Nurcan Kaya
Bitmeyen 6-7 Eylül
Bundan tam 62 yıl önce İstanbul’da ve İzmir’de yaşayan Rumların, Ermenilerin ve Musevilerin, namı diğer ‘gayrimüslimlerin’, canlarına ve mallarına büyük bir saldırı gerçekleşti. Yakın tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen pogrom, Türkiye, Yunanistan ve İngiltereli diplomatların Kıbrıs sorunu konusunda Londra’da görüşmeler yaptığı sırada, esas olarak Türkiye’de rehine muamelesi gören Rumları hedeflemişti ancak başladıktan sonra diğer Müslüman olmayan grupları da içine alıp büyüyerek gerçekleşti.
Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerle hiçbir ilgileri olmamasına rağmen Rumların, özellikle Patrikhane’nin basın tarafından hedef gösterildiği, Rumlara ve Yunanistan’a karşı bol miktarda ırkçı ve suçlayıcı yayınların yapıldığı bir dönemde, 6 Eylül günü radyoda Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evde bomba patlatıldığı duyuruldu. Aynı gün İstanbul Expres Gazetesi akşam baskısında "Atamızın evi bomba ile hasara uğradı" manşeti ile yayımlandı. Ne ilginçtir ki (!) genel olarak tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül günü en az 10 kat fazla basılmıştı. Atatürk’ün Selanik’teki evinin ciddi bir saldırıya uğradığı yalandı ancak bu haber binlerce insanın Rumlara saldırması için o an yeterince iyi bir mazeret oluşturuyordu. İstanbul içinde örgütlenen ve şehir dışından getirilen binlerce insan başta Beyoğlu olmak üzere İstanbul’un çeşitli semtlerinde, adalarda bulunan Rumlara, Ermenilere ve Musevilere ve onlara ait evlere, ibadet yerlerine, dükkanlara saldırdılar. İstanbul’a kıyasen az sayıda da olsa İzmir’de de saldırılar gerçekleşti.
6-7 Eylül Olayları’nda resmi rakamlara göre 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5317 mekân saldırıya uğradı.*Gayriresmi rakamlara göre ise 7000 bina saldırıya uğradı. En az 11 kişinin öldüğünün tahmin edildiği olaylarda tecavüze uğrayan kadın sayısı bugün hala net olarak bilinmiyor ancak birkaç yüz olduğu tahmin ediliyor.
Pogroma katılanlar yalnızca kendilerine gösterilen yerlere saldıran organize edilmiş kişilerden ibaret değildi. Gelişmeleri duyunca sokağa çıkan, aynı sokakta, hatta binada oturan komşusuna saldıranlar vardı. Milli takımda ve Fenerbahçe’de forma giyen yıldız futbolcu Lefter Küçükandonyadis de saldırıya uğrayanlar arasındaydı. Yaşadığı acıyı yıllar sonra şu sözlerle anlatmıştı: "15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. (...) Çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim."
6-7 Eylül Olayları, titizlikle planlanmış bir özel harekat eylemiydi. Öyle ki dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e "Galiba dozu kaçırdık" demişti. Saldırılar ‘arzu edilen’den daha büyük bir boyutta gerçekleşmiş ve Türkiye’yi dış dünyada zora sokmuştu. Saldırılara katılan az sayıda kişi yargılanıp ceza aldı. Maddi zararların sınırlı bir kısmı telafi edildi ama devletin yaşananlarla ilgili sorumluluğu, pogromun nasıl planlanarak tertiplendiği hiçbir zaman kabul edilmedi. Devlet, azınlıklara karşı işlenen diğer suçlar konusunda yaptığını, daha doğrusu yapmadığını tekrarladı ve 6-7 Eylül mağdurlarından özür de dilemedi.
6-7 Eylül Türkiye’nin elini Kıbrıs sorunu konusunda güçlendirmenin yanı sıra bu ülkeyi Rumlara dar edip gitmelerine sebep olmayı amaçlıyordu ancak beklenen sayıda Rum ülkeyi terk etmedi. 1960’lı yılların başlarında Türkiye’de hala, kimi kaynaklara göre 90 bin civarında, kimilerine göre 100 binin üzerinde Rum yaşıyordu.** Patrikhanenin ve Rumlara ait bazı gazetelerin Rumlara yaptığı, Türkiye’de yaşamaya devam etmeleri yönündeki çağrılar etkili olmuştu. Lakin devlet, Rumları rehine olarak görmekten ve ülkedeki nüfuslarının azalması için çaba harcamaktan vazgeçmedi. 1964’te 12 binin üzerinde Yunanistan vatandaşı olan Rum ülkeyi 20 kilo eşya ve 20 dolarla terk etmeye zorlandı. Bu kişilerle evli olan Türkiye vatandaşı Rumlar ve çocukları da ülkeyi mecburen terk ettiler. Daha sonra, yaşanan sıkıntılardan da zorluklardan da yılarak ülkeyi, yani anavatanlarını bırakıp giden Rumlar da eklendiğinde, o dönemde 60 bin civarında Rum’un, yani ortalama her üç Rum’dan ikisinin ülkeyi tek ettiği tahmin ediliyor. Sonraki yıllarda, Kıbrıs sorunu ve memleketteki baskı ağırlaştıkça Yunanistan’a göç etmeye devam eden Rumların nüfusu dramatik bir şekilde azalmaya devam etti. 1970’li yılların ortalarında 8.000’e gerileyen Rum nüfusu bugüne kadar erimeye devam etti. Rumca yayınlanan Apoyevmatini Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis’e göre bugün Türkiye’de yaşayan Rum sayısı 2.000’in altında.
Yani anlayacağınız, Rumlar bu ülkede bitti ama devletin Rumlarla ve diğer azınlıklaştırılmış halklarla derdi bitmedi. Devlet Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler gibi halkları, bin yıllardır bu topraklarda yaşıyor olmalarına rağmen ne bu ülkenin eşit vatandaşları olarak görmeyi, ne de onların tarihlerine saygı duymayı, kültürel miraslarını korumayı öğrendi. Daha kötüsü şu ki, 6-7 Eylül’de sokaklara çıkıp bu suçları işleyen insanları harekete geçiren zihniyet bugün hala toplumda yaygın. Çok küçük bir kıvılcımla bile binlerce insanın kalan Rumlara, Ermenilere, Musevilere; yetmedi, Kürtlere, Alevilere, sığınmacılara, mültecilere saldırabileceğini bilerek, bu ağrıyla yaşayamaya çalışıyoruz bu ülkede.
*Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
** Hülya Demir, Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, İstanbul, Belge Yayınları, 1999.
Not: Önümüzdeki aylarda öğrenci olmayı planladığım ve daha önemlisi bir süre seyahatte olacağım için, Artı Gerçek’te düzenli olarak yazmaya ara vermek zorundayım. Bu mecrada yazı yazmama imkân tanıdığı için Artı Gerçek’teki dostlara ve orada çalışanlara; bana bir süre gönüllü olarak editörlük yapan arkadaşıma; yazılarımı okuyan, yorumlarını, eleştirilerini esirgemeyen herkese çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere. İyilikle kalın.