Gün Zileli
Cumhuriyet döneminde kadın idamları
Geçen Haftaki yazımda, Tarık Işık’ın Darağacında 15 Kadın-1931/1971 (Sözcü, 2022) kitabından hareketle “1930’lu yıllarda yoğunlaşan 15 kadın idamı”na değinmiş, o zamanki Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’un 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun’dan 15 gün sonra Meclis’ten geçen, idam cezasını da içeren yeni Ceza Kanunu’nun Meclis’teki görüşmeleri sırasında sarf ettiği sözlerine yer vermiş ve “Medeni Hukuk’taki ‘tek eşli’liğin kabulüyle kadınların aşk cinayetlerinin arasında bağlantı var mı?” sorusunu bir dahaki yazımda ele alacağımı yazmıştım.
Hemen belirteyim ki, bu tür hukukî konularla ve dahası, kadınların emansipasyonu mücadelesiyle çok yakından ilgilenmiş biri değilim. Bu konuda feminist yazarların ve akademisyenlerin çok daha derinlemesine incelemeler yaptığını ve yapacağını belirtmek bile gereksiz. Fakat madem konuya girdik, ben de bilgilerim çerçevesinde bir şeyler söyleyeyim.
1926 MEDENİ KANUNU’NDAN ÖNCE 1917 HUKUK-İ AİLE KARARNAMESİ
Meşrutiyet dönemi ile birlikte kadın sorunu toplumda daha bir görünür olmuş ve eski statülerde değişiklik talebi gündeme gelmiştir. Bu gelişmenin yasal plandaki yansıması 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnâmesi olmuştur. Bu kararnâmeyle, kadınların evlenmesi ve boşanmasına ilişkin olumlu gelişmeler sağlanmıştır. En büyük yenilik, “9 yaşından küçük kız çocukları”nın velileri tarafından evlendirilemeyecek” olmaları ve “17 yaşını doldurmuş olan bir kızın, velisinin iznine gerek olmadan kendisi”nin nikâh aktedebilecek olmasıdır. Keza kararnâmeyle, kadınların boşanma hakkı genişletilmiştir.
Bununla birlikte, Osmanlı’da kadınların kocalarından boşanma hakkının hiç olmadığı düşünülmemelidir. İslam ve Osmanlı Hukuku’nda, kısıtlı da olsa, kadınların boşanma hakkı vardı. Örneğin, evliliğe son vermek isteyen kadın, mahkemeye başvurabilir ve hâkim kararıyla boşanabilirdi. Buna Osmanlı hukukunda “Tefrik” denmekteydi.
Ayrıca, kimi aile içi anlaşmazlıklar, İslamın “muvazaası” yoluyla “çözülür”dü ki, bu da katı kuralların, “kitabına uydurmak” yoluyla yumuşatılması anlamına gelirdi. Elbette esasen varlıklı Müslüman erkeklere hizmet eden “hülle”, kimi durumlarda kadına da evlilik içinde biraz olsun hareket serbestisi tanırmış gibi görünüyor. Bu konu, yaşanmış örnekler esas alınarak tartışılmalıdır.
Dahası, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul (Oğlak, 2016) romanında okuduğumuz gibi, özellikle Osmanlı’nın çözülüş döneminde kadın-erkek ilişkilerinde bir “üstü örtülü serbestiyet” yaşandığı, peçelerin ve cumbaların arkasındaki kadınların bu tür “iffet” önlemlerini, sevgilileriyle daha rahat buluşabilmek için kullanabildikleri anlaşılıyor.
MEDENİ KANUN GELİYOR
Modernist despotluklar kadim despotluklardan çok daha sert ve acımasızdır. Bu, tarihte, Fransız Devrimi’nin ardından hüküm süren Jakobenlerin giyotiniyle ve 1917 Ekim devriminden sonra Çar’ın ailesinin çoluk çocuk demeden hunharca katledilmesiyle, dahası, Türkiye’de İstiklâl Mahkemeleri’nin acımasız ve hukuksuz idam kararlarıyla kanıtlanmıştır. Bunu, devrin “Jakoben” Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt’un, yeni ceza kanununun kabulü tartışmaları sırasında, Meclis’deki, “Ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılâp çok kıskançtır” sözleri de açığa vurmaktadır. Aynı Mahmut Esat Bozkurt’un, “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı” sözleri, Jakoben modernizmin ırkçılığını ortaya koyması bakımından da eşsizdir.
Kuşkusuz, 1926 Medeni Kanunu, kadın hakları açısından bazı yenilikleri içermekteydi ama aynı dönemde, on yıla yakın (1917-1926) geçerli olmuş Sovyetler Birliği evlilik hukukuyla karşılaştırıldığında oldukça erkek egemen ve tutucudur. Bir kere, bu yasada kadınların kürtaj hakkı tanınmamış; kadınların kocalarının soyadını taşıması zorunluluğu getirilmiş; koca, ailenin reisi olarak tanımlanmış; soy, babadan erkek evlada geçişe göre belirlenmiş; kadınların ticaret yapmaları kocalarının iznine bağlanmıştır. Dolayısıyla, kadına kâğıt üzerinde tanınan kimi haklar, ağır erkek egemen kısıtlamalarla neredeyse sıfıra irca olmuştur.
Oysa, 1917-1926 arasında Sovyetler Birliği’nde, devrimin itkisi ve Aleksander Kollantay’ın etkisiyle, kadınların emansipasyonu ve serbest aşk konusunda dev adımlar atılmıştır. Çiftlerin nikâh zorunluluğu kaldırılmış, nikâhsız doğan çocuklar diğerleriyle aynı hakları sahip olabilmiş, kürtaj serbest kılınmış, kadınlar devlet hastanelerinde yasal olarak kürtaj olabilme hakkını elde etmiştir. Bu, evlilik ve aşk konusunda dünya tarihinde bugüne kadar kaydedilmiş dev bir ileri adımdır. Ne yazık ki, 1926 yılında rejim, bütün bu hakları geri almış ve kürtajı yeniden yasaklamıştır.
Dolayısıyla, 1917-1926 Sovyet örneği dururken, TC’nin 1926 “Medeni Kanunu”nu ileri bir adım olarak görmek pek mümkün değildir. Yeni egemenler, o zamanki devrimci Sovyetler Birliği’nin değil, tutucu İsviçre’nin yasalarını kendilerine uygun bulmuşlardır.
BİR NOKTA DAHA VAR!
Bu noktada, “tek eşli”liği erkek egemen bir yasal zorunluk haline getiren “Medeni Kanun”un, kadınları, özellikle de şehirlerin, kasabaların ve köylerin yoksul kadınlarını demirden bir cendere içine aldığını belirtmek zorundayım. Daha önceki dönemde İslamın, işi kitabına uyduran muvazaa ve hülle kültürü içinde gedikler bulabilen yoksul halktan kadınlar, belki inanması zor ama, “gizli” aşk ilişkilerini daha rahat sürdürebiliyor, kocalarını zehirlemek gibi yollara daha az başvuruyorlardı. Kaldı ki, bu yollara başvuran kadınların da Osmanlı hukukundaki cezası 5 yıldan çok değildi. Öyle ki, bu suçtan dolayı ceza alan kadınların cezası, bulundukları kasabada kadın cezaevi bulunmadığı zaman infaz bile edilemiyordu (Bkz: Ebru Aykut, “Osmanlıda Zehir Satışının Denetimi ve Kocasını Zehirleyen Kadınlar”, Toplumsal Tarih dergisi, sayı 194, Şubat 2010).
Kadim Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece bir kadın idamı (recm yoluyla) kaydedilmiştir. 1680 yılında, bir yeniçeri ile evli olan Mehmet kızı Ayşe, iplikçi dükkânı işleten Musevi Robin ile “yakalanır”. Robin, başı kesilerek idam edilirken Ayşe de Sultanahmet’de beline kadar gömülerek recmedilir.
Bunun dışında, Osmanlı’da kadın idamına rastlanmamaktadır. Öte yandan, Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı boyunca sadece 5 yasal erkek idamı söz konusudur. Elbette, bu sayıya, Taif’te muhafızları tarafından boğularak öldürülen Mithat Paşa’nın idamı ve muhaliflere yönelik çok sayıda “faili meçhul” suikast dahil değildir.
KADIN ASAN “KISKANÇ” CUMHURİYET!
Cumhuriyet, modernist ulus-devletin yeni Cumhuriyetçi insan idealini, yalnız ellerinde meşalelerle “engin ufuklara” yürüyen gençler üzerinden değil, aynı zamanda “iffetli” “cumhuriyet kadını” üzerinden de inşa etti. Bu “cumhuriyetçi kadın”, gözünü ideal devletin “ulvi” hedeflerine dikmiş, eğitilmiş, idealist kadındı. Elbette bütün “idealler” gibi bu da sadece imaj dünyasına aitti.
Gerçeklikte, Cumhuriyet devrindeki yoksul kadınlar, toplum geliştikçe kendi bedenlerini ve cinselliklerini tanıyor ve gözlerini “ideallere” dikmek yerine, o zamana kadar tanımadıkları bireysel aşka çeviriyorlardı. Bu yasak aşk, sonunda çıkışsız bir noktaya gelip takılıyordu. Bedenlerini, sevmedikleri kocalarıyla değil, âşıklarıyla paylaşma güdüsü ya da koca şiddetinden kurtulma arayışı onları korkunç cinayetlere sürüklüyordu.
Peki, şiddet gören ya da âşık edinen kadınlar, kocalarını öldürmek yerine boşanmaya başvuramazlar mıydı? Belki ama fiiliyatta bu çok zordu. Boşanma, kadın için kâğıt üzerinde Cumhuriyet öncesine göre kolaylaşmış gibi görünmesine rağmen, aslında fiiliyatta daha da zorlaşmıştı. Kadın, çevresinin, aile geleneklerinin engellerini aşacak olsa bile, en büyük engeli, ekonomik engeli kolay kolay aşamazdı. Mahkemeye kendisi başvuramazdı. Avukat tutması gerekirdi. Bu da yine para demekti. Kısacası, yoksul ve eğitimsiz bir kadına, kocasını zehirleyip ortadan kaldırmak (elbette bunun ortaya çıkmayacağı gibi bir safdillikle), mahkemeye başvurmaktan daha kolay görünmüştür.
Dolayısıyla, Vecahet Altın ve onun gibi genç kadınların boynuna geçirilen ilmik, sadece kocalarının “hapishaneler”inden kurtulmak isteyen bu kadınları ve aşklarını boğmakla kalmamış, acımasız modern devlet yönetimlerinin soğuk duygusuzluğunun da sembolü olmuştur. Genç kadınlar, hayattan, Meclis Başkanı’nın, tekdüze, devletsel ses tonuyla, “Mazbatayı kabul edenler… etmeyenler… Kabul edilmiştir” sözleriyle koparılmış, 15-20 yıla, 10’dan fazla kadının “yasal katli” sığdırılabilmiştir.
Bugünkü kadın cinayetlerinin, devletin işlediği “yasal cinayetlerin” devamı olduğunu düşünmek için çok neden var. Mahmut Esat Bozkurt’un “Kıskanç” erkek devleti, kadın cinayetlerini bir yüzyıl önce başlattı, günümüzün erkekleri sürdürüyor.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.