Ahmet Tulgar & İshak Karakaş
"Benim için 'dayanışma fasulyesi' bu"
Üniversitedeki iş güvencesi mücadelesi ve muhalif tavrı sebebiyle mesleğinden edilen Savaş Karabulut, şimdi beş kiloluk torbalarda 'dayanışma fasulyesi' dediği Konya menşeili fasulyesini satıyor. Torbasını 60 liraya satarak ekmeğini kazanan Karabulut, neşesinden de hiçbir şey kaybetmemiş.
İstanbul içindeki müşterilerine ilaç kullanmadan yetiştirilen fasulyelerini bizzat kendisi götüren Savaş Karabulut'a 0536 337 89 09 numaralı telefondan ulaşıp sipariş verebilirsiniz. Biz de Savaş Karabulut ile buluştuk ve kendisine ihraç sürecini ve fasulye satışının nasıl sürdüğünü sorduk:
İshak Karakaş: Önce okurlarımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Savaş Karabulut: 1978'de İstanbul'da, dört çocuğu olan bir anne babanın oğlu olarak doğdum. Onlar 1970'lerde İstanbul'a gelmişler, ama daha önce başka yerlere de gitmişler. Madene girmiş önce babam Soma'da, 16 yaşındayken. Büyük ablam İlkay yurt dışında yaşıyor, İngiltere'de. Zeynep Ablam burada yaşıyor, öğretmen. İkiz kardeşim var bir de, Barış adında. Benim için şöyle der babam: "Barış için savaş." Barışın ne kadar yararlı olduğunu bilir. O yüzden isimlerimizi böyle koymuş, önce ben doğmuşum, sonra kardeşim. Çocukluğumuzda hep bu konuşulurdu. Ben ismimi çok seviyorum, soyadım da Karabulut, çok olumsuzluk çağrıştırıyor ama ismim gibi mücadeleciyim, onu söyleyeyim. İstanbul'da hep kiralarda oturduk. Farklı yerlerde. Tabii 1980 koşullarında babamın cezaevi koşulları, annemin işe girmesini de sağlamış.
İshak Karakaş: Babanız neden cezaevindeydi?
Savaş Karabulut: Madene girince, Maden - İş sendikasına da giriyor, iş yeri temsilcisi olmuş. Ama tam olarak ne yaptığını, neden hapse girdiğini söylemez, anlatmaz bize, hâlâ korur o ilkesini. Sonra annem işe girince biz kendimiz dört kardeş kendi kendimizi büyüttük. İlkokul, ortaokul, ablalarımızın yardımıyla kendimizi büyüterek liseyi bitirdik, sonra üniversite sınavına girdik. O süreçte tabii, ben küçükken çok iyi hatırlıyorum, evimiz basılmıştı birkaç defa.
İshak Karakaş: Babanızdan ötürü mü?
Savaş Karabulut: Babamdan ötürü. Evimizi bastılar, hatta bizim oturduğumuz yerler hep zor bulunacak yerlerdi. İzbe yerlerde otururduk yani. Baskın olunca tabii ister istemez benim fişlenmem anlamına geldi bu. Bir de lisede Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin ardından Cumhuriyet gazetesinin başlattığı imza kampanyası için imza toplama sırasında fişlenmiştim. Evi bastıklarında beni tanıdı polis, ne zaman beni görse, o zaman Yenibosna'da oturuyorduk, "Savaş, Savaş" diye bağırıyordu, sırf rahatsız etmek için. İlk o zamanlar politize olduk. Küçükken de biliyorduk gerçi, babam sendikanın toplantılarına götürürdü.
Ahmet Tulgar: Politize olmanızı sağlayacak bir ortamda büyüdünüz, öyle mi?
Savaş Karabulut: Ben dayanışma ruhunu o zaman öğrendim. İş yerinde işsiz kalanlar, atılanlar oluyordu, babam alırdı küçükken bizi, pazara gider, insanların evine pazar torbası götürürdük. Ben bunu yaşadım. Dayanışmanın ne olduğunu ben gördüm, üç beş yaşında öğrendik. Sonra ben küçükken biraz kapitalistmişim, eve gelen ilk torbayı kapıp saklarmışım. Evin her yerinden sonra portakallar, meyveler çıkarmış. Babam daha üç yaşındayken beni karşısına oturturdu, konuşurdu: "Savaş bak, bencillik kötü bir şey, dayanışma önemli." Üç yaşında, beş yaşında çocuğu babam alır böyle, büyük adam gibi konuşurdu. Bize ailemiz kendini değil, önce karşındakini düşünmeye öğretti. Bunu samimiyetle söylüyorum, ben hep karşımdakini düşünürüm.
Ahmet Tulgar: Biraz hızlı gidelim. Mühendislik fakültesine giriş nasıl oldu?
Savaş Karabulut: Üniversiteye girdim, jeofizik bölümüne. Normalde başka tercihlerim vardı, ikinci sınıftan sonra mesleğimi çok sevmeye başladım, 99 depreminden sonra ben sismoloji alanında kendimi uzmanlaştırmaya çalıştım. Her geziye, her kongreye gittikten sonra hep sahaya gitmeye başladım. Kendimi donanımlı bir birey haline getirmeye çalıştım. TMMOB'a başladım, TMMOB'da öğrenci komisyonlarını kurmaya başladım. Aynı zamanda o dönemde TÜSTAV (Türkiye Tarih Araştırma Vakfı) vardı, TÜSTAV'a gidip geliyordum, o zaman yeni kurulmuştu 90'lı yıllarda, biraz orada çalıştım. Üniversiteyi, bölümü birincilikle bitirdim. Başarılıydım ve arkadaşlarım "gelecekte akademisyen olacak kişisin" derlerdi bana. Ders anlatırdım onlara. Çalışırken aynı zamanda okuyordum. Ama bölümümü de birincilikle bitirdim. Yüksek lisans yapmaya karar verdim. Yüksek lisans yaparken "geçimimi nasıl sağlarım" derken birkaç firmada çalıştım. Yüksek lisansa başladıktan 6 ay sonra asistan oldum, 2001 yılında. 2001'den günümüze kadar da 16 yıl İstanbul Üniversitesi'nde, 29 Ekim 2016'da ihraç edilene kadar akademisyenlik yaptım. Asistanlık sürecinde İstanbul Üniversitesi'nde 50/d iş güvencesi mücadelesinde aktif olarak çalıştım kendi kampüsümde. Bizim ihracımızın asıl en temel nedenlerinden bir tanesi de bizim bu 50/d sürecindeki mücadelemizdir. İş güvencesi mücadelemizi verdiğimiz için atıldığımızı düşünüyoruz.
İshak Karakaş: Atılma gerekçeniz tam olarak neydi?
Savaş Karabulut: Atılma gerekçem, üniversitenin her alanında mücadele vermiş olmak. Sosyal bilimlerde, hukukta, iktisattaki mücadele tarzıyla sayısal bilimlerdeki, mühendislik bilimlerindeki mücadele tarzı farklıdır. Mühendislikte insanlar çok konuşmazlar, çok korkak yetiştirilmiştir. 80 sonrası mühendisler, veterinerler, fendekiler konuşmazlar, ancak böyle bir politik geçmişi olan, ailesi Alevi, demokrat, ilerici olan, emekçi çocuğu olan kişiler biraz daha öne çıkıyorlar. Ama çok baskı altında kalıyorlar. Üniversitelerde birçok kişinin Alevi, Kürt kimliğini sakladığını biliyorum.
Ben üniversitelerde iş güvencesi mücadelesi için çalıştım. Bir ara Eğitim Sen'de çalıştım. Resmi değil ama fiili olarak çalışan bir kişiydim. Onun dışında bizim en büyük sürecimiz 50/d sürecidir. Rektörlük seçimlerinde Raşit Hoca ile, Raşit Tükel ile ilgili kampüste yaptığımız çalışmalar. Ve o dönemde biz hep şunu söyledik zaten: 2007 - 2008 yılında cemaatin üniversiteleri ele geçirme mücadelesine 50/d mücadelesindeki zaferimizle bir tepki vermiştik aslında. Aslında o mücadele cemaatin o günlerde üniversiteye girmesini engellemişti. Fakat o zinciri kırmaya asistanlardan başlamadılar. Zinciri Fethullahçı öğretim üyelerini üniversitelere alarak pekiştirdiler. Çoğu da zaten bu süreçte ihraç edildiler. Ben Eğitim Sen, TMMOB ve Türk Mimarlar Mühendisler Odası üyesi, odada yöneticilik yapan, yönetim kurulu üyeliği yapan ve sürekli mahallelerde olan, toplumal çalışmalara katılan, deprem, kentsel dönüşüm çalışmalarına gidip eğitimler veren bir kişiyim. Atılmamın nedeni de, büyük ihtimalle dosyamın üzerine çarpı koymalarının nedeni de bu. Birlikte atıldığım arkadaşlarımın hepsi de böyle bir mücadele geleneğinden gelmiş.
Ahmet Tulgar: Peki, mesleğinizi çok seviyorsunuz, bu kadar adaletsiz biçimde işten çıkarıldığınızda ne hissettiniz? İlk günler nasıl geçti?
Savaş Karabulut: İlk günlerim çok güzel geçti. Ben ihraçtan bir ay önce atılacağımı biliyordum. Nereden biliyordum? İhraçtan bir ay önce İspanya'daki bir kongreye bir tebliğ yolladım, sunum yapacaktım. Biletimi, her şeyimi ayarladım. Kongre pazar günüydü, cuma günü bölüm başkanvekili yıllık izinde olmama rağmen bana bir mesaj attı, "İznin iptal oldu" diye. Eylül'ün son haftası, darbeden üç ay sonra. Dekanı aradım, dekanın haberi yok. "Rektörlüğe git" dedi. Baktım, bir şeyler dönüyor. Rektörlüğe gttim. Bu arada bana verdikleri yazıyı almadım özellikle. Ben çıkacağım yani, bunları dinlemiyorum. Rektörle görüştüm o gün. Kapıda bekledim. YÖK Başkanı vardı, konuşuyorlardı, rektör vekiline, personel daire başkanına gittim, personel daire başkanı bana şunu söyledi, biraz detaylı anlatıyorum ama, "Elimizde bir liste var" dedi. "O listede adın vardır" dedi.
Ahmet Tulgar: Anlatın, bu süreç nasıl işliyor, pek anlatılmadı.
Savaş Karabulut: "Ne listesi" dedim, "Neden bahsediyorsunuz?" İşte bizim ihraçların listesiymiş o liste. Rektör yardımcısı da, rektör de beni çok iyi tanır. Çünkü onları üniversiteden, şahsen, "gidin buradan lan", affedersiniz "lan" diyerek kovdum yani. Çünkü öğretim üyelerine saygı göstermediler. Hiçbir öğretim üyesi ses çıkarmadı, bir ben ses çıkardım. Tebrik edip, "İkinci olursanız istifa edecek misiniz" dedim. "Meşru rektör olmazsınız" dedim kendisine rektörlük seçimleri sırasında. Sonra işte beni şey yaptılar biraz daha, "sen kenara çekil" falan diyerek. "Sen kimsin?" dediler, ben dedim "siz kimsiniz?" "Rektör yardımcısı" deyince ben de dedim ki, "siz beni ünvanla mı zedeliyorsunuz ulan" dedim yani, "çıkın gidin" dedim. Neyse rektörlüğe gittim, rektörle akşam konuştum, bana dedi ki, "OHAL'de birbirimizi idare edelim." "Hocam" dedim, "OHAL'de nasıl birbirimizi idare edelim?" Herkes tatile gidiyor, ben gidemiyorum, kongreye gidiyorum.
Şunu anlatmaya çalışıyorum kısaca, ben ihraçtan bir ay önce yurt dışında verilen görevlendirme iptal edilerek ihraç edileceğimi öğrendim. Şuna üzülüyoruz, bizler emek verdik, bizler oradaki arkadaşlarımızın üniversitede kalması için, asistanların atılmaması için, öğretim üyesi olması için, iş güvencesi için mücadele verdik. Aynı süreçte aynı kitlenin de sahip çıkmasını beklerdik ama benzer şekilde sokağa çıkarak. Biz 700 kişiyle Beyazıt'ta OHAL koşullarında İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü'nde bir eylem gerçekleştirdik. Birçok kitle örgütü geldi, öğrenciler, asistanlar geldi. O yüzden çok şaşırmadım. Diğer arkadaşlarımız biraz şaşırmıştı. Tabii burada başımıza gelecekler, ekonomik, işte cezaevine gireceğim… Hatta "bunlar idamı çıkarır idam da ederler bizi" dedim, vesaire vesarie…
İshak Karakaş: Şu fasulye olayına gelelim. Nereden çıktı, nereden aklınıza geldi? İlginç olaylar oluyor mu? Satış sırasında size nasıl reaksiyon gösteriyorlar?
Savaş Karabulut: Fasulye olayı şöyle oldu. Normalde benim ekmek paramı kazanmam gerekiyordu. Çocuğum yok; fakat bir köpeğim, iki kedim var. Onlar çocuklarım oluyor bir şekilde. Eşim çalışıyor fakat kredi borçlarımız var, benim kendimin, evimin vesaire. Bir şekilde arkadaşlarım bana küçük küçük işler vermeye başladı fakat özele ve devlete giremiyoruz. Özele hiçbir şekilde almıyorlar, devlete de giremiyoruz. Birkaç ay boyunca hiçbir şey yapamadım, yani yaklaşık üç aydan beri sıfır yani, cebimde para kalmadı hatta. Ailem "destek çıkayım" diyor, ben istemiyorum. Çünkü kimseden para istemiyorum. Üniversitedeki bazı Eğitim Sen'li arkadaşlar "bir bütçe toplayalım" dediler bana, ben dedim "para istemiyorum, bana iş bulun". Ben öyle asalak adam değilim, üreteceğim.Sonra o süreçte, ailem İzmir'de yaşıyor, eniştem bize her sene nohut, fasulye, mercimek getirirdi. Ablamın da İzmir'den bazı komşularından sipariş almış. "Savaş, İzmir'e giderken götürür müsün" dedi. Benim kafada ticari zeka fırladı.
İshak Karakaş: Zaten çocukluktan vardı.
Savaş Karabulut: Tabii vardı. Mesela küçükken ikiz kardeşimle pazarda su satardık. "Buz gibi soğuk sudan içen" derdik yani. Şimdi "buz gibi soğuk sudan içen" yerine "fasulye isteyen var mı" diyoruz. "gazsız fasulye", "bilimsel fasulye".
İshak Karakaş: Fasulye nereden geliyor?
Savaş Karabulut: Herkes bana bunu soruyor.
İshak Karakaş: Dersim'den mi?
Savaş Karabulut: Dersim Mucik'te var. Ama bana şey dediler, "Sen Dersimlisin, neden Dersimli fasulye satmıyorsun" diye. Ben de dedim ki, "Eniştem Konyalı, eniştemin her yıl getirdiği bir şeydi, ben bunu sadece geliştirdim" ve o gün akşam 11'de eniştemle, ablamla konuşurken ablam söyledi, ablam da öğretmen işte, Facebook'tan şakasına yazdım yani biraz ve benim amacım para kazanmak dışında bir dayanışma ağı örmekti. Ben üniversiteden ihraç edilen birçok Fethullahçı gördüm, kimse aramadı, uğurlamadı, el sallamadı. Bizi çiçeklerle uğurladılar.Ve biz günlerce, hatta birkaç ay boyunca sürekli telefonlar geldi. Her gün 20-30 kişi ile telefonla konuşuyorduk, "geçmiş olsun" diye. Dayanışma ruhu var bizde. Çünkü bizim ihraç edilmemizi hiçbir şeye bağlayamıyor insanlar. O süreçte ben insanların zamanla aslında giderek azalan dayanışma içgüdüsünü tekrar nasıl kazandığının cevabını aradım kendimde ve benim için "dayanışma fasulyesi" bu. Bunlar dayanışma fasulyesi. Benle, ihraç edilenlerle, hatta benim kazandığım paranın bir kısmını ihraç edilen diğer arkadaşlarla paylaşılmak üzere bir ağı nasıl kurarızın şeyini yaptım. Öyle başladım. Bir mail ile başladım ve ertesi gün bana telefonlar gelmeye başladı, sonra üniversiteden birkaç hoca, benim çok yanımda olan hocalar var, onlar kendi çevresine söyledi, onların Dersimli çevresi, Erzincanlı çevresi, onların köylüleri, ondan sonra oradan işte tanıdık doktorlar, avukatlar, bir gün sırf avukatlar arar, bir gün sırf hakimler arar, bir gün avukatların, bir gün doktorların grubundayım, bir gün işte Ömer Faruk Hoca paylaştı, Ömer Faruk Hoca'nın ekibindeki biraz daha muhafazakar kişiler, ondan sonra "Allah razı olsun" falan böyle ama şey yani farklı, Türkiye'nin farklı kesimlerinden, millyetçisi de, dindarı da, demokratı da, Alevisi de, Sünnisi de, Kürdü de, farklı kesimden insanlar...
Ahmet Tulgar: Herkes fasulyede birleşiyor Türkiye'de yani.
Savaş Karabulut: Bu fasulye aynı zamanda "birleşim fasulyesi" oldu. Bir de, satarken sattığım ürünü bilmek zorundayım. Tadına baktım fakat analiz yapmak istedim. Makaleler okudum fasulye ile ilgili. Türkiye'de nerelerde yetişir, nasıldır, neyine dikkat etmek gerekir diye. Çünkü eniştemler de ilk bana verdiklerinde fasulyenin cinsini bilmiyorlardı. İnsanlar "ne tür fasulye satıyorsun" dediklerinde TSE standartlarına, makalelere bakıp fasulyenin standartları, nerede yetişir, büyüklükleri nedir, küçük neyi ifade eder, kabuklarının kalınlığının test oranı nedir filan diye… Ve sonuç olarak en son geçen hafta bir laboratuvara fasulyeyi test ettirdim. Fasulyenin içindeki protein oranına baktırdım. İçindeki karbon oranına, demir oranına, ağır metal oranına baktım. Gerçekten de 'bilimsel fasulye'. Güzel, tadı da güzel, içeriği de güzel, "hiç ilaçsız milaçsız organik fasulye" diye satıyorum.
Ahmet Tulgar: Böyle olur mühendis akademisyenin fasulye satışı işte. Bir de doktorlarla gazetecilere herkes soru sorar ya bir şeyler sokakta, size de soruyorlar mı fasulyenin faydalarını akademisyen olduğunuz için?
Savaş Karabulut: Evet, çok iyi tepkiler alıyorum, insanlar dayanışma için alıyorlar, hatta "kargo parasını biz öderiz, sen gönder" diyorlar. Ben kendim kamyondan indiriyorum, çuvalları taşıyorum, poşetlemesini yapıp… Bir tartı aldım kendime. Tartıp tekrar çuvallara dolduruyorum. Ben kendim de dağıtıyorum tek tek dolaşıp. "Niye bu kadar çok, niye üç kiloluk yok" diye sordukları için fasulyeyi saklama koşullarını da araştırdım.
Ahmet Tulgar: Nasıl saklamak gerekir fasulyeyi?
Savaş Karabulut: Aslında köylerde saklandığı gibi, köylerde yaşayanlar çok iyi bilir, pamuklu bez torbalarda, heybe dedikleri torbalarda saklıyor köylerde insanlar. Çünkü bu tür baklagillerin en büyük sorunu nem almaması gerekiyor. O yüzden de bez torba nemi çektiği için en güzel saklama şekli bu. Ama genellikle insanlar kavanozlara koyuyorlar. Fakat kavanozlarda da şöyle bir sorun var, içinde bir tane çürük bir şey varsa, o su, nem yapıyor ve içinde pamukçuk üremeye başlıyor. Bez torbaya koyamayacak, kavanozda saklayacak insanlar varsa içine kaya tuzu koysun. Çünkü tuz da nem çeker.
İshak Karakaş: Peki, ihraç edilen akademisyenler arasındaki dayanışmayı yeterli buluyor musunuz? Sizin gibi geçim sorununu böyle çözmeye çalışan başkaları çok mu?
Savaş Karabulut: Ben benim gibi böyle satış yapan başka bir akademisyen duymadım. Fakat öğretmen arkadaşlar yapıyor. Özellikle Eğitim Sen'den farklı şubelerden arkadaşlar yapıyor. Onlar yağ, ceviz, pekmez, bal satıyorlar. Hatta bir noktadan sonra komüne döneceğiz. Ben bal alıp, onlara fasulye vereceğim. Bu komünler bir şekilde şekilleniyor. Fakat bizim akademisyen arkadaşların çoğu bu tür bir şey yapmıyorlar. Birkaç arkadaşımız, benim İstanbul Üniversitesi'ndeki arkadaşlarım, işte bir dayanışma atölyesi kurdular, iletişimci arkadaş ders veriyor, başka bir arkadaşımız gazetelere yazı yazıyor, Erhan Keleşoğlu, iktisattan Hakan Ongan firmalarda danışmanlık yapıyor.
İshak Karakaş: Eğitim Sen 5 No'lu Şube'den öğretmen Mehmet Sarı da pazarlarda pazarcılık yapıyor şimdi.
Savaş Karabulut: Öğretmenlerin pazarda çalışanları var.
İshak Karakaş: Diğer ihraç edilen akademisyenlere bir tavsiyeniz olacak mı? Nasıl davranmalılar? Siz bir yol bulmuşsunuz.
Savaş Karabulut: Ben bir yol buldum, ama bu yolu arkadaşlarım için buldum. Senin bir profesörünün, doçentinin çıkıp da fasulye satmasını, herhangi bir şey satmasını hoş karşılamadılar. Biz akademisyenlerin biraz ağırlığı olur, bir profesörle konuşurken insanlar farklı konuşuyorlar, onun için insanlar hep benle konuşurken, "hocam kusura bakma, bir şey duyduk" diyorlar, dün de aradılar, ondan önceki gün de. Hep "şaka mı bu" diyorlar." "Fasulye satıyorum ya, bir şey değil" diyorum. "Fasulyenin satılmasının iki nedeni var" diyorum, "Bir tanesi işte dayanışma, bir de ekonomik güç sağlamak." Daha önce ben bir arkadaşla, ben jeofizik mühendisi olduğum için "Maden sahası bulalım, maden işi yapalım" dedik. Birkaç arkadaş "Abi, maden sahası işletelim" dedi. Biraz da mesleğe dönük bir iş olabilirdi, ama olmadı. Ama ben görüşüyorum arkadaşlarımla, onun bir şeye ihtiyacı olursa ben, benim bir şeye ihtiyacım olursa o, maddi manevi biz kendi aramızda paylaşıyoruz.
İshak Karakaş: Siz o maden sahalarını Batı'da bulamazsınız, kimse vermez, Kürt illerinde bulabilirsiniz.
Savaş Karabulut: Evet, orada bakır çok var, çinko var, Hakkari'de vesaire de. Burada yok ama, bizim işin şu tarafı da kötü, proje olduğu zaman kimse gitmiyor. Ben giderdim. İnsanlar öyle bir şey ki, Türkiye'de akademisyenler özellikle, jeoloji profesörleri, gittiklerinde terörle karşılacaklarını, PKK'yla karşılacaklarını veya ne bileyim başka şeylerle karşılacaklarını düşünüyorlar, ben çekinmeden gittim, "nerede tehlike" diyorum, göremiyoruz, Geçen gittiğimizde, en son gittiğimizde, "gitmeyin" dediler askeler bize. Gittik, bir şey çıkmadı, her şey güzeldi.
İshak Karakaş: Barış ve demokrasi umudunuz var mı?
Savaş Karabulut: Hâlâ barış umudum var, hatta daha çok var. Özellikle fasulye işine giriştikten sonra konuştuğum insanların hâlâ korkmadan, yılmadan konuşmalarında barışı savunmaları, "haksız yere ihraç edildin" demeleri içimdeki bir umudu filizlendirdi, gerçekten filizlendirdi. "Barış çok yakında gelecek yani" diyorum ben.