Hüseyin Çakır

Hüseyin Çakır

Çok partili hayata ve demokrasiye nasıl geçildi?

Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş, çok partili hayata geçişten daha sert kutuplaşma içinde yol alıyor.

Cumhuriyetin ilanıyla meclis oluştu ve demokrasi, meclisli ve tek partili dönemde, tek partinin gösterdiği adayların seçildiği seçimler yapıldı. Bu dönem için demokrasi demek mümkün değil.

Meşrutiyetle meclis oluşturulmuştu. Kanun-i Esasi, padişahın güç kullanımı kurallara bağlayarak, karşı bir egemenlik gücün oluşturması amaçlıyordu.

Cumhuriyeti kuran irade, saltanatı kaldırarak egemenlik milletindir ve bunu millet adına meclis kullanır dedi.

Atatürk’ün ölümünden sonra Millî Şef İnönü döneminde rejim daha da katılaştı. Atatürk döneminde gözden düşen Millî Mücadele’nin önde gelen liderlerinden bazıları iade-i itibar etmeye başladı. Bu arada Halk Partisi’nde otoriter eğilimli, devrimlerin zora dayanarak yerleştirilmesi gerektiğini savunan Recep Peker’in döneminin siyasî hayatındaki etkinliği de artmaya baladı. Esasen, Peker’in zor kullanmayı ön plana çıkaran devrimci siyaset anlayışı daha 1931 yılından itibaren Halk Partisi’nde egemen olmaya başlamıştı; Partiyi devlet ve milletle özdeşleştiren otoriter yöneliş Türk siyasetine egemen duruma gelmişti. Bu eğilim Atatürk’ün ölümüyle daha da belirginleşti

Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin dünyanın yeni şartlarına uyum sağlamak niyetinde olduğunu belli eden bir tutum almaya başlaması, içte de bir yumuşama ortamının doğuş şartlarını hazırladı. Muhalif sesler daha bir güvenle yükseltilmeye başladı. Nitekim 1945 yılının mayıs ayı ortalarında Toprak Reformu Kanunu tasarısı mecliste görüşülürken CHP Aydın milletvekili Adnan Menderes Tasarıyı eleştiren bir konuşma yaparak Başbakan Saracoğlu ile tartıştı. Bu arada Cumhurbaşkanı İnönü de 19 Mayıs’ta yayınladığı bayram mesajında ülkede "halk idaresi"nin gelişeceğini açıkladı. Daha sonra, başta Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes olmak üzere bazı CHP milletvekilleri bütçe aleyhine oy verdiler (29 Mayıs). Bunu, bu dört milletvekilinin 7 Haziran’da CHP meclis grubuna verdikleri bir muhtıra izledi. Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan –daha sonra "Dörtlü Takrir" diye adlandırılan- bu önerge özgürlükleri kısıtlayan rejimi daha fazla sürdürmenin doğru olmayacağı ve anayasada gösterilen hak ve özgürlüklerin artık tanınması, çok partili bir siyasî hayata geçirilmesi ve hükümetin TBMM tarafından denetlenebilmesi isteniyordu. Önerge CHP grubunca reddedilmekle beraber, kamuoyunda iyi izlenim bırakmıştı; bundan cesaret alan Köprülü ve Menderes muhalefetlerini basında hükümeti eleştiren yazılar yayınlatarak sürdürdüler. Ağustos ayında Birleşmiş Milletler Antlaşmasının onaylanması için yapılan görüşmelerde Menderes aynı doğrultuda konuşarak tek parti yönetimini sert bir dille eleştirdi ve Türkiye’nin uluslararası düzeyde girdiği bu taahhüde uygun olarak siyasî sistemini demokratik esaslar doğrultusunda yeniden şekillendirmesi ve özgürlükleri kısıtlamaktan artık vazgeçmesi gerektiğini söyledi.

Bu gelişmeler üzerine Menderes ve Köprülü 21 Eylül’de partiden çıkarıldılar; bu kararı eleştiren Koraltan da aynı muameleye tabi tutuldu. Bunu Celal Bayar’ın önce İzmir milletvekilliğinden, sonra da Halk Partisinden istifa etmesi (3 Aralık 1945) izledi. Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım’da yaptığı Meclisi açış konuşmasında Cumhuriyet’in diktatörlüğü ilke olarak reddettiğini belirttikten sonra şöyle diyordu "partinin kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun meclis içinde mi dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bu siyasî kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasî hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasî olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur."

Görülüyor ki, İnönü ve CHP liderliği bir muhalefet partisinin kurulup faaliyete geçmesini istemekte, hatta teşvik etmekteydi. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü’nün bu konuşmasından bir ay sonra Celal Bayar yeni bir parti kuracaklarını basına açıklamış, 7 Ocak 1946’da Bayar’ın liderliği altında Demokrat Parti resmen kurulmuştur.

Demokrat Parti her ne kadar İnönü’nün teşviki sayesinde kurulmuşsa da, bunu bir "danışıklı-döğüş" olarak görmek doğru değildir. Büyük ihtimalle, İnönü ve CHP liderliği bir muhalif partinin kısa zamanda güçlenip iktidara gelebileceğine ihtimal vermemişlerdi; belki de istenen kontrollü bir çok-partili "sınırlı bir demokrasi" idi.

Demokrat Parti önderleri ile CHP yöneticiliği arasında Cumhuriyet’in temel değerleri bakımından ideolojik bir fark olduğu da söylenemezdi; her iki grubunun da ideolojik ortak paydası Kemalizm idi. Şu farkla ki, Demokrat parti daha liberal bir Kemalizm yorumundan yana görünüyordu.

Türkiye’de 1945 yılına kadar ülkeye hâkim olan "tek şefli ve tek partili otoriter rejim"den çoğulcu siyasete geçiş 1945-50 yılları arasındaki beş yıllık bir dönemde gerçekleştiği için, bu kısa dönemin yoğun tecrübesi önemli bir takım dersleri içermektedir. Ne var ki, ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerçek b,ir muhalefet olarak ortaya çıkmakla beraber, Kemalist kadronun muhalefetli bir çoğulcu siyasetin meşruluğunu kabul etmeye henüz hazır olmaması nedeniyle, bu deneyim çok kısa ömürlü olmuş ve siyasal muhalefet hiçbir zaman meşru bir statü kazanamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar kararlı bir biçimde "özgürlük-tanımaz" bir siyaset izlenmesi ve bir ara iktidar partisi (CHP) ile devleti özdeşleştirmeye dönük fikrî ve fiilî çabalara girişilmesi göz önüne alındığında, Kemalist yönetimin en azından görünebilir gelecekte demokrasiyi hedeflemiş olduğunu iddia etmek zordur. Nitekim bir araştırmacı, Kemalizmi ve pratiğini modernleşme ideolojisi çerçevesi içinde, Kemalist projenin demokrasi ve liberalizme yer vermediğini ve kendini çağdaş ideolojilerden ayrı ve üstün bir ideoloji olarak gördüğünü kanıtlamaya çalışmaktadır.

Görülüyor ki, 1945’ler Türkiye’sinde yöneticiler Türkiye’nin demokrasiye adeta mahkûm olduğunu rahatlıkla görebilecek durumdaydılar. Hem iç hem dış kamuoyunun baskısı liberalleşme ve demokratikleşme yönündeydi. Türkiye daha uzun süre, bir tür bürokratik diktatörlük karakteri gösteren yönetimini muhafaza edemezdi; böyle bir tercih hem toplumsal huzursuzlukların bir patlama noktasına gelmesine hem de Türkiye’nin uluslararası düzeyde alabildiğine itibarsızlaşmasına, hatta güvenliğini tehlikeye atmasına yol açabilirdi. Bu durumda en akılcı yol, demokratikleşme yönündeki girişimin yönetim kademelerinden gelmesiydi. Bu işte, Cumhuriyet’in ve onun resmî partisi CHP’nin ilk siyasal retoriği zaten yeni duruma uyarlanmaya elverişli idi. Yapılması gereken, sadece ulusal egemenlikçi resmî söylemin gereğini samimi olarak yapmak, Anayasanın zaten tanıdığı özgürlükleri zaten kullanılamaz kılan yasaları kaldırmak veya değiştirmekti.

Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş, çok partili hayata geçişten daha sert kutuplaşma içinde yol alıyor. Demokratik ve özgürlükler alanı budanıyor. Yukarıdaki çok partili ve "demokratik" düzene geçişin gerisinde bir siyasal akıl sistemi otoriterleştiriyor.

KAYNAKLAR:

Erdoğan, Mustafa; "Türkiye’de Bürokratik Yönetim Geleneği Ve Demokrasi", Yeni Forum, N.271 (Aralık 1991) (Yeni Forum Yayınları Arasında 1992 Yılında

Köker, Levent; Modernleşme, Kemalizm Ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yay., 1990)

Tanör, Bülent; Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Der Yy., 1992)

Timur, Taner; Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, (İstanbul: İletişim Yay., 1991)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hüseyin Çakır Arşivi