Nurcan Kaya
Dimitri Amca’nın ardından
"Size amca diyebilir miyim?" diye sorarak başlamıştı her şey. İki saatlik görüşmemize, kendisine ‘Dimitri Bey’ diye hitap ederek başlamıştım ama ona o kadar yakınlık ve hayranlık duymuştum ki, o iki saatin sonunda ona ‘Bey’ demek gelmiyordu artık içimden.
2008 yılıydı. Türkiye’deki azınlıkların eğitim hakkıyla ilgili bir rapor hazırlamaktayken Apoyevmatini Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis ile bir görüşme yapıp Rum okulları hakkında bilgi almaya çalışmıştım. Rumların, Ermenilerin ve Musevilerin İstanbul’da okulları olduğunu çok zaman önce değil, 2004 yılında yazdığım bir rapor için Hrant Dink ile görüşme yaparken öğrenmiştim. Azınlık okullarıyla bir bağlantım yoktu. Okul temsilcileri ile iletişim kurmak, güvenlerini kazanmak, röportaj ya da yüz yüze görüşme yapmak hiç kolay değildi. Ben de işe görüşme yapmaktan hiç kaçınmayan Mihail Bey ile başlamıştım. Bir okul yöneticisi ile de görüşmeyi istediğimi söyleyince Bay Dimitri Frangopulos ile görüşmezsen olmaz demişti. 35 yıl boyunca Zoğrafyon Lisesi’nin müdürlüğünü yaptıktan sonra emekli olan Dimitri Bey’i telefonla arayıp kendisini ziyaret etmem için müsaade almıştı.
O iki saatlik görüşme ondan sonra gerçekleşmişti işte. Zoğrafyon Lisesi’nin bulunduğu sokakta oturuyordu Dimitri Bey. Beni gülümseyerek, sımsıcak karşılamış, evinin arka tarafında bulunan çalışma odasına davet etmişti. 80 yaşında olmasına rağmen zihni de ruhu da çok gençti. Zamanının çoğunu kitaplar ve dosyalarla dolu o küçücük odada bilgisayar başında geçiriyordu. Yıllar önce emekli olmuştu ama hâlâ Rum okulları hangi dertlerle uğraşır, toplam kaç okul faaliyette, her birinde kaç öğrenci okur, neler olup bitiyor, her şeyi biliyordu. Üstelik listeler, belgeler göstererek veriyordu tüm bilgileri. Türk müdür başyardımcıları ve müfettişlerden söz ederken "neler yaşadık, bir anlatsam…" diyerek iç geçiriyor, kısa bir süre sonra bir espri yapıp üzerimize çöken ağırlığı ve kederi dağıtıyordu. Çok zeki, çok neşeli, çok zarifti. Hayran olmamak, büyüsüne kapılmamak elde değildi. İşte bu görüşmenin sonunda kapıda kendisine veda ederken "Size Dimitri Amca diyebilir miyim?" diye sormuştum. İkimiz de Yeşilçam filmlerinin meşhur "Size baba diyebilir miyim?" repliğini hatırlatan bu cümleye gülmüştük. Çok sevinmiş, elime bir öpücük kondurup "tabii ki kızım" diye cevap vermişti.
Dimitri Amca ile o günden sonra arkadaş olduk biz. O yaşlarda biri nasıl sevilir, beraber nasıl keyifli zaman geçirilir, nasıl arkadaş/dost olunur, onunla öğrendim ben. Dimitri Amca’nın becerisiydi bu. Her yaşta insanla arkadaş olabiliyordu. Kimi zaman siyaset ve memleket ahvalinden, kimi zaman eski İstanbul’dan, çocukluğundan, kimi zaman okulların dertlerinden, kimi zaman benim dertlerimden ya da seyahatlerimden, gittiğim, gezdiğim yerlerden bahsediyorduk. Hep çok kibar, çok asil ve tatlıydı. Bu özellikleri nedeniyle yolunun kesiştiği herkesin gönlünü fethediyordu. Bindiğimiz her taksinin şoförüyle, gittiğimiz her lokantanın çalışanıyla, her esnafla çokça sohbet eder, esprileri sıralar ve bolca bahşiş verirdi. Onunla karşılaşan herkes etkilenir, herkesin yüzünde alışkın olmadığımız bir mutluluk ve şükran, hatta bazen mahcubiyet ifadesi belirirdi.
Onu ziyaret ettikçe eşi Veta Teyzemle, benim taktığım isimlerle ‘Vetoşum’ ya da ‘kraliçem’ ile, hep aynı sandalyede oturduğu ve çok az hareket ettiği için kendi tabiriyle ‘sandalye kraliçesi’ ile de dost olduk. Kimi zaman Veta Teyzemle kadın kadına kaynatır, Müdür Bey’i ‘ihmal ederek’ kıskandırır, hatta kızdırırdık. Zamanla onlar İstanbul’daki ailem oldular; ben onların ‘üçüncü kızları’ oldum.
Dimitri Amca’yı özel yapan şey yalnızca süper bir arkadaş olması değildi elbet. O, benim, Rumların ve pek çok insanın kahramanıydı aynı zamanda. Büyükada’da bir manavın en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiş, küçük yaşta annesini kaybetmiş, ilkokulu Büyükada’da bitirdikten sonra kırmızı mektep olarak bilinen Fener Rum Okulu’nda okumuştu. (Veta Teyzemle de okula vapurla gidiş yollarında tanışmıştı) Üniversiteyi burslu olarak Atina’da okumuş, orada çalışma şansı varken ülkesine dönmüş, kısa bir süre sonra da gencecik yaşta Zoğrafyon Okulu’nun müdürü olarak çalışmaya başlamıştı.
Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler nedeniyle Türkiye’deki Rumların rehineye döndüğü, türlü ayrımcılığa maruz kaldığı yıllarda Rum okulları rehinelikten en çok nasibini alan azınlık kurumlarının başında geliyorlardı. Okullara gönderilen Türk müdür başyardımcıları ve müfettişler devletin komiserliğini yapıyor, okulları zapturapt altına almak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bakanlığın azınlık okullarına atadığı Türkçe ve kültür dersleri öğretmenleri milliyetçi kişiler arasından seçiliyor, bu öğretmenler yalnızca öğrenciler değil, okul idarecileri için de hayatı epey bir zorlaştırıyordu. Bakanlık, sudan bahaneler bulup Rum öğretmenlerin görevden alınmalarını sağlıyor, Rum okullarını öğretmensiz ve öğrencisiz bırakmak için elinden geleni yapıyordu. İşte o yıllarda Zoğrafyon’da müdürlük yapmıştı Dimitri Amca. Çokça risk almış, defalarca başını derde sokmuş, hastalanmış, dinlenmeden çalışmış ama okulunu, öğretmenlerini ve öğrencilerini korumak için hep direnmişti. Üstüne üstlük, 60’lı, 70’li yıllarda okullara gelen yazıları, her belgeyi özenle arşivlemiş, kendilerine yapılan haksızlıkları tarihe not düşmüştü. Emekliliğinin üzerinden yıllar geçmiş olsa da aklı fikri okullardaydı. Hâlâ onlar için çabalıyordu. Onun mücadelesi bana azınlık okullarıyla ilgili bir araştırma yapmak için ilham vermiş, arşivi ise Tarih Vakfı’nın yürüttüğü proje çerçevesinde azınlık okullarıyla ilgili yaptığımız araştırmada ihtiyaç duyduğumuz kaynağı büyük oranda sağlamıştı. O proje kapsamında yazdığım rapor/kitapta o zor yıllarda azınlık okullarında neler yaşandığını, Dimitri Amca’nın anlattığı çok sayıda anekdotla beraber anlatmaya çalışmıştık. Yaşadığı bazı şeyleri ve azınlık okullarının dertlerini anlatan bir kitap yayınlandığı için çok duygulanmış, mutlu olmuştu.
Öyle zamanlar, ülkeler, ahvaller vardır ki, hayatta kalmanın ya da ayakta durmanın ya da ayakta tutmanın kendisi sizi büyük bir direnişçi yapar. Dimitri Amca da Rumların eğitim hayatındaki büyük direnişçisi olmuştu. Üstelik okul eğitim vermeye devam etmekle kalmamış, İstanbul ortalamasının çok üzerinde eğitim veren bir kurum olmaya devam etmişti. Üstüne Dimitri Amca’nın büyüleyici karakteri eklenince, bütün cemaatin saygısını ve sevgisini kazanmış, bir kahramana dönüşmüştü.
Yalnızca emekli bir okul idarecisi değildi elbette Dimitri Amca. Bu ülkede yaşanan pek çok siyasi, toplumsal gelişmenin, azınlıklara reva görülen zulümlerin tanığı, kıymetli bir tarih anlatıcısıydı aynı zamanda. Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül’e, 1964 sürgününe, Kıbrıs harekâtına, darbelere… vs. tanıklık etmişti. Çok fazla şey yaşamıştı bu ülkede ve bir azınlık okulunu idare etme serüveninde. Sırtı o ağırlık altında bükülmüştü belki de ama yine de tüm yaşananlara ve her zaman gitme şansı olmasına rağmen bu ülkeyi terk etmemişti. "Evim burası benim, başka nerede yaşayacaktım ki" derdi, Yunanistan’a neden gitmediği sorulduğunda.
Çok okuyan, çok bilen bir fikir insanıydı aynı zamanda. Türkçe ve Rumca gazeteler, kitaplar okur, ülkede ve dünyadaki gelişmeleri yakından takip ederdi. Rumların ve bu ülkenin aydın insanlarındandı.
Bütün bu özellikleri nedeniyle birkaç yıl öncesine kadar Dimitri Amca’nın evi ziyaretçilerle dolup taşardı. Eski öğrencileri, öğretmenleri, İstanbullu Rumlar, Yunanistan’dan gelen Rumlar, araştırmacılar, gazeteciler, belgeselciler kapısını aşındırırdı. Kimi Yunanistan’dan ona düzenli olarak gazete, kimi yayımladığı her şeyden bir nüsha gönderirdi. Kimi çok sevdiği kavala kurabiyelerinden, kimi Noel için kart ve hediye gönderirdi. Rum toplumunun kanaat önderlerinden biri olarak görülür, her etkinliğe davet edilirdi. Beraber gittiğimiz etkinliklerde adeta bir pop star muamelesi gördüğüne defalarca tanıktık ettim ben. İlgiyi, sevgiyi hep tevazu ve sevgiyle karşılardı.
Geçen hafta kaybettik Dimitri Amca’yı. Önceki ay onu adada ziyaret ettiğimde iyice yaşlandığını görmüş, epey üzülmüştüm. Tabii ki beni her zaman olduğu gibi ayakta "gökten mi indin sen?" diyerek karşılamış ve ayakta yolcularken "bizi unutma" diye seslenmişti arkadan. Geçen yıl Veta Teyze’yi kaybetmemizi kabullenmekte zorlanıyor, "Veta nasıl bir anda avuçlarımın arasından kaydı gitti, hâlâ anlamıyorum" deyip, nasıl tanışıp evlendiklerini tekrar tekrar anlatıyordu. Vakti zamanında bir arkadaşının ona söylediği şeyi hatırlatıyordu her görüşmemizde: "Hayat bir soğan gibidir, ne kadar soysan o kadar gözlerin yaşarır" diyordu. Biliyordum Veta’sız bir dünyada uzun süre kalmayacağını. Çarşamba gecesi hastaneye kaldırıldı, sadece bir gün sonra göçüp gitti aramızdan.
Mahalledekiler Bay Dimitrilerini, Zoğrafyon’daki öğrenciler, öğretmenler müdürlerini, Magda ve Emilia ablalarım ve evdeki emektarlar babalarını, ben arkadaşımı, amcamı, dedemi, İstanbul ise beyefendisini kaybetti.
Bu ülkeye, bu dünyaya tam 90 yıl dirençle ve keyif alarak dayandı. 90 yılda biriktirdiği emek, sevgi ve dostluklar cenaze törenine aktı. Patrik Bartholomeos da, Yunanistan devlet başkanının mesajı da, yıllar önce İstanbul’da öğretmenlik yapmış Yunan bir yazar da, eski öğrenciler de, Zoğrafyon Lisesi’nin gencecik öğrencileri de cenaze törenindeydi.
Buradan çok daha iyi bir yerde, belki Veta’sının yanında olması ve acı çekmeden göçüp gitmesi tesellimiz oldu.
İnsan gidenin ardından illa ki ‘keşke’ ile başlayan cümleler kuruyor. Beraber fotoğraf çekmemizden, poz vermekten çok hoşlanırdı Dimitri Amca. Selfie çekmemizi her seferinde bir mucizeymiş gibi karşılar, çok eğlenirdi. Fotoğraflarımızdan birini çerçeveletip asmak istiyordu. Bir gün kapısını çerçevelenmiş bir fotoğraf ile çalıp sürpriz yapacağım derken aylar geçti. Geç kaldım. Çok üzgünüm. Fotoğraflarımızdan birisini burada paylaşıyorum. Evinin duvarında olmasa da, sanal dünyada bir yerlerde asılı olduğunu görünce sevineceğini biliyorum çünkü.
Toprağın bol olsun Dimitri. Sen de bizi unutma…