Ahmet Tulgar & İshak Karakaş
'Direngen ve dik başlı bir siyasetçiydi Orhan Doğan'
Hakan Tahmaz, geçen hafta Türkiye Barış Meclisi'nin kuruluşunda beraber çalıştığı, Türkiye yakın tarihinin en önemli barış ve insan hakları savunucularından, eski DEP milletvekili ve hukukçu Orhan Doğan'ı ölümünün 10. yıldönümünde mezarı başında anmak için Cizre'deydi.
Hakan Tahmaz ile buluştuk ve kendisine Orhan Doğan'ı ve barış mücadelesini sorduk:
İshak Karakaş- Orhan Doğan’ın 10. ölüm yıldönümü için Cizre’de mezarının başındaydınız. Orhan Doğan’ı nasıl hatırlıyorsunuz?
Hakan Tahmaz- Orhan Doğan’ın Türkiye tarihinde çok canlı iki tane fotoğrafı var; 2 Mart 1994’te meclisten çıkışta boynuna -Ahmet’in (Tulgar) tabiriyle söyleyeyim;‘boynu güzel insan’ diye bir tabir kullanmıştı Ahmet. Ben de o tabiri sevmiştim- bastırıldı ve arabaya öyle soktu polisler. Fakat o fotoğrafta Orhan Doğan’ın dik bir duruşu vardı. O dik duruş, Orhan Doğan’ın hukukçu kimliğidir. Hak ihlallerinin en fazla yapıldığı bütün Kürt bölgesinde hukuk mücadelesi yürüten birkaç isimden birisi olarak bilinen bir insan. Siyasete girdiğinde de o dik duruşu hukukçuluğundan kaynaklandı. Birincisi bu... İkincisi ise son döneminde barış çalışmaları yapan insan olarak sergilediği fotoğrafıydı. Ben bu çalışmalarda onunla birlikte oldum, cezaevinden sonra birlikte oldum. Doğubeyazıt’ta söylediği son cümle "Barışı getiremedik, özür dileriz" oldu. Bütün süreç boyunca çatışmaların ortadan kalkması, barışın gelmesi için çok fazla girişimde bulundu. Barış Meclisi’nin kurulmasında da en büyüt emeği harcayan, hatta açıkça belirtmek etmek gerekir ki, beni Barış Meclisi’ne sürükleyen de Orhan Doğan’dır. Biraz zorlayarak oldu bu. Orhan Doğan kuruluş toplantısını yaptıktan sonra Barış Meclisi’nin kuruluşunu göremeden hayatını kaybetti. Çünkü toplantıdan birkaç ay sonra 1 Eylül’de ilan edildi Barış Meclisi’nin kuruluşu. Barış çalışmalarına biraz Orhan’a olan borcum nedeniyle dâhil oldum. Sanırım Türkiye’de ilk kez bir siyasetçinin, bir hukuk insanının, bir barış insanının adına iki yıl barış ödülü verildi Barış Meclisi tarafından. Kürt meselesinde demokratik çözüm isteyen, silahsız mücadele isteyen sınırlar içerisinde bir ödül töreni düzenlemiştik. Ben de o süreçte yer almıştım. Ben bu iki yönüyle tanıyorum onu. Direngen ve dik başlı yürüyen bir siyasetçiydi Orhan Doğan. Mahkemedeki savunmalarında, meclisteki konuşmalarında -o zamanlar meclis böyle değildi, söz hakkı veriliyordu dokunulmazlığı kaldırılan milletvekillerine- bir Kürt siyasetçi olarak dik durmuştu.
Ahmet Tulgar- Orhan Doğan’ı anmak için Cizre’de olmak size ne hissettirdi?
Hakan Tahmaz- Oraya giderken beni motive eden iki şey vardı. Bir tanesi, onun ölümünün onuncu yılıydı. İkincisi, Orhan Doğan’ın Dörtyol’daki heykelinin kayyum atanmış belediye tarafından bir gece operasyonuyla, ailesine bile haber vermeden kaldırılmasıydı. Bir de mezarı tahrip edilmişti. Bir şekilde Kürt mücadele tarihinin hafızası silinmeye çalışılıyor bu süreçte. Tabii ki, Cizre Kürt kentleri içerisinde çok badireler atlatmış bir kent. Doğrusu, böyle hafıza silme çabalarına karşı Kürt kimliğine, Kürt varlığına, barışa, barış konusundaki ısrarına dikkat çekmek için simgesel bir etkinlik yaptık. Şunu hissettim ben; çok mahzun bir Cizre ile karşılaştık.
İshak Karakaş- Türkiye Barış Meclisi’nin kuruluşunda Orhan Doğan’ın nesinden etkilendiniz?
Hakan Tahmaz- Benim için, hatta birçok kişi için çok ısrarcıydı Orhan Doğan... 2002’te 150 imzalı bir Aydınlar Bildirisi yayımlamıştık. Ben o bildirinin hazırlanma sürecinde tanıştım Orhan Doğan’la. Sonra o çalışmayı büyütmek için biz imza atan aydınlar – sık sık basın toplantısı yapılıyordu biliyorsunuz- basın toplantısı düzenledik. Orhan Doğan ‘ensemden tuttu’, öyle diyelim. O çalışmanın gelişmesi için gerçekten çok çaba sarf etti, ısrarcıydı. Ben reddetmeme rağmen Orhan Doğan ısrarcıydı. Ben İstanbul’daydım, telefon edip " Ya Hakan, şunu şunu yapalım, bunu bunu yapalım," derdi. Ben "Olmaz," derdim. Bakardım, birkaç saat sonra Orhan Doğan İstanbul’a gelmiş. Taksim’den telefon ederdi; "Hakan ben geldim, şu işi görüşelim" diye... Bir yere gidecek halin yok, mecbur görüşeceksin dostunla... Bu özelliği beni cezbetti. İkincisi, hiç olmazı yoktu. "Bu olmaz," diye bir cümle kullandığını hatırlamıyorum ben. İki yıl birlikte çalıştık, hiç kullanmadı. Hep bardağın dolu tarafından yaklaşırdı. Onun bu ısrarı sonucu Kürt sivil toplumları, kurumları bildiriyi destekleyen bir açıklama yaptılar. Hükümetle görüşmemiz için etki yaptı bu bildiri. Bir duygu yarattı. Burada şunu gördüm; barış yolu ısrarcı olmadan ilerlenecek bir yol değil. Bugün hükümet tarafından barış sözcüğü yasaklandı. Hükümetin dışında, özellikle batıda da Kürt sorununun dile getirilmesi uygun görülmüyor bu zamanda. Neredeyse ‘barış’ demekten imtina edilen bir ruh hali, duygu hali, düşünce hali var. Niye? Bir tarafta savaş var. Barış denen şeyin kendisi, tarafların savaşma isteği duyduğu zamanda olur. Barış kelimesinin, barış isteğinin esas anlamı; çatışmanın arttığı, tarafların savaştığı dönemde cesaretle savunulduğunda değerlidir. Bunu bugün daha rahat görebiliyoruz. Çünkü sonuçta Orhan Doğan Derik’te yaşadı, Mardin’de yaşadı, Cizre’de yaşadı. 90’larda gazetelerden okurduk, televizyonlarda görürdük; orada o yaşıyordu, her gün davaların peşinde koşuyordu. Her gün faili meçhullerin peşinde koşuyordu. Bugün Cizre’ye gittiğimizde çok rahat görebiliyoruz, bir Orhan Doğan sorumluluğu oluşmuş.
Ahmet Tulgar- Bir söz söylenir, ne zaman çatışma yükselse, artsa "şimdi Orhan Doğan olsa!"diye... Bu sözü nasıl yorumluyorsunuz siz?
Hakan Tahmaz-Az önce söyledim ya... Mutlaka bardağın dolu tarafını, sürecin pozitif bir yanını bulmaya çalışırdı. Barış konusunda ısrarcı davranırdı. Gerçekten şu andaki süreçte birçok dostumun"Ya Hakan bunu. Artık barış kelimesini kullanma" dediği bir süreçten geçiyoruz. Ben eminim, Orhan Doğan şimdi yaşasaydı, barışın ne kadar önemli olduğunu anlatırdı. Bir örnek vereyim... Şu anki çatışmadan, bu cehennemden çıkışın yolunu herkes biliyor, herkes! Abdullah Öcalan’ın bu işe dâhil olması... Ama bu dile getirilmiyor. Çeşitli nedenler var. Ben eminim ki Orhan Doğan bunu en yüksek sesle dillendirenlerden biri olurdu. Yanlış hatırlamıyorsam Milliyet gazetesinde Yalçın Doğan’a verdiği röportajda Türkiye’de çözüm sürecinin hiç konuşulmadığı bir dönemde, Remzi Kartal’larına tekrar meclise gelmesi gerektiğini, bunun zamanının geldiğini, Kürt sorununda başka çözüm olamayacağını, aday olmaları gerektiğini söyledi. O zaman kıyamet kopmuştu. Yıl 2006’ydı.O sırada henüz DEP’lilerin tahliyesi devlet katında kabul görmemişti. Başbakan kendisi görüşmemiş, Abdullah Gül’ü görüştürmüştü, Bülent Arınç’ı görüşmüştü. Özellikle dışarı çıktıklarında dört milletvekili ile Tayyip Erdoğan görüşmemişti.
İshak Karakaş- 94’te DEP’li milletvekilleri tutuklandı. Şimdi ise HDP’liler hapiste... Devlet bu kısır döngüyle ne yapmak istiyor?
Hakan Tahmaz-Devlet ne yapmak istiyor! Şunu yapmak istiyor... Mümkün olduğu kadar Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklı haklarını tanımamaya çalışıyor, süreci uzatmaya çalışıyor ve içini boşaltarak tanımak istiyor. Mümkün olduğu kadar tanımak istemiyor, tanımak zorunda kaldığını hissettiğinde süreci mümkün olduğu kadar uzatıyor ve öyle bir hale geliyor ki, artık tanınmış olmanın bir anlamı kalmıyor. İşte bugün Diyarbakır Lice’de bütün sokaklarda Türk bayrakları, ışıklandırılmış Türk bayrakları ve yanında cumhurbaşkanının fotoğrafları var. Ama Ahmedi Xani’nin heykeli yıkılıyor, tahrip ediliyor ya da Orhan Doğan’ın heykeli kayyum tarafından ortadan kaldırılıyor. Siirt’in Baykan belediyesinde iki gün önce sadece Orhan Doğan’ın fotoğrafı asılı olduğu için Kadın Dayanışma Merkezi’ne kilit vuruldu. Ya da Ahmet Arif’in, dünyaca bilinen Ahmet Arif’in isminin verildiği parkın ismi değiştirildi. Şimdi bunun bir çözüm yolu olmadığının, aklıselim olan herkes farkında. Böylece uzatmaları oynadığı, az önce söylediğim gibi bastırma hareketine giriştiği ve tehdit unsuru olarak gördüğü her şeyin içini boşaltmaya çalıştığı aşikâr. Şimdi siz belediyeye kayyum atayacaksınız, bütün sokaklara Türk bayrakları asacaksınız! Kürtlerin kafalarına vurarak sonuç almaya çalışmanın anlamsızlığını Kenan Evren’den öğrenmiş olmalılar. Çünkü Kenan Evren özellikle 12 Eylül’de cezaevindeki uygulamalarla muhaliflerle bayrak arasında bir soruna neden oldu. Türkiye solcularının, muhaliflerinin 60’larda 70’lerde bir sorunu yoktu bayrakla...
Ahmet Tulgar- Türkiye Barış Vakfı bu süreçte ne yapmak istiyor?
Hakan Tahmaz- Biz önümüzdeki bir iki yıl içinde esas olarak çatışma çözümleri üzerine çalışma yürüten sivil toplum örgütlerini hazırlık süreci olarak tariflenecek bir sürece sokmayı planlıyoruz. Çünkü vakıf yönetimi olarak çözüm sürecinde barış için çabalayanların da eksiklikleri, yetmezlikleri ya da suçları olduğu kanaatindeyiz; bilgimizin yeterli olmadığı kanaatindeyiz. Önümüzdeki dönemde çözüm sürecinde sivil toplum örgütlerini sınıyoruz. Barış çabası yürüten sivil toplum örgütlerini kast ediyorum. Ne yaşandı? Neler yapılmadı? Önümüzdeki süreçte neler yapılmalı? Bir yıllık bir projemiz var. Çünkü böyle bir toplumsal duyarlılık, böyle bir bilgi birikimi olmadan muktedirleri barışa zorlayabilecek durumda değiliz. Dünyanın hiçbir ülkesinde sadece siyasi nedenlerle barış olmamıştır. Çatışan örgütler, silahlı örgütler her zaman çözüme daha hızlı girmiştir ama devlet kurumları zor girmiştir. Ancak toplumdan bu konuda bir baskı yükseldiği oranda, geliştiği oranda olur bu. Biz barışı Ankara istediği, Kandil istediği için değil; bizim ihtiyacımız olduğu için, bizim yararımıza olduğu için istiyoruz. Başta insan değerlerine saygının elzem olduğunu, başka türlü yaşama şansımız olmadığını bu topluma anlatabildiğimiz ölçüde, bunun siyasal, sosyal kültürel yansımalarını yaratabildiğimiz ölçüde sağlayabiliriz barışı. Sivil toplum örgütleri olarak bunun yolları da belli. Bunun evrensel maddeleri vardır, yedi ayrı noktada yapılması gerekir. İşte hafızadır, dayanışmadır, eğitimdir... Bunlar yeteri kadar yok ya da çok az var, diye düşünüyoruz. Bir yılı buna ayıracağız. Çünkü şimdi görünen o ki, özellikle bölgede yaşananlar nedeniyle bambaşka bir sürece giriyoruz. Türkiye cumhuriyetinin kuruluşunda, 1928’lerde, 30’larda yaşadıklarını yaşamaya başladı bölge. Cumhuriyetin kuruluşundaki konsepte geri döndük. Şu anda Kürtlere ait olan her şey tehdit unsuru olarak görülüyor. Bunun çok tipik bir örneği şu... Son bir haftadır Türkiye için hassas konu ne oldu! Afrin oldu. Bir iki sene önce böyle bir konu yoktu. Orada o zaman da PYD vardı. Niye Afrin köstekleniyor? Çünkü orayı tehdit unsuru olarak görüyorlar. Herhalde oradaki kantonların birbirine bağlanması tehdit olarak görülüyor.
İshak Karakaş- Ben şunu merak ediyorum, çatışmaların yeniden başlamasından sonra Cizre’ye ilk gidişiniz sanırım. Oradaki insanların ruh hali nasıl? Ne bekliyorlar?
Hakan Tahmaz-Ben sokağa çıkma yasakları sırasında Cizre’ye iki defa gitmiştim. Daha sonra bölgeye gittim ama Cizre’ye gitme şansım olmadı. Ben şunu gördüm; büyük bir mahzunluk var, sessizlik var. Ama başka bir şey daha var; o da bu sessizliğin arkasındaki öfke... Bu öfkeyi nerede görüyorsunuz? Şimdi orada yıkılan iki mahalle var. Kentsel dönüşümün yapıldığı...
İshak Karakaş- Cudi mahallesine gittiniz mi?
Hakan Tahmaz- Gittim.
İshak Karakaş- Sur mahallesine gittiniz mi?
Hakan Tahmaz- Gittim. Şimdi orada da yıkım var. Devlet yıkmaya çalışıyor ama yıktırmayan insanlar var. Hiç kimseyle konuşmadan sessizce direnişi sürdürüyorlar. Bunu hissediyorsun. Aynı zamanda sivil toplum örgütleriyle, anmadan sonra akşam bir araya geldik. Orada görüyorsun; büyük bir mahzunluk var, sessizlik var ama bunun da arkasında patlamaya hazır bir öfke de var. Az önce söyledim, belediye hiçbir kentte yapmadığı işi o bölgede yapmaya çalışırsa, hafızayı silmeye çalışırsa Cizre gibi bir yerin tarihi böyle bir şeyi kaldırmaz. Bu tarih, onu bilenlere çok şey anlatıyor.
İshak Karakaş- Biraz da CHP’nin Adalet Yürüyüşü’ne bakalım... Nasıl değerlendiriyorsunuz? Barış, neden yürüyüşçülerin talebi olmadı?
Hakan Tahmaz-Zor bir soru... Tabii ben Barış Vakfı yöneticisiyim aynı zamanda. Hakan Tahmaz olarak şöyle söyleyeyim; evet, kim bugünkü Türkiye’de itiraz eden bir ses çıkartıyorsa Hakan Tahmaz olarak buna destek veriyorum. "Ya, doğru ses nedir?" diyorsanız, bugün Türkiye’de adaletsizliğin temelinde ne var? Bugün yaşadıklarımızın temelinde ne var? Benim kanaatim, bir korku cumhuriyeti yaratıldı. Bu korku cumhuriyetinin yaratılmasının en büyük motivasyonu, en büyük sorun, bölgede yaşananlar ve Kürt korkusu... Yani Türkiye bölünecek!!! Türkiye dış güçler tarafından parçalanacak!!! İşte Kürtlere önce Suriye’de sonra Türkiye’de toprak verilecek!!! Bu anlayış Türkiye’nin demokratikleşmesinin, evrensel hukuk temelinde, kazanımlar temelinde normalleşmesinin önünde engel oluyor. Bütün krizler bu sorunun etrafında şekilleniyor. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü anlamında barışı savunmadan, cihatçı politikaları, savaşçı politikaları terk etmeden, barış politikasıyla adalet politikasını bir arada ele almadan normalleşme yaşanamayacak, diye düşünüyorum. O nedenle nasıl sonuçlanacağı konusunda çok umutlu değilim. Evet, şöyle bir şey oldu; bu da iyi bir şeydir, büyük bir itiraz var. Bu itirazla CHP bir tür sıkışmış alandan çıktı, ama’sız çıktı. Sorunları var, sistemle olan sorunları var. Bu sorunları bir çırpıda başarabilecek durumda değil ama ne sonuç çıkartacağı da belli değil. 9 Temmuz’da Kılıçdaroğlu bir açıklama yapacak sanıyorum. Bu yürüyüşle bütün dünyayı meşgul etti. Orada söyleyecekleri önemli...
İshak Karakaş- Siz Barış Vakfı olarak yürüyüşe destek verecek misiniz?
Hakan Tahmaz-Biz Kürt sorununun çözümü dışında herhangi bir konuya vakıf olarak zaten dâhil olmuyoruz. Ama vakfın bileşenleri olarak, tek tek üyeler olarak katılabilirler. Sivil toplum örgütlerinin Türkiye’deki sorunlarından birisi de bu... Biz karma bir vakıfız, AKP’lisi de var, CHP’lisi de var yönetimimizde. E, şimdi vakıf nasıl katılacak? Kaldı ki, biz tarafların yapmadığı diyaloğu kurmak üzere, ortaklıklar yaratmak üzere kurulduk. Bunun için mümkün olduğu kadar böylesi işlerle vakfı buluşturmamaya çalışıyoruz. Kürt sorunu ve barış konusundaki konular çalışma alanımızın dışında kalıyor.
Ahmet Tulgar- Yeniden barış sürecine dönülecek, diye bir umudunuz var mı?
Hakan Tahmaz-Umudumuz olmak zorundadır, vardır. Çok açık söyleyeyim, şans da vardır, umut da vardır. Siz de biliyorsunuz, bölgeye çok sık giden bir insanım. O bölgeden "Ya artık bu iş olmaz" diye bir sözü hiç duymuyorum. Barış umudu zayıflıyor tabii fakat bütün bu yaşananlara rağmen Kürt meselesinin çözümünde barış beklentisi devam ediyor. Hükümeti rahatsız eden herkesin kulağından tutulup içeri atıldığı bir süreçten geçiyoruz. Siyasetçisinin, sendikacısının, sivil toplum örgütü yöneticilerinin tarihine bakılmadan 2014 yılında, 2011 yılında yapılan konuşmalar ve yaptığı eylemler yüzünden gözaltına alındığı olduğu – mesela İHD Diyarbakır şubesi başkan yardımcısı- bir dönem yaşıyoruz. Belediye başkanlarının tamamı görevden alındı, yerlerine kayyum atandı. HDP eş başkanlarının ve yöneticilerinin içeri atıldığı bir süreçte hala bölge halkı "Barış olmaz!" demiyor. Şans vardır. Ben şöyle düşünüyorum, Türkiye bir normalleşme sürecine girecekse sivil toplum örgütleriyle, partileriyle, iktidarıyla herkesin Kürt meselesinde izlenen politikaları terk etmesi lazım. Bakın, bunun altının çiziyorum. Sivil toplum örgütleri için de bunu söylüyorum, siyasi partiler için de, iktidar için de... Bunu terk etmek gerekiyor. Terk etmenin yolu da önce bu ülkede birlikte yaşayan, birlikte çalışan, okulda okuduğunuz, aynı sırada oturduğunuz insanlarla ilişkilerin normalleştirilmesi, insanileştirilmesidir. Evrensel değerler temelinde sürdürülebilir olması gerekir bu ilişkilerin. Bu insan hakları temelinde, insan olmaktan kaynaklanan haklara saygı duyarak olur. Bir arada yaşamayı, barış içerisinde olmayı sağlayacak şey budur. Ölenin kimliğine bakmadan öldürenin kimliğine bakmaktır. Barış buradan geçer. "Neden, niçin öldürülüyor?" sorusunu sorabilmektir barış. Biz 90’larda bunları yaşadık. Dünya deneyimleri bunları gözümüzün içine sokuyor. Gelinen halden daha fazla girdaba girmememizin yolu, her yerde barışı savunmamızdır.