Orhan Gazi Ertekin
Mağdurun dilsizliği: 'Çok Kötü Bir Şey Oldu'
Sivas katliamı Türkiye’deki tüm katliam, pogrom ve soykırımlar ile yüzleşmede tarihsel bir başlangıç noktası oluşturmuştu. Madımak sadece Alevi örgütlülüğünün yaşamsal varlığına dair acil ve yaygın bir his oluşturmadı. Aynı zamanda şiddetin ve toplu kırımların her türünün geriye doğru çözülmesinde; anlaşılmasında ve yorumlanmasında tetikleyici bir etki de gösterdi. Madımak sorgulamasından Maraş Katliamı, Dersim Tertelesi gibi yakın dönem ve hala canlı şahitleri olan tarihsel kırımların hatıraları birer birer gündelik hayatımıza yeniden üşüşürken Madımak bu kırımların gerçekte bir “anı”, geçmişe dair bir “hafıza” katmanı değil bugünümüze dair bir “deneyim” olduğunu da öğretti.
Süreklilik içinde ve yaşayan bir şiddet ile karşı karşıya bulunduğumuz çok açıktı. Daha açıkçası bütün bu toplu kırımların sadece geçmiş tarihin şeytani sayfalarının bir parçası olmadığını, sürekli birbirini tekrar eden bir iktidar pratiği olduğunu anlamaya başladık. Bu ülkede toplu kırımlar kötülerin iyilere yaptığı, bugünden ve bizden uzak bir dünyanın vahşi hatıraları değildi, Türkiye’nin sıradan insanlarının, hemen kapı komşumuzun; beraber zaman geçirmekten keyif aldığımız ya da aldığımızı zannettiğimiz o “normal” insanlar tarafından hayata geçirildiğini, bugüne dair olduğunu ve bizden uzak olmadığını, hepimizin de her an konusu olabileceğini bize bir güzel öğretmişti Sivas katliamı…
Madımak ve onun bilgi ve bilincinin etkisi bugün de varlığını sürdürüyor. Madımak Hafıza Merkezi ve buna bağlı projeler Sivas Katliamı üzerine öğretici çalışmaların merkezi niteliğini bir kez daha ortaya koydu. Proje içindeki belgesel Türkiye’nin ve avrupanın bir çok şehrinde gösterildi. Gösterilmeye de devam ediliyor. Müze ve veb belgesel ilk kez bugünden geçmişe uzanan nesnel bir yol açtı.
Madımak Hafıza Merkezi'nin birkaç önemli katkısından hemen bahsetmek isterim. Bu çalışma, öncelikle, Türkiye’de ilk kez bir katliamı (gerçekte Sivas pogromunu) başlı başına bir yurttaşlık eğitiminin konusu haline getiriyor. Dahası bunu son üç on yıl içinde giderek büyüyen “insan hakları endüstrisi”nin profesyonellerinin dışında yapmakla da özel bir ilgiyi hak ediyor. Ve bir nokta daha: Bu çalışma ve özellikle de “Çok Kötü Bir Şey Oldu” belgeseli Madımak’ı Türkiye’nin kalbinin uzağına yerleştirildiği bir “talihsizlik” olmaktan çıkartıyor ve herkesin yüzleşmek zorunda kalacağı bir yurttaşlık sınavına dönüştürüyor. “Türkiye”nin sağduyusu”nun yaşanan katliam, pogrom ve soykırımlardan ne kadar uzak durduğunu da ifşa ediyor. Mağdurun bir toplumsal sağduyunun dışına bırakılması aynı zamanda belgesele adını veren “söz” üzerinden gördüğümüz üzere bir “dilsizliğe”, mağdurun kendi yaşadığı acıları anlatma ve aktarmadaki umutsuzluğuna da işaret ediyor.
MADIMAK HAFIZA MERKEZİ
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu'nca (AABK) yüklenilen Madımak müze, kütüphane, web belgesel, sözlü tarih görüşmeleri ve “Çok Kötü Bir Şey Oldu” belgeseli hafıza inşasının ilk önemli örneklerini de vermeye başladı. Bu çalışmalar şiddetin hatırlanması ve şiddet mağdurlarının anılmasından toplu kırımların anlaşılmasına doğru uzanan ilk ciddi ve kapsamlı çalışma niteliği taşıyor. Adeta bir eğitim müfredatı oluşturulmuş durumda.
Bugüne kadar Alevilik ve sola ve onların hafızasına saklanmış bir acı ve hüzün sürecinin giderek toplumsal bir hafızanın parçasına dönüşmesinde ve muhtemel bir Türkiye yurttaşlığını besleyebilecek bir eğitimin müfredatının yaratılmasında başlangıç sayılabilir bu çalışmalar. İnsan hakları endüstrisi bu tür toplu kırımların politik içeriğini, güncel deneyimle olan bağını koparıp hafızaya sıkıştırmayı tercih etmişti. Hatta bu tür araştırmaları geniş kadroları, fonları olan bir mesaiye dönüştürdü. Buna karşılık AABK doğrudan üyelerden topladığı bir yardımlaşma ve dayanışma faaliyetiyle finansman sağladığı gibi gönülden çalışma ile disipliner emeği biraraya getiren bir kadroyu da seferber etti.
ÇOK KÖTÜ BİR ŞEY OLDU
Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan belgesel anma ile anlamayı bir araya getirmeyi tercih etmiş. Böylece Sivas Pogromu'nda katledilenler ve onların anıları ile toplumsal ve siyasal bağlam yan yana getirilmiş oluyor. Katledilenlerin yüzlerini zihnimize nakşederken politik ve toplumsal sahnenin oyuncularını teşhis etmek çabası bu çaptaki bir şiddet sürecinin çok yönlü resminin oluşturulmasında kolaylık sağlıyor. Aynı zamanda zorlaştırıyor da. Çünkü katledilenlerin her biri için ayrı bir bölüm açmak tek bir defada kaldırılabilecek bir duygu yoğunluğunu aşıyor.
Diğer yandan tek ve köşeli bir kurgu oluşturmak ve bir anlatıcı ile yola çıkmak yerine uzun emeklerle oluşturulan malzemeleri bir araya getirerek seyirciye geniş bir yorum alanı bırakılmış. Bu alanın genişliğinin seyirciyi yorduğunu, yoracağını kabul etmek gerekli. Belgeseli, belgeselin zamanı içinde tüketmek bu nedenle imkansız. Nitekim belgeseli izlemeden önce belgesel sahibi ve emek verenlerle uzun bir sohbete hazırlanırken belgesel sonrası herkesten kaçmak ve susmaktan başka hiçbir şey gelmedi benim içimden. Belgeselin içeriğinin yoğunluğu zengin bir malzemeden yararlanılmasından kaynaklanırken anlatım kaçınılmaz olarak ağırlaşıyor. Fakat anma ve anlamayı birlikte gerçekleştirmek tercihinin kaçınılmaz sonucudur bu. Belgesel olağanüstü bir hazırlık ve emeğin üzerinde yükseliyor.
Diğer yandan bir çok kişi gibi ben de bildik aceleci bir şüphe ile bakmıştım belgeselin adına. “Çok kötü bir şey oldu” bende peşin bir ifade sorununa işaret ediyordu hep. Gerçekten de öyleymiş. Fakat benim zannettiğim gibi değil. Bu hakikaten de bir “ifade sorunu”. Ama belgesel ile alakalı değil. Belgeselin ifşa ettiği bir “dilsizlik” ile ilgili bir mesele bu. Nitekim bu adlandırmanın doğrudan çocuğunu katliamda kaybeden bir annenin anlatımından geldiğini fark etmek çok katmanlı ve mağdurun kendi temsiliyle ilgili bir soruna işaret ediyor. Mağdurun dilsizliği ile alakalı bir soruna. Belki belgesel adının hemen altına “mağdurun dilsizliği” gibi bir ek başlık ilk ve erken eleştirileri hem engellermiş ve hem de aslında başlığın yüzeysel ve makul olmayan bir klişeyi aşan bağlamları içerdiğini göstermek mümkün olurmuş gibi geldi bana…
Belgeselden de anlaşılacağı üzere gerçekte olan şudur: Sivas Katliamı hala kendi sözünü arıyor. Katliamda çocuğunu kaybeden bir anne kaybını ancak “çok kötü bir şey oldu…” diye dile dökebiliyorsa bu arayışın sanıldığından çok daha trajik bir durumda olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çocuğunu kaybeden bir annenin hayatının en büyük kaybını bu şekilde anlatması Türkiye'de biri failler alanında diğeri mağdurlar alanındaki iki önemli noktayı ortaya sermektedir kanımca. Birincisi Türkiye’nin sağduyusunun; aklının, kalbinin ve kulağının mağdura kapalı olması ile ilgili.
Sesi duyulmayanın sesi yoktur. Kulak verilmeyenin sözü yoktur. Mağdur burada kendi acısını, kaybının derinliğini anlatamaz. Anlatamamaktadır. Mağdur kendi gerçeğini anlatmaya müsait bir dil edinememiştir. Bir söz geliştirememiştir.. Çocuğunu kaybeden anne işte bu nedenle “Çok kötü bir şey oldu” diye anlatabilmektedir acısını.
Ve ikinci ve bizzat bu durumun yarattığı diğer nokta mağdurun “dilsizliği” ile alakalı ciddi bir sorun olduğunu da gösteriyor. Türkiye'de şiddet; kırımlar, pogromlar ülkenin kalbine en uzak yere konuluyor. “Türkiye’nin vicdanı”nda tüm bunlara dair pek az şey bulabiliyoruz. Hatta küçük bir heretik grubun “kötüye kullandığı” bir hatıra olarak bile ele alındığı oluyor: Öyle ya ya Aziz Nesin’in “dinsizliği” ya da “Kılıçartığı Alevilerin” mürtedliği ile geçiştirilmeye de alışılmış bir gündem bu. Sadece bu kadar değil Sivas katliamı artık dilimize yerleşen bir “lanet” olarak sadece bir “katliam” sözcüğü ile adlandırılıyor. İçinde devletin, toplumun ve tüm bu yapıların kültür ve geleneklerinin dışarda tutulduğu bir adlandırmayı mağdurların bir kısmı bile kabul etmiş durumda.
Gerçekte bir pogrom olarak çağrılması ve buna uygun bir politik, hukuki, etik ve ahlaki eylem ve söylem geliştirilmesi gerekirken sadece karşı “cemaatin” namlı tetikçileri ile kuşatılmış bir muhalefet alanı vaadediliyor. Oysa Sivas Pogromu sadece bir toplu kırım olarak değil Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısından anayasal düzenine, oradan yargısına, suç ve ceza düzenine ve hatta muhalefet geleneğine kadar uzanacak kapsamlı bir hesaplaşma ve yüzleşme ile birlikte ele alınmaz ise nihayetinde kendi çocuklarını kaybeden annelerin dilsizliğine kadar ulaşacak bir felç hali ile tamamlanacaktır. Tamamlanmaktadır. Bugün Sivas Pogromu gündeminde yaşadığımız şey işte bu politik hukuki ve hatta kültürel dilsel bir felç halidir.
Belgesele dönersek bu geleneği kendisi ile yüzleştirecek kadar ciddi bir girişimde bulunduğu açık. Farklı yaklaşımlara alan açsa da Madımak Pogromu'nun artık yeni biçimlerde yorumlanmasının yolunu da açmış.
Çok Kötü Bir Şey Oldu belgeseli, kendi çapında bir ilk girişim olarak tüm bu meseleleri ortaya koyan, Madımak pogromu öncesi ve sonrasına dair tüm algımız üzerine yeniden düşünmeye çağıran bir çalışma. Sırada Maraş Katliamı 50. Yıl var. Tüm kadroyu başta Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve yöneticilerini, emek verdiklerine bizzat şahit olduğum Türkiye’deki çok çeşitli Alevi dernekleri federasyonlarını ve yöneticilerini, Ümit Kıvanç’ı, Eylem Şen’i, projenin planlanması ve hazırlığında yer alan Ahmet Haluk Ünal ve İnci Hekimoğlu’nu, isimlerini sayamadığım için beni affetmelerini dilediğim daha bir çok emek veren dostları ayrı ayrı kutluyorum…
Orhan Gazi Ertekin kimdir?
1993 Ankara Hukuk Fakültesi mezunu, ODTÜ’de “A Turning Point of Turkist Movement:1944 Trials” başlıklı teziyle master derecesini, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde “Modern demokraside Sstisna Durumunun Yeniden Doğuşu: Terörizm İstisnasının Yaratılması ve Hukuk Düzeninin Egemen İnşası” başlıklı teziyle ise doktora derecesini aldı. 26 yıl yargıçlık yaptı. Halen Demokrat Yargı Hareketi sözcülüğü yapmakta ve hukuk, yargı, Kürt Hak Hareketi üzerine akademik çalışmalarına devam etmektedir.
“Yargı Meselesi Hallolurdu”, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Memurlaşmak”, “Türkiye’de Yargı Yoktur”, “AKP ve Cemaat: Yargıda Kumpasın Köşe Taşları”, “Yargı ve İktidar Oyunları”, “Kürd’ü Savunmak”, “Vahşet, Direniş ve İşkence: Maraş Katliamı” kitaplarını yazdı ve derledi.
İngilizce dilinde yayınlanan yazıları: “The Rise of Caesarism or The Erdoğan’s Way, South Atlantic Quarterly, Universty Of Duke, Vol. 118, 2019” ve “Rule of Law in Turkey: Judicial Administration, Norveç Pen, Haziran 2020”.