Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

'Diyarbakır farklı çiçeklerle donanmış bir bahçeydi'

Diyarbakır'ın yoksul semtlerinden Türkiye'nin önemli şirketlerinin yöneticiliğine uzanan bir öyküye sahip Davut Ökütçü. Ökütçü, 'Çatışma yoluyla bu ülkeye huzur ve barış gelmez' diyor.

Davut Ökütçü, ilginç bir geçmişi, şaşırtıcı bir kariyeri olan birisi. Diyarbakır'ın yoksul bir mahallesinde büyüyen bir yetim olarak yaşarken, ilkokuldan sonra Darüşşafaka sınavını kazanınca hayatı değişmiş. O günden sonra başarıdan başarıya koşmuş. Türkiye'nin birçok önemli şirketinde üst düzey yöneticilik yapmış. Bir yandan da sivil toplum çalışmalarında bulunmuş. Bugün de sivil toplum çalışmalarını sürdürüyor. Doğduğu kenti hiç unutmamış, Diyarbakır ve Türkiye'nin geneli için barış talep ediyor ve diliyor: 

İshak Karakaş: Açıkçası bir Diyarbakırlı olarak sizinle ayrıca gurur duydum. Yaşam öykünüz bana çok ilginç geldi. Okurlarımız için Diyarbakır’dan çıkıp nasıl bir kariyer yaptığınızı anlatır mısınız?

Davut Ökütçü: Tabii ki, memnuniyetle. Öncelikle bugün sizi tanımaktan mutluluk duydum. Geldiniz, iki yeni dost ediniyorum. Bunun için önce teşekkür ederim.

İshak Karakaş: Biz teşekkür ederiz. Darüşşafaka'dan başlayalım isterseniz. Söyleşiyi de Darüşşafaka rezidansında yaptığımıza göre..

Davut Ökütçü: Darüşşafaka benim hayatımı değiştiren kurumdur. Darüşşafaka’nın bağışçıları için yaptığı bu rezidansta sizi kabul etmek de bir onur. Evet ben 1946’da Diyarbakır’ın Ali Paşa’sında doğdum. Yani bir anlamıyla Ali Paşa, Diyarbakır’ın en yoksul mahallelerinden biriydi. O evde, klasik Diyarbakır’ın toprak damlı, tek katlı ama yine de çevredekine nazaran eyvanlı, kesme taşlarla yapılmış bir evde doğdum. Çocukluğum mutluluk içindeydi. Babam başımızda, abim yanımızda, ablalalarım; mutlu bir aile gidiyorduk. Ta bu hadise, 1950’lilerde babam felç geçirip işleri kötüleşmeye başladığı günlere kadar sürdü. Babam Mardinkapı’da eskiden –işte geçen gün de bir web sayfasında hikâyesini anlattık- Mardinkapı’nın şu meşhur kapısı var ya -onun bir tarafında kapı vardı, kapatılmıştı- onun içerisinde ortağıyla birlikte köylülerin yaptığı kelle kireci Diyarbakır’da satan Kireççi Hacı Salih’ti adı. Kireççi Hacı Salih ile ortağı Kör Hamo orada kireççilik yaparlardı. Daha sonra Kör Hamo ile ayrıldılar. Babam köyden amcaoğlunu getirdi. Sonra da Hacı Osman oldu o... Onunla ortaklık yaparken felç geçirdi. Felç geçirince de tabii uzun dönem işinin başına gidemedi ve 1952’nin bir yaz günü rahmete gitti, onu sonsuzluğa uğurladık.

İshak Karakaş: Allah rahmet eylesin.

Davut Ökütçü: Amin. Tabii o sırada abim ortaokulda, biraz da yaşı da büyüterek, askerlik yapmak istiyordu, askere gitti. Ben de Ali Paşa İlkokulu’nda okuyorum. Çocukluk dönemimde, okulda tabii ki iyi bir öğrenci olmaya gayret etmiştim ve o zaman başöğretmenimiz Nuri Araz’dı, rahmetli, onun gözde öğrencilerinden biri olmuştum. İlkokulu bitirdiğim zaman ki biz 46 kişiydik ilkokulu bitirdiğimizde 5’inci sınıfta. Üniversiteyi görenlerimizin sayısı 3. Geri kalanın bir kısmı meslek okullarında hayatını sürdürdü. Bir kısmı imkanları yoktu, daha ileriye gidemiyordu, bizim semt pazarlarında sırt hamallığı da yapanları oldu arasında. İşte o dönemde benim de abim askerde, annem bir taraftan bana, gelinine, kızlarına destek olmaya çalışıyor, Allahtan kızlar evlenmişti artık o tarihte. Nuri Araz rahmetli, benim için bir çaba içerisindeydi, parasız yatılı bir okul bulacağım diye. Tam o sıralarda verem savaş haftası nedeniyle bir kompozisyon yarışması olmuştu. Benim yazdığım kompozisyon da Türkiye üçüncüsü olarak klasmana girdi. Bu tabii, geçenlerde tesadüfen yine bir internet sayfası üzerinden karşılaştığım ilkokul öğretmenim Yaşar Suphi Karataş’ın yazdığı bir kitapta da benden söz etmiş, "ya" demiş, başöğretmen Nuri bey demiş ki, "ya böyle yoksul bir mahalleden çıkıp da bizim adımızı, okulumuzu Türkiye’ye tanıttı, bu çocuğa bir şeyler yapalım. Onun için Darüşşafaka’nın sınavına sokalım, bu çocuk kazanır." Ben de haberim yok, oturmuş, kendi cebinden pul parasını ödeyerek bir sürü yazı yazmış Darüşşafaka’ya. "İşte böyle bir öğrencim var, şu sınava alınsın" vs. diye. Bir yaz günü yine vilayetin önünden geçerken Yaşar Hoca baktım, o zaman vilayetin içindeydi Milli Eğitim Müdürlüğü, el salladı, "Davut Davut" diye çağırdı. Gittim, "oğlum dedi hazır mısın?" "Neye hazır mıyım?" "E, yarın" dedi "sınav var." "Benim bir şeyden haberim yok" dedim. "Git sen bir vesikalık çek, ben sana bir giriş belgesi hazırlayayım" dedi. Giriş belgesini hazırladık, ertesi gün Diyarbakır Koleji’nde sınava girdim.

İshak Karakaş: Hazırlanmadan, hiçbir hazırlık yapmadan?

Davut Ökütçü: Yok, yok, hiçbir hazırlık yok. Ondan sonra, kolejin kendi sınavları da varmış o gün, orada da bir köşede, bir sandalyede de ben oturdum, diğer Darüşşafaka’dan gelen bir büyüğümüzün mümeyyizliği döneminde yaptık. Ondan sonra aradan bir ay geçmeden haber geldi, "yazılı sınavı kazandınız" -o zaman iki etaplıydı- "şimdi sözlü için İstanbul’a geliniz." Aldı bizi bir telaş; anam, abim askerde, İstanbul’a kim bu çocuğu götürecek diye. Sağa danıştık, sola danıştık. Sonra birisi dedi ki, "valla trene bindirirsiniz; 3 gün 3 gece İstanbul’a gider, ondan sonra da Sirkeci’de Bozkurt Oteli’nde bizim hemşehrimiz Faik Efendi var, onu bulsun, ona yardımcı olur." Bindik. Üçüncü mevki, tahta koltukların olduğu yerde, 3 tane Süryani vatandaşımız var, onlara da emanet edildik ama o vatandaşlar da akşam oldu, her biri birer koltuğu, biri de hatta yukarıdaki bagaja. Ben ayakta kaldım. Koridorda iki gece, uykusuz gittik İstanbul’a. İstanbul’a vardığımda, tarif etmişlerdi, "bak gittiğin son durak Haydarpaşa’dır, tren durduğunda inersin, herkesin çıktığı kapıdan çık, ileride bir vapur iskelesi var, oraya git, oradan bir bilet al, vapura bin, o seni karşıya geçirir," -Galata Köprüsü’nün ortasına yanaşıyordu eskiden vapurlar- "oraya inersin, kuzeyi Karaköy’dür, güneyi Sirkeci, oradan sonra da gidersin."      

İshak Karakaş: O yaşta cesaret tabii...

Davut Ökütçü: Sonunda, uzun hikâye, kısaltalım... Faik Efendi’yi bulduk, evinde kaldım. Ertesi gün oğlu beni, Sultanahmet’te oturuyorlardı, Cankurtaran’da daha doğrusu, Darüşşafaka’ya götürdüler, tramvayla gittik, yolu da tarif ettiler, dönüşte nasıl geleceğimi de öğrendim. Gittim, sözlü sınavlara girdim. Sözlü sınavlardan sonra ki o da uzun bir hikâyedir, döndüm...

Ahmet Tulgar: Ne oldu o sözlü sınavda?

Davut Ökütçü: 3 kişi vardı sınavlarda. Türkçe ve matematik dallarında... Matematikte sorulan her soruyu çatır çatır gidiyorum, ondalıklar, şunlar bunlar, sıkıntı yok. Türkçe’de gene giderken birden bir soru sordu okulun müdiresi olan Nazmiye hanım, nur içinde yatsın. "Sarı nedir" dedi, "sıfat" dedim, "sarısı" dedi, "sarısı" deyince ben orada çaktım. Yumurta sarısı var, kanarya sarısı var, sarısı sorusuna bir taraftan kanarya sarısı, yumurtanın sarısı geliyor aklıma ama bir türlü de gramerdeki yerini söyleyemiyorum. Bozuldum. Ondan sonra, zamirmiş, zamiri söylemeyi de beceremedim. Ben o moral bozukluğuyla çıktım, herhalde çuvalladım dedim. Bindik trene, gene 3 gün 2 gecede, kara trenle, kömürlü vagonlarla Diyarbakır’a geldim.

İshak Karakaş: Sonuç daha sonra açıklanıyor tabii...

Davut Ökütçü: Evet. Aradan bir 15-20 gün geçmeden bir mektup geldi. "Sınavı kazandınız, okula kayıt için geliniz." "Ama gelirken" o sene de Darüşşafaka’nın şansıma, bütçesinde sıkıntıları varmış. Normalde bütün, her kabul edilen çocuğun baştan aşağı giyimini vs.’yi de temin eder okulumuz. "Bir harici, bir dahili kıyafet, iç çamaşırı, pijama, şu bu." Hadi onlar tamam da harici, "dahili kıyafet" dediği zaman bizde para yok. Ondan sonra, dedim ya köyden getirmişti amcaoğlunu babam rahmetli, onlar ortak devam ediyorlardı. "E git, Osman Efendi’ye de ki bizim hesabımızdan sana 75 lira versin de sana elbise yaptıralım. Gittim, adam bir kızgın. "Zaten" dedi, "ne parası" dedi, "babanız öldüğünde de borçluydu zaten", bir şey de diyemiyoruz, "yani köyden geldiğinde de senin hiçbir şeyin yoktu." Bağırdı çağırdı, ben de ağlaya ağlaya geldim. Ondan sonra da rahmetli babamın bir herhalde altın kaplama köstekli bir saati vardı, onu götürdük Osman Efendi’ye, 75 lirayı aldık. Öyle bir maceranın sonunda kaydımı yaptırdık.

İshak Karakaş: Ve Darüşşafakalı oldunuz.

Davut Ökütçü: Tabii Darüşşafaka benim hayatımı değiştiren kurum. Verdiği mükemmel bir eğitim sayesinde ben daha Diyarbakır ağzıyla konuşmamı düzeltemeden İngilizce, Fransızca’yı öğretti. Sınıfımda da daima en öndeydim. 1958’de girdiğim okulu, 1965’te hazırlık sınıfı 1, altı sene de okul, yedi senede bitirdim. Bitirdiğim zaman da değişik sınavlara girdim, hayalimde diplomat olmak vardı, Siyasal’ı hedef almıştım. Siyasal Bilgileri de üçüncülükle kazandım ama şimdiki gibi burs ne. Kim, nereden para bulur falan filan derken ben o arada rahmetli eniştemi aradım. "Enişte" dedim, "mezun oldum, Siyasal’ı da kazandım, Ankara’da okuyacağım, bana ayda 400 lira borç verir misin" dedik tahsilim için. Adam bir baktı, dedi ki "Davut biliyorsun benim başımda dedi yedi sekiz nüfus var. Veririm desem yalan olur, bir ay iki ay, işler böyle. Ondan sonra da şimdiki Boğaziçi Üniversitesi, o zamanın Robert Koleji Yüksek Okulu’nu Amerikan Fulbright teşkilatından burslu olarak, hem de tam burslu olarak kazandığım haberi gelince ben diplomasi hayallerimi bir kenara attım, gittim orada mühendislik dalında, ikinci tercihim olan mühendislik dalında okula başladım. Oradan Kimya Mühendisliğiyle 1969’da mezun oldum. Bu arada tabii hepimizin hayali yüksek lisans yapmak, yurt dışında yapmak. Bunun için arayış içerisindeyken Türk Eğitim Vakfı da kurulalı iki sene olmuş. Yurtiçi bursları veriyor ve o sene ilk kez yurtdışına burs verecek. Hemen başvurdum. Tabii başvuran sayısı fazla. Bir de akademik kurul var, o zamanki İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Karafakioğlu’nun başkanlığında, rahmetli, şişe cam fabrikalarının efsanevi genel müdürü Şahap Kocatopçu, kurucusu ve genel müdürü, onun bulunduğu bir 15 kişilik heyetin mülakatlarından da sıyırınca Türk Eğitim Vakfı’nın ilk yurtdışı bursiyeri olarak Amerika’ya gittim. Amerika’da Endüstri Mühendisliği dalında ve işletme konusunda master programını tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndüm. Amerika’ya gitmeden önce bir grup halinde Vehbi Koç’a, rahmetliye gitmiştik, çünkü Türk Eğitim Vakfı’nın kurucusu o, teşekkür etmek için gitmiştik ve onun o gün söylediği sözler hep kulağımda kaldı. O demişti ki "siz bana teşekküre geldiniz, sağ olun ama siz bana şimdi teşekkür edemezsiniz" demişti. Biz de ne diyor diye şaşırdık. Siz dedi bizim size sağladığımız imkanlarla gidin, eğitiminizi en iyi şekilde tamamlayın, sonra da dönün. Önce ailenize, sonra vatanınıza, kendinize yararlı insanlar olarak çalışın ve bir gün cebiniz para tuttuğunda dönün, bizim size tanıdığımız imkanları siz de sizden sonraki gibi gence tanıdığınız zaman, o zaman bana teşekkür etmiş olursunuz, sizden beklentim budur. Müthiş bir şey, hepimiz de etkilendik ve döndükten sonra da -ki ben rahmetli Vehbi Bey’le yakından çalışma mutluluğuna da erdim- beni yönetim kurulu danışman grubuna aldı. Amerika’ya gitmiş, yurtdışı bursiyerlerden bir grup oluşturuldu. Dendi ki "Türkiye’de şu kadar, yüz kişiye burs veriyoruz ama bütün bursiyerle ilişkimiz ay sonunda o bankaya gidiyor, vezneden parayı alıyor, sonra unutuyor bir dahaki aya kadar, siz ne yapabilirsiniz?" Biz de oturduk, düşündük neler yapabiliriz ki çocuğu kurumla özdeşleştirelim. Baktığımız olaylardan bir tanesi bu çocukların büyük çoğunluğu lisan bilmiyor. O zaman onlara bedava lisan kursları temin edebilir miyiz, Amerikan Derneği’yle anlaştık. Hafta sonu kültür gezileri yaptırabilir miyiz, hafta sonu bedava tiyatro ve bedava sinema biletleri temin edebilir miyiz, arada bir alıp onları tekne turu yaptırabiliriz, böyle böyle çocuğun vakıfla ilişkisini güçlendirmek. Yaz geldi üniversitede okuyor, e bunların staj ihtiyacı var, dolayısıyla şirketlere yazı yazıp staj kontenjanları almaya başladık, onlara staj imkanı. Sonra üniversite bitiyor, herkes işin peşinde, dolayısıyla da onları kurumlara tanıştırmak, yöntemleriyle oldukça güzel bir çalışma oldu ve çocuklar daha çok kuruma sahip olmaya başladılar. Ben Amerika’dan döner dönmez, tabii bir kısım arkadaşlarımız yazda tatil yaparken ben Diyarbakır’a gidip anamın elini öpüp abimle görüştükten sonra da hemen İstanbul’a geldim, rahmetli eniştemin evinde, o zaman İstanbul’a göç etmişlerdi, kaldım. Sonra da iş arıyorum.

Ahmet Tulgar: Çok zorlanmamışsınızdır herhalde iş bulmakta.

Davut Ökütçü: Eczacıbaşı’na gittim, o sırada araştırma geliştirme bölümü oluşturuyorlardı. Çok cazip gelmedi doğrusu bana. Arkasından Koç Holding’e başvurdum, beni o zaman meşhur tiyatrocu Mücap Ofluoğlu’nun eşi Filiz Ofluoğlu insan kaynaklarının başındaydı, beni önce Aygaz ile tanıştırdılar. Gittim, genel müdürüyle görüştüm. Sohbetin sonunda ne diyorsun dedi, "valla benim size verebileceğim bir şey yok, sizin bana verebileceğiniz bir şey yok. "Ne demek istiyorsun" dedi. Dedim, "siz şu an itibariyle gazı tüpleyip pazarlıyorsunuz, ben ne kadar şey olabilirim ki size", "amacın ne" diye sordular. "Ben sanayide çalışmak istiyorum" dedim. Döndük Koç Holding’e, dediler ki "seninle planlama koordinatörü bir bey var, o görüşecek." O bey dediğimiz, Orhan Pamuk’un babası Gündüz Pamuk. Planlama koordinatörüydü, "bana bilgisayar programlamayı biliyor musun" dedi, "biliyorum" demiştim. Öğrenmiştim Amerika’da. "Seni sistem analisti olarak alalım", benim ona cevabım şu olmuştu: "Ben bilgisayarı bir yönetim aracı olarak kullanmak üzere öğrendim, sistem analisti olarak sürekli bir yere kapanmak istemem, sanayide çalışmak istiyorum." Derken yine Filiz Hanım’ın odasında otururken Vehbi Bey’in küçük kızı Suna hanım, şimdi Allah sağlık versin kendisine, indi, Filiz Hanım’a dedi ki "ne yapıyorsunuz" dedi, "valla" dedi, "Davut Bey’e iş beğendirmeye çalışıyoruz." Sonra da anlattı hikâyeyi. Tam o sırada kapı bir açıldı, karga burunlu, yeşil gözlü birisi döndü Filiz Hanım’a "ben" dedi "size aylardır hem kimya mühendisi hem endüstri mühendisliği tahsili olan birini" arıyorum, "bulamadınız" dedi, o da cevaben "burada" dedi, beni gösterdi. Birden ne olduğunu anlamadan elimi tuttuğu gibi merdivenlerden indik, Fındıklı’daydı o zaman Koç Holding’in merkezi, arabaya attığı gibi Zeytinburnu’na. Zeytinburnu’nda bir fabrikadan içeri girdik, fabrikanın en arka tarafından pamuk balyalarının içinden başladık, oradan iplikhaneden geçiyoruz, bir taraftan şeritler iplikhanede dönüyor, giriyoruz dokuma salonuna, iplikler dokunuyor kumaş oluyor, arkadan giriyoruz boya tesisine,

Ahmet Tulgar: O da mı Koç’undu?

Davut Ökütçü: Bozkurt Mensucat. O zaman İzzet Bensoy’lar, Musevi bir aile vardı, onlar.

Ahmet Tulgar: Bir şey sorabilir miyim? Koç Holding Fındıklı’dan inince sağa doğru dönünce miydi? Kabataş yönüne dönünce mi?

Davut Ökütçü: Hayır, şöyle.

Ahmet Tulgar: Akbank binası vardı...

Davut Ökütçü: Akbank binasının hemen yan tarafındaydı.

Ahmet Tulgar: Dar bir binaydı.

Davut Ökütçü: Evet evet.

Ahmet Tulgar: Ben Fındıklı’da doğdum büyüdüm de o yüzden...

Davut Ökütçü: Şu anda Türkiye Ekonomi Bankası’nın hemen yanında... Ondan sonra yukarı çıktık. Musevi asıllı bizim Yusuf Eskinazis beni kolumdan çekiştiren, oranın da teknik müdürü. "Nasıl" dedi,"işi beğendin mi" dedi, "beğendim" dedim. "Ben mi sana iş vereyim, kendi işini mi yaratırsın", bu arada da anlatıyor, "benim hedefim Bozkurt’ta bir endüstri mühendisliği departmanı kurmak, burada standart diye bir şey yok, standartları oluşturmak, dolayısıyla iş yapma metodolojisinden bir işin tamamlanması için gerekli birim zamana kadar her türlü hesap kitapla planlamayı da içine alan bir çalışma." "Tamam" dedim, "ben kendi işimi de yaratırım" dedim. "O zaman" dedi "şöyle anlaşalım, sen benden hiçbir zaman "işim var dışarıda" diye izin istemeyeceksin, işin varsa çekip gidersin, işini halledersin ama" dedi, buradaki işin de gerektirirse 24 saat fabrika da yatar mısın, var mısın yok musun", "varım" dedim. Öyle başladım Koç grubuna.

Ahmet Tulgar: Peki Darüşşafaka’ya başladıktan bir süre sonra tabii yani Diyarbakır’la İstanbul çok farklılar, doğal olarak bakışınız da yavaş yavaş değişiyor. Ali Paşa’ya gittiğiniz zaman, o eski mahalle arkadaşlarınızla iletişiminiz nasıl olurdu? Sonraki yıllarda nasıl sürdü?

Davut Ökütçü: Şimdi birinci sene daha doğrusu daha gider gitmez yaz tatilinde, İstanbul’daki o koca koca binalardan sonra bizim tek katlı, toprak damlı evler çok küçük geldi bana. Ben sanki çok büyümüşüm gibi geldi. Oradan sonra gittik bizim Küçükkadı’da oturan Büyükkadı’da oturan çocuklar vardı, bir tanesi dedi ki "ya" dedi, "sen dedi Darüşşafaka’ya gitmekle enayilik ettin," "niye" dedim, "sıfırdan başlatiyler" dedi. Sıfırdan başlatma dediği İngilizce hazırlık dersi, o bir yıl hazırlık okuyorsun İngilizce. Ama tabii ilkokul arkadaşlarımın çoğu gıptayla bakıyor. Çok samimi bir arkadaşım vardı ilkokuldan, aynı masada oturuyorduk, (Taşçı Musa, Taşçı İsa'nın oğlu) o benim canciğer arkadaşım, halen de İzmir’dedir ve görüşmeye devam ederiz. Büyük bir gururla, "arkadaşım bak Darüşşafaka’da İstanbul’da okuyor" diye gösterirdi. Genelde olumlu bir ilişki vardı. Birlikte o yaz döneminde üç beşiyle birlikte giderdik.

Arada en büyük kötülüğü de yine bir Diyarbakırlı hemşehrimden, o da Vefa Lisesi’nde okuyordu. Hafta sonları buluşalım, sinemaya gidelim falan derken cigaraya başlattı beni.

Ahmet Tulgar: Thomas Mann bir kitabında, Goethe’nin ağzından yazdığı bir kitapta "bir yazar ya da herhangi bir sanatçı ne kadar büyük başarı elde ederse etsin dünya çapında, hep sonunda kendi köyüne dönmek ve oradakiler ne düşünüyor benim hakkımda, onu görmek ister" diye bir şey anlatır. Sizde de öyle hep dönüp dönüp gitmeler oldu mu Diyarbakır’a?

Davut Ökütçü: Yani o kadar iç içe yaşadım ki ben Diyarbakır’la ve İstanbul’la, öyle çok büyük bir ikilem içinde kalmadım doğrusu. Arada farklılıklarım oldu ama öyle bir ikilemim olmadı ama bazı sıkıntılarım oldu. Şimdi tabii ilk yıllar bazı arkadaşlarımla Doğu kökenli olmaktan dolayı sıkıntılarım oldu. Bunlardan bir tanesi, babası subay Doğu'da, ya biri öldürmüş ya da kendisi bir şekilde vefat etmiş, o onun kaybından dolayı da Doğu'ya karşı, Doğu insanına karşı bir nefreti olan birisi. Bir diğeri espri dahi yaparken insanın canı bazen sıkıyor, "Kürt mağarada yaşar" diyor. O sırada Fikret Otyam, Şikefta’ya gitmiş, Cumhuriyet’te bir yazı yazmış, "mağarada yaşayan insanlar" diye. Dolayısıyla oradan mülhem diyor. O arada şalvarı da ima ederek "kuyruğun nerede, tramvay mı ezdi" gibi espriler geliyor. Bir tane tam militan vardı. "Burası Türklerin memleketi, ne işin var senin bizim okulumuzda" gibilerden şeyler söylüyordu. Fakat bir müddet sonra bunların hepsi geçiyor. Birbirimizi daha yakından anladıkça da o aradaki dostluklar pekişiyordu.

İshak Karakaş: Darüşşafaka sizin için ne ifade ediyordu?

Davut Ökütçü: Darüşşafaka benim şu anlamda, babamı kaybettiğimde bütün dünyam kararmıştı ve Darüşşafaka benim için bir o karanlığı yaran bir aydınlık halindeydi. Çünkü hiçbir imkanım yokken kesinlikle okula devam edemeyecektim, belki ortaokula da giderdim ama daha ileriye gidebileceğimi zannetmiyorum, Darüşşafaka bana geleceğimi verdi. Bana dokunarak yaşamımı değiştirdi. Dolayısıyla halen de bu Darüşşafaka 155’inci yılını kutlayacağız gelecek sene, Türkiye’nin her köşesinden çünkü bunu rahatlıkla söylüyorum ben şu anda Darüşşafaka Cemiyeti’nin Yönetim Kurulu üyeliğinin ötesinde Darüşşafaka’ya öğrenci kabul eden komisyonun da başkanlığını yapıyorum, onun için bize müracaat eden her çocuğun, her birinin dosyasını okuyorum. Sadece sınavı kazanmakla değil şimdi artık her bir çocuğu evinde ziyaret ediyoruz, mali durumunu gözden geçiriyoruz, yaşadıkları olayları, öyle ilginç hikayeler çıkıyor ki… Batıdaki bir ailede, Ege’den, "n’olur, inşallah benim çocuğum kazanır çünkü babasını katleden adam iki sokak aşağıda oturuyor. Eğer benim bu çocuğum burada kalırsa bir müddet sonra akrabalarının teşvikiyle de olsa o da katil olacaktır." dediler. Öylesiyle karşılaşıyoruz ki kadın genç gelin, çocuğu Darüşşafaka’ya girdiği için dedesi tarafından yani kayınpederi tarafından evden atılıyor. "Sen oğlanı veya kızı Darüşşafaka’ya verdin şimdi keyfine bakacaksın" diyor. Neyse Allahtan, öyle bir olay oldu, Kütahya Porselen’de çalışan bir Darüşşafa mezunu kızımız onu işe aldı, bir de eve oturdu, hayatı kurtuldu. Diyarbakır’dan bir örnek. Bazıları da tabii o yaştaki çocuğunda ayrılmakta çok zorlanıyor. Silvan’dan Laleş diye bir kızımız, iki sene sonra kendisini gördüm ve "Davut Amca dedi, Allah sizden razı olsun, siz ısrar ettiniz de ben oğlumu yolladım, sadece oğlumun hayatı değişmedi, benim yaşamım da değişti." "Nasıl değişti" dedim, "baktım olacak bir şey yok, yapacak bir şey de yok, gittim Diyarbakır’daki Almanca kurslarına. Almanca kurslarından sonra Alman Hastanesi’nde iş buldum, şimdi hem çocuğum kurtuldu hem ben, benim hayatım değişti." Onun için biz Darüşşafaka’yı da anlatırken "bitmeyen hikaye" deriz. Hepimizin yaşamı bitmeyen hikayelerle doludur. Onun için Darüşşafaka benim için bir yuva, aynı zamanda yaşamımı değiştiren, hayatımı değiştiren çok önemli bir kurum.

İshak Karakaş: Türkiye için ne ifade ediyor?

Davut Ökütçü: Türkiye için, Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen, bugün artık eskiden vardı, din ayrımcılığı da vardı, 2009’da mı, 2012’de değiştirdik tüzüğü, eskiden babası hayatta olmayan Türk ve İslam çocuklarını, Müslüman çocukların eğitimi koşuldu. O tarihten itibaren annesi de hayatta olmayan, dedik ki "anne kaybı en az baba kaybı kadar önemlidir", "aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan çocukları" dedik. Böyle olunca din, dil, ırk farkı da olmadan, ki bugüne kadarki döneminde de din farkı olmakla birlikte bir insanı kökeniyle, diliyle ayrımcılık yapmadan ve Türkiye’nin geleceğine aydınlıklı insanların yetişmesi için çaba gösteren bir kurum. Dolayısıyla bir umut ışığıdır bence Türkiye için Darüşşafaka. Marmara Üniversitesi’nde bir konuşmaya hazırlanıyordum. Orda bu konuda bakayım, bu yetim ve öksüzler için neler yazılmış diye bakarken, bir yazı gördüm. Diyor ki dünyada, milyonlarca çocuk yoksulluk içindedir. Bunlar arasında yetim ve öksüzler, iyi bir eğitim verilmediği sürece ömür boyu dezavantajlı olmaya mahkumdurlar. Darüşşafaka işte böyle bir şeyi yani bütün bu olanaksızlıkların içerisinde eğitim fırsatını sunuyor. Bu eğitim fırsatını da bu ülkenin insanlarının yaptığı bağışlarla karşılıyor. Bunu bir bağışçımız da güzel bir şekilde ifade etmişti. Demişti ki, bir televizyon programında 'hayırsever falanca' diye laf edildiğinde, dedi ki, "bir dakika" dedi, "ben hayırsever filan değilim, ben bu topraklara borcumu ödüyorum. Ben çünkü buradan elde ettiklerimle yaşamımı kurdum." Nitekim çok güzel bir İngilizce terim de gördüm, yine o araştırmada, baktım ki, "insanlar toplumdan aldıklarıyla kendi yaşamlarını kurarlar, verdikleriyle yeni yeni yaşamların kurulmasına vesile olurlar" diye. İşte bu bilinçte olan insanlar sayesinde belki umut ışığı vardır Türkiye’nin karanlığına. Türk Eğitim Vakfı da öyledir, Darüşşafaka da öyledir.

Ahmet Tulgar: Genellikle çocuklar küçükken, yaşları küçükken işte baba kaybını, anne kaybını, yetimliği, öksüzlüğü, yoksulluğu çok tramvatik yaşarlar. Darüşşafaka’nın içinde yani binanın içine girdiğiniz andan itibaren eşitleniyor. Bir hüzün var mıydı bu kayıplardan ötürü yoksa bütün okullardaki gibi aynı neşe, aynı enerji var mıdır?

Davut Ökütçü: Yine bir örnekle anlatayım. Diyarbakırlı bir çocuğumuzdan, Lale Şenol Türkiye 3’üncüsü olarak kazanmıştı, Burak 5’inci. Sonra sohbet ederken Burak dedi ki "Davut abi, ben dedi okulda bir tek sanki benim babam yokmuş gibi hissederdim ilkokulda, buraya geldim baktım ki herkesin babası yokmuş. O zaman 'sadece bu felaket bana geldi' derdim, onun için de kendimi heba etmem gibi bir duygudan, o tramvadan kurtuldum" dedi. Darüşşafaka’da tabii biraz daha farklı, biz derdik ki "burası bir okul değil aslında Darüşşafaka bir yuva olmak zorunda. Annesi, babası yoksa öğretmeni, yöneticisi anne ve baba olmak zorunda. Bu çocuk sürekli izlenecektir ki bir sıkıntısı varsa o sıkıntısına yardımcı olunsun diye." Dolayısıyla ben de ilk günlerimde köşede ağladım Türkçesi. Anamdan ayrılmışım, hiç bilmediğim bir memlekete gelmişim, akşamın karanlığı basmış okulda, bir kısmı neşeyle kendi arasında sohbet ediyor, ben bir köşede de ağladığımı biliyorum. Ondan sonraki günlerde, çarşamba günleri genellikle veliler gelir çocuklarını İstanbul’da görmeye. İstanbul’da anaları gelip de böyle muzlar falan getirdikçe onlar bu sefer birazcık kırıyordu ya da kıskanıyordum. Fakat bir müddet sonra o arkadaşlar dolaplarını açıp da analarının getirdiği kurabiyeleri, muzu bizlerle paylaşmaya başlayınca kaynaşma daha bir artıyordu. Hatta bir tanesinin annesi "evladım hafta sonu seni okul idaresi izin verirse ben alayım", dedi. Bir iki defa gittim ama gittiğimizde evinde bizi evladı gibi ağırladı. Zaman içerisinde zaten siz büyüdükçe kabullenmeleriniz de oluyor. O travmayı ilk etaptaki ilk bir yıl içerisinde yaşıyorsunuz tabii ki ama ondan sonra o ortam sizi artık bu iş hayatın gerçeği deyip, dönüp hayatı ileriye doğru yönlendiriyor.

İshak Karakaş: Peki Darüşşafaka’yı bir kenara bırakırsak Türkiye’deki eğitim sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Davut Ökütçü: Son beş yılda hatta belki son on yılın büyük çoğunluğunda bir yapboz tahtasına döndü. Her gelen bakan yeni bir eğitim planı içerisinde çalıştı. Bir istikrara kavuşması lazım. Türkiye’nin eğitim sisteminin başarısını PISA sonuçlarına göre belirliyoruz. Bu biliyorsunuz uluslararası bir ölçme tekniğidir PISA. Fende bakıyorsunuz matematikte yerlerdeyiz. Demek ki bir yanlışlığımız var. Bir bakıyorsunuz, bir Finlandiya çıkıyor karşınıza, siz haftada atıyorum 40 saat ders verirken, ödevlerle yüklenirken 20 saat, 22 saat ders veren bir eğitim sistemiyle dünyanın başarısı ortaya çıkıyor. Çünkü eğitim sistemini artık çocuğun yaratıcı yönlerini ortaya çıkaran, onu araştırıp soruşturan ve bununla sonuç alacak şekilde de fikir geliştiren çocuklar haline getirmemiz lazım. Hâlâ önemli bir kısmı ezberciliğe dayanmaktadır. Dolayısıyla tabii ki Türkiye’nin kuruluşundan bu yana epey gelişmeler oldu ama halen oldukça rafine edilmesi gereken bir eğitim sistemimiz var.

İshak Karakaş: Siz ayrıca ekonomiyi de çok iyi biliyorsunuz ve işveren tarafındasınız. Türkiye ekonomisi ne durumda?

Davut Ökütçü: İşveren tarafında değilim emekli oldum ben ama tabii ki sanayinin içinde çalışıp sektörde değişik şirketlerin yönetiminde bulunmuş biri olarak ülkenin ekonomik performansını da izliyorum. Türkiye’de hakikaten son yıllarda da gördüğümüz gibi çok önemli bir parametre büyüme. Türkiye ortalamada zaten öteden beri yüzde 7’ler seviyesinde büyüyordu. Zaman zaman, krizler döneminde düşmekle birlikte dünya ortalamalarının üzerinde büyüyordu. Doğaldır da gelişmekte olan bir ülkenin gelişmiş ülkelere yetişebilmesi için mutlaka büyümesinin sağlıklı bir şekilde, istikrarlı bir şekilde yükseliyor olması lazım. Ancak son yıllarda tüketim ekonomisinin üretim ekonomisinin önüne geçtiğini görüyorum ben. Sanayileşme, üretimle birlikte büyüyeceğimize servis sektörü ve daha da doğrusu inşaat sektörüyle büyüyen bir tablo çıkıyor karşımıza. Bu tabii çok sürdürülebilir değildir. Yatırımların büyük oranda sanayiye kaymadığı sürece Türkiye’nin geleceğinde ekonomik sıkıntılar doğurabileceği endişesini taşıyorum ben.

Ahmet Tulgar: Ben şeyi soracatım, demin atladım, Diyarbakır sizin için ne ifade ediyor, şu anda baktığınızda mutlaka mutlu anılarınızı da hatırlıyorsunuz, hüzünlendiğiniz şeyler var mı? Ne ifade ediyor şu gün Diyarbakır sizin için?

Davut Ökütçü: Tabii ki her şeyden önce doğduğum kent, benim öz vatanım. İçinde bulunduğum insanlarla, rahmetli Yaşar Kemal’in dediği gibi bugün kaybettik o bahçeyi, farklı dilleriyle, dinleriyle, kökenleriyle, inançlarıyla, farklı çiçeklerle donanmış bir bahçeye benzetirdim. O bahçeyi ben öldürmedim içimde ama ne yazık ki epey kaybettik. Ben tabii Diyarbakır’ın sıkıntılı dönemlerini de yaşadığım için başında keçe külahıyla geldiği zaman eşeğinin sırtında kömürle, Kömürcüler Çarşısı’nda bekçinin yakalayıp keçe külahını bıçakla kesip sonra da sopayla geçirdiği dönemleri de biliyorum. Yani kendi yaşamını, kültürünü devam ettirmekte bir taraftan da baskının yaşandığı bir kent olarak da görüyorum orayı. Ama bu, bugün artık Diyarbakır’ın farkı olarak kalmadı, her yerde böyle. Bunu belki oradaki yerel halk daha şiddetli hissediyor olabilir ama bugün artık zaten köyleşmiş kentlerimiz sayesinde de her yerde hissediyorsunuz.

İshak Karakaş: Son olarak toplumsal barış için bir söyleyeceğiniz olacak mı? Nasıl bir mesaj vermek istersiniz?

Davut Ökütçü: Bir gün bir dostum bana gelmişti. İki kişi aslında. Birisi, "o kadar tehdit alıyorum ki, ne yapsam, dostlarımız 'terk et git' diyor 'burayı ama benim gideceğim başka bir yerim yok." Yine birisi uzun yıllar hapis yattıktan sonra, o sırada ben İktisadi Kalkınma Vakfı’nın başkanıydım, Leyla Zana’nın başkanlığında bir heyet bana gelmişlerdi, "bizim ayrımcılık diye bir hedefimiz yok ama özgürce kendi kültürümüzü, kendi öz değerlerimizi yaşayacak bir ortam istiyoruz" demişti. Ben de ona şunu demiştim; "eğer çağdaş bir demokrasi, eğer tüm kurallarıyla işleyen bir adalet sistemi, bir hukuk devleti olmayı başarabiliyorsak o zaman bu talep edilenlerin hepsi sadece Kürt kökenli vatandaşlarımız için değil Türkiye’de yaşayan her birey için özgür, demokratik bir ortam talebidir." Dolayısıyla bu anlayış artık iyice benimsenmelidir. Çatışma yoluyla bu ülkeye huzur ve barış gelmez. Huzur ve barışın gelmesi tüm arzu edilen hakların gerçekleştirilebildiği demokratik bir ortamın yaratılmasından ve iyi niyetten geçer. Hepimiz bu topraklarda birlikte yaşayacağız. Karşısındakini ötekileştirmeden, bu topraklarda hepimizin hakkının, hukukunun, kültürel haklarının korunması gerektiği inancıyla yola çıkarsak herhalde çözüm yoluna ulaşırız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Tulgar & İshak Karakaş Arşivi