağımlısı olduğunu biliyordu, ancak bu bilgi savaş bittikten ve Hitler intihar ettikten çok sonra açığa çıktı. Clinton’un durumu ise bir başarısızlık örneğidir. Beyaz Saray’daki çoğu kişi stajyerle olan ilişkisini biliyordu, ancak son ana kadar bu konuda sessiz kaldılar. Ancak Clinton’un asıl başarısızlığı, cinsel eğilimlerinin bilinmesi değil, utanma kültürünün temel kuralının çiğnenmesinde yatıyordu. Yani, gizli olanın açığa çıkması ve halkın bu gizi öğrenmesiydi. Bu durumda, Clinton’un maskesi düştü ve halk, maskenin ardındaki özel kişiyi de görmüş oldu. Yani halkın mahremi bilmesinden çok mesele özelin, gizin dışarıya söylenmesi, gizin giz olmaktan çıkarılmasına dönük arlanmanın oluşması. Bu örnek, liderlerin imajlarının bir grup tarafından korunduğunu ve saklandığını, ancak bu giz açığa çıktığında liderin kamusal imajının zedelendiğini gösterir.

Son yıllarda, gecekondulardan milyonerliğe yükselen insanların hikayelerine sıkça tanık oluyoruz. Amerikan Rüyası olarak bilinen “bulaşıkçılıktan milyonerliğe” hikayesinin bir versiyonu, ülkemizde de yaşanıyor. Bu, aslında hepimizin bildiği ama konuşmadığı bir ortak giz. “Bilmedim, duymadım” tavrı, bu hikayelerin arkasındaki gerçekleri örtüyor. Bazı gazetelerde çıkan haberlerin sansürlenmesi, haberleri yapanların tutuklanması gibi olaylar, bu gizliliği daha da derinleştiriyor. Tıpkı bir hokus pokus gibi, gözümüzün önünde şapkadan yeni ünlüler, milyonerler, tarikatlar ve lüks arabalar çıkıyor.

Halk olarak, aslında hepimiz Clinton’un çevresindeki sırdaşlara benziyoruz. Ülkede yaşanan yüz kızartıcı suçlara tanık oluyor, bu suçları işleyenlerle aynı toplumda yaşamaya devam ediyoruz. Ama sanki utanılacak bir şey yokmuş gibi hayatımızı sürdürüyoruz. Üstünkörü konuşmalarla, gündelik laflarla konuyu geçiştiriyor, “Eeee, daha daha nasılsınız?” diyerek sohbeti uzatıyoruz. Çok konuşuyor ama az şey söylüyoruz; tabu konulara girmemek için etrafından dolanıyoruz.

Bu duruş, gerçeklerin üzerini örtme, sessiz bir suç ortaklığı olarak işliyor. Utanılması gereken şeyler konuşulmadıkça, toplum da o olayların normalleşmesine göz yummuş oluyor.

Bu olaylar, toplumsal hafızamızda büyük bir sarsıntı yarattı. Haberlerde izlediğimiz skandallar, bakanlar, başbakan, telefon konuşmaları, ayakkabı kutularına saklanmış paralar, para makineleri… İlk tepkimiz adeta şok olmaktı. Gerçekle hayalin karıştığı psikotik durum. Maskeler düştü, her şey ortadaydı; tıpkı Clinton skandalında olduğu gibi. Utanılacak şeyler açıkça sergilendiğinde, önce utanma ve korku, ardından panik hâkim oldu. Birkaç kişi itirafta bulundu, ancak bu itiraflar dahi yeterli değildi.

Bir zamanlar sadece parmağındaki yüzüğüyle, yoksulluğuyla, “bizden biri” olmakla övünen Erdoğan’ın başka bir yüzü ortaya çıktı. Ortalık bir anda toz duman içinde kaldı. Tutuklamalar, suçlamalar, komplo iddiaları… Kaosun ortasında herkes birbirini suçlarken, masumiyet iddiaları yükseldi. Ama sonra ne oldu? Maske yeniden takıldı, bu sefer eskisinden daha güçlü bir şekilde. Tıpkı hiçbir şey olmamış gibi… İmaj tekrar güçlendirildi ve her şey olduğu gibi devam etti. Kralın çıplak olduğunu söyleyenler susturuldu, artık kimse gerçeği dile getiremiyordu.

Bir yolculuk metaforu gibi: Turizm yolcuları kaptanınızın verdiği mola bitmiştir, lütfen otobüsteki yerleriniz alınız. Güle güle kaptan, güle sayın yolcular… Hayat aynen devam ediyor. Her şeyin “eskisinden daha da güzel olduğu”na dair bir yanılsama yaratılıyor. Ancak bu yüzeydeki düzenin altında yatan gerçekler örtülmeye devam ediyor. Maskeler, skandallara rağmen yeniden takılıyor ve toplum, bu maskeleri kabullenerek yoluna devam ediyor.

Clinton’un başaramadığını Erdoğan nasıl başardı sorusunun cevabı, skandalların doğasındaki farklarda yatıyor. Clinton’un durumu bireysel bir ayıptı; cinsel bir mesele ve sadece iki kişi arasında yaşandı. Olay bir süre gizlendi, ancak sonuçta itiraf ettiler. Çünkü gizi saklayanların reel bir suçu yoktu; görevleri, başkanın imajını korumaktı ve bunu belirli bir noktaya kadar başardılar. Fakat işler anayasal suç işleme noktasına geldiğinde, gerçeği ortaya çıkarmak zorunda kaldılar. Clinton, suçu üstlenerek ve özür dileyerek bu skandaldan kurtuldu. Olayın temelinde bireysel bir hata, bir zayıflık vardı, dolayısıyla çözüm de bireysel bir özürle geldi.

Erdoğan’ın durumu ise çok farklıydı. Onun skandalı bireysel değil, kolektif bir olaydı. Olay, sadece Erdoğan’ın kişisel hatası değil, bir grup insanın çıkarlarıyla örülmüş bir ağın parçasıydı. Bu grubun gizi saklama motivasyonu, sadece utanma duygusu değil, aynı zamanda somut faydalar sağlamaya yönelikti. Gizi saklayanlar, bu gizden en çok faydalanan kişilerdi. Bu yüzden gizlenmesi gereken şey, bir liderin kişisel bir hatası değil sadece, çok daha karmaşık ve derinlemesine bir güç ilişkileri ağıydı. Erdoğan’ın maskesi herkes tarafından görüldü, ancak bu maskenin ardındaki gerçekleri söylemek yasaklandı.

Erdoğan’ın skandalının toplum üzerindeki etkisi, utanma duygusunun yitirilmesiyle sonuçlandı. Clinton, skandalını itiraf ederek ve yüzleşerek bir tür sorumluluk almıştı, ancak Erdoğan ve çevresi hesap vermedi. Bu hesap vermeyiş, toplumda utanma ve arlanma duygusunu da yok etti. Artık öyle bir noktaya geldik ki, arlanma kültürü yerini arlanmasız bir kültüre bıraktı. Hiçbir şey için utanmak gerekmiyor, çünkü utanma duygusu da yüze yeniden takılan maskelerle birlikte kaybolmuş durumda.

Bu fark, sadece bireysel bir hata ile kolektif bir sistemin arasındaki ayrımı değil, aynı zamanda hukukun ve toplumsal normların nasıl işlediğini de ortaya koyuyor. Clinton, hukuk karşısında durumu açıklamak zorunda kalırken, Erdoğan ve çevresi bu yüzleşmeden kaçınabildi.

Ölü hapşırırsa

Leon Wurmser’in (Scham und der böse Blick=Utanma ve göz değmesi ve Die Maske der Scham=Utanmanın maskesi) psikanalizde utanma duygusuna dair kapsamlı çalışmaları, utanmanın oluşumunda çaresizliğin kritik bir rol oynadığını vurgular. Yalan, hırsızlık, yolsuzluk gibi kötülükler o kadar bariz ve açık bir şekilde ortada olsa da bu kötülüklerin değiştirilemez olması, insanlarda derin bir çaresizlik duygusu yaratır. Wurmser’e göre, bu çaresizlik ve adaletsizlik karşısında bir şey yapamama durumu, insanı asıl utandıran şeydir. İnsan, kendisini zayıf ve güçsüz hissettiğinde, bu duyguyla başa çıkmak için nefret geliştirmeye başlar. Zayıflık ve güçsüzlükten nefret eden kişi, bu duyguyu başkalarına, özellikle daha zayıf gördüğü gruplara yansıtarak dışa vurur. Burada, arlanma duygusunun nefrete dönüşüp zayıf ve korunmasız kişilere yöneltildiğini görürüz. Başka bir yönelim de insanlar sürekli ve yoğun utanıyorsa ve bundan kaçınmak, utanmayı azaltmak mümkün değilse insanlar kendilerini rahatlatmak için utanmaktan bütünüyle vaz geçebiliyorlar. Utanma konusunda harakiri…

Bunlar, utanmayanların neden toplumun en zayıf kesimlerinden nefret ettiğini açıklıyor. Sığınmacılar ya da azınlıklar gibi gruplar, vatandaşlık haklarından mahrum ya da toplum içinde güçsüz konumda olan kesimlerdir. Utanamayan kişiler, bu zayıflıkları hedef alır ve onları küçümseyip dışlarlar. Wurmser’in analizine göre, utançtan kaçamayan, ama bunu fark edemeyen kişilerde nefretin yükselmesi kaçınılmazdır. Bu durum, ırkçılığın zirve yapmasının ardındaki sebeplerden biri olabilir.

Utan(a)mamak, bir anlamda insani değerlerden uazklaşmak, insan olarak küçülmek demektir. Utanmayı beceremeyen insanlar, genellikle öfkeyle dolu olurlar. Alman filozof Peter Sloterdijk, Zorn und Zeit (Öfke ve Zaman) adlı eserinde öfkenin birleştirici gücüne dikkat çeker. Öfke, insanları ortak bir hedef etrafında birleştirir ve onlara bir kimlik sağlar. Irkçılık ya da aşırıcılık gibi hareketlerin temelinde, bu öfke dolu birliktelik vardır. Öfke, bu gruplar için bir tür “tutkal” görevi görür; onları bir arada tutar ve harekete geçirir.

Bu bağlamda, utançsızlık ve öfkenin, toplumsal kutuplaşmayı ve nefret söylemlerini besleyen bir döngü oluşturduğunu söyleyebilirim. İnsanlar, kendi çaresizliklerinden ve eksikliklerinden kaçmak için bu duygulara sığınıp, zayıf olanlara karşı öfke ve nefret geliştiriyorlar.

Arlanma kültürü, dış etkilerden çok, kendi iç dinamiklerinde yaşanan bir bozulma ve illüzyonun sona ermesiyle ortaya çıkar. Bir illüzyonist şapkasından aslında olmayan bir tavşanı çıkaramayacağını bilir, ancak izleyici, gerçekten tavşan varmış gibi hayret eder. Herkes bu hileye inanmış gibi yaparak oyunu sürdürür. Buradaki espri, gerçekte aldanmayanların, aldatılmamış gibi davranarak aldatılma oyununu sürdürmeleridir. Aldatılanın olmadığı bir aldatma oyunudur her illüzyon… Pfaller, bu durumu Oktavio Mannoni’nin bir alıntısıyla açıklıyor: Tiyatroda ölü rolü oynayan bir oyuncu hapşırdığında, seyirci ile oyuncu arasındaki giz bozulur. Seyirci, sahnedeki ölü rolü yapan kişinin gerçekten ölmüş olduğunu kabul ediyormuş gibi yapar. Ancak oyuncu hapşırdığında, bu giz kırılır ve herkes bunun bir oyun olduğunu anımsar. Seyirci güler, çünkü ortada hem kabul edilen bir gerçek hem de bu gerçeğin yüzeye çıkmasını sağlayan bir olay vardır. Olayın ritmi bozulur, ancak gülüp geçilir ve oyun devam eder. Lacan, bu tür görmezden gelinen ama bariz olan durumları “sembolik düzen” olarak adlandırır.

Ritüeller de benzer bir işleyişe sahiptir. Toplumdaki bir çelişkiyi gösterirler, ancak ritüelin kendisi bu çelişkiyi görünmez kılacak şekilde çerçeveler. Ritüel hem göstermek hem de görünmez kılmak arasında bir denge kurar; yani bariz olan, ritüelin bir parçası haline getirilerek toplumsal kabul kazanır.

Ayakkabı kutularındaki paralar, ses kayıtları, yeni zenginlerin hızla yükselişi… Hepimiz bunların farkındayız. Ancak, tiyatrodaki ölü rolü oynayan oyuncu gibi, biz de bu bariz gerçekleri görmezden gelerek oyunu sürdürüyoruz. Hepimiz, bu sembolik düzende yaşıyoruz ve hepimiz hapşırmaktan, yani gerçeği ifşa etmekten korkuyoruz. Çünkü bu illüzyonu bozanlar, gerçeği açığa çıkaranlar, toplumun tepkisiyle karşı karşıya kalıyor; onlar “hapşıranlar”ı adeta cezalandırılıyor. Hapşıran kişi, toplumsal düzende rahatsızlık yarattığı için, onun üzerine gidiliyor ve susturulmaya çalışılıyor. Bu yüzden herkes, büyük bir yanılsamanın içinde, oyunu bozmaktan korkarak yaşamaya devam ediyor.

Para makineleri, sistemin suçlarını sonuna kadar saydılar. Ve utanma ayakkabı kutularında unutuldu. Utanma duygusu, kişinin yüzü kızardığında kendini gösterir; ancak yüz kızarmayınca, utanma yok olur ve onunla sistem de çökmeye başlar. İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ahlaki ve toplumsal kurallar kaybolur, frenleri patlamış bir araba gibi kontrolsüz bir topluma dönüşür.

Paul Ricoeur’ün Hafıza, Tarih, Unutuş eserinde söylediği gibi, suçun cezası çekilmiyorsa, yasanın otoritesi de kaybolur. Yasalar sadece kâğıt üzerinde yazılı kurallara dönüşür ve işlevlerini yitirirler. Bu, yasaların artık toplumsal düzeni sağlayamadığı, insanların kuralların geçerliliğine inanmadığı bir duruma yol açar. Hukukun gücü ve toplumsal denetim, ceza mekanizması işletilmediğinde etkisiz hale gelir. Böylece, toplumda bir çöküş yaşanır; suçların cezasız kalması hem yasaların hem de ahlaki düzenin temellerini sarsar.

Toplumda utanmanın yok olmasıyla birlikte, bireyler arasındaki regülasyon da ortadan kalkar ve bir tür kaos ortamı oluşur. Bu kaos, yalnızca toplumsal düzende değil, bireylerin birbirine güvenme ve birlikte yaşama kapasitesinde de bir çözülmeye yol açar.

Dünyanın büyük bir patlamayla oluştuğu söylendiği gibi, günümüzde toplumsal patlamaların da benzer bir şekilde ahlaki çöküşü beraberinde getirdiği söylenebilir. Çoğu insan ölü rolü yapıyor; sanki ortada büyük bir sorun yokmuş gibi. Thomas Gutknecht’in (Mut und Mass statt Wut und Hass=Cesaret ve Ölçü, Öfke ve Nefret Yerine) adlı eserinde sözünü ettiği dikey ilişkilerdeki, yani alt ve üst arasındaki hiyerarşik öfke ve kızgınlıklar, artık yatay ilişkilere, yani toplumun kendi içinde dalaşmasına dönüşmüş durumda. İnsanlar, adaletsizlikler ve yozlaşma karşısında üstlerindekine tepki veremiyor, bu yüzden yanlarındakiyle çatışıyorlar.

Çok satılan kitabında Gerald Hüter (Würde=Onur) insanı ve toplumu güçlü yapan şeyin onur olduğunu yazar. Onur doğuştan her insanın sahip olduğu değer… Edinilmez, satın alınmaz… Ama insan/toplum onurunu yitirilebilir. İşte aslı facia bu…

Nazi Toplama Kamplarında insanların yüzlerinin bir dönem sonra birbirine benzediğini anlatır Jean Amery (Jenseits von Schuld und Sühne) . Duyguların azalması, duyguların anlamsızlığı, öfkelerin bile gizlendiği otoriter toplumlardaki insanların yüzleri de birbirine benziyor zamanla. Gülmeyen, umutsuz, çaresiz… Yüzümüzde ifade vardır, halimizi dışarı yansıtır. Acının hissedilmediği, anlamsızlaştığı korkunun artık korku etkisi yaratmadığı durumlarda yüzdeki ifadeler kayboluyor… Kaşlarımızın arasına depoladığımız öfke. Yüzümüz kimliğimizin en somut belgesi… Bizi ötekinden ayıran ve beni ben yapan şey. Yüz içerinin dışarıya yansıması, içeriden dışarıya açılan kapı adeta… Yüzümüz yok, yüzsüzüz adeta. Bir zamanlar utanmanın, ahlakın sembolü olan yüz, şimdi toplumun kayıtsızlığını ve duyarsızlığını yansıtıyor. Ahlaki değerler ise ayakkabı kutularında kaybolmuş gibi. Yalan, hırsızlık, taciz, adam kayırma, rüşvet, iftira… Bütün bu yüz kızartıcı suçlar, artık yüzümüzü kızartmıyor. Yani utanma duygusu neredeyse tamamen yok olmuş durumda. Utanılacak eylemler sıradanlaşmış, utanmazlık toplumda norm haline gelmiş gibi. Toplum, yozlaşmanın farkında olmasına rağmen sessiz kalmayı, gerçeği görmezden gelmeyi tercih ediyor ve bu süreçte ahlaki temeller daha da aşınıyor… Yani yüzümüz, yüzsüzlüğümüz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi