Yetvart Danzikyan
Dolmabahçe’de paydaşlarla neşeli bir gün
10 Ağustos Cuma günü Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak dövizin zirve üzerine zirve yaptığı saatlerde işadamlarını toplamış yeni ekonomik yaklaşımı anlatacaktı. Toplantı sabah saatlerinde yapılacaktı ama son anda 14.30’a alındı. Damat Albayrak ve kadrosu toplantıya iyi hazırlanmıştı. Yani, ideolojik olarak. Bütün TÜSİAD çevresi toplantıya çağrılmıştı. Seküler burjuvazinin hem şöyle hafiften bir burnu sürtülecek, gerçek patronun kim olduğu hatırlatılacak, hem de damat vasıtasıyla "Biz de bu işlerden sizin kadar anlarız, nedir yani?" mesajı verilecekti. Ancak bir sorun vardı: Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın kayınbabası, yani Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tam da toplantının yapılacağı saatlerde Bayburt’ta konuşmaktaydı ve "Onların doları bizim de Allahımız var" demekteydi. Toplantı saati gelmiş olmasına rağmen Bayburt konuşması bitmediği için topluca bir saat kadar salonda beklemek gerekti. Ve sorun şuydu ki, Cumhurbaşkanı ekonomik yaklaşımı zaten açıklamıştı, artık damada kimsenin inanmayacağı bir saatlik sahte bir gösteri yapma işi kalmıştı.
Fakat birkaç sorun daha vardı. Madem seküler burjuvaziye patronun kim olduğu öğretilecekti, neden krizin tam da göbeğinde onların onayına ihtiyaç duyulmaktaydı? Ön sıralar niye Cengizlere Limaklara Nurollara ayrılmamıştı, neden kamera dinleyicilere her döndüğünde Sabancıları, Hüsnü Özyeğinleri, Tuncay Özilhanları, TÜSİAD Başkanını görüyorduk? İnşaatçılar neredeydi? Anlı şanlı muhafazakar burjuvazi neredeydi?
İkinci bir sorun daha vardı: Bu kriz işadamları ile devlet arasında diyalog kopukluğu olduğu için mi çıkmıştı? Pek değil. O vakit neden bu yeni ekonomik yaklaşım bu çevrelere anlatılıyordu? Ayrıca bu yeni ekonomik yaklaşım da neyin nesiydi?
Lise öğrencisi düzeyindeki powerpoint sunumlarla öğrendik ki yeni ekonomik yaklaşım artık daha kararlı olmaktı. Daha süratli karar alınacaktı. Merkez Bankası bağımsız olacaktı. Bütçe disiplini en temel dinamiklerden biri olacaktı. Berat Albayrak olsa da olmasa da (Böyle diyordu Berat Albayrak) dizayn edilen bu sistemin sürdürülebilir olması gerekiyordu. Sürdürelebilirlik çok önemliydi. Hassastı iktidar böyle konularda. Sermaye piyasalarının pasta içindeki payı büyütülecekti. Cari açığın düşürülmesiyle ilgili stratejik temellerin atıldığı çok önemli bir dönem olacaktı. Bunların nasıl yapılacağı net değildi, şimdiye kadar neden yapılmamıştı o da bilinmiyordu, ama yapılacaktı. En önemlisi ekonominin tüm paydaşlarıyla büyüyen ekonominin üreten bir formata dönmesi ile bu süreç ortaya konacaktı.
Evet paydaşlar. Paydaşlar çok önemliydi. Konuşmasında belki 30 kere 40 kere, bıktıracak düzeyde "paydaşlar" kelimesini kullandı Albayrak. PR şirketlerinin literatürümüze armağan ettiği bu kelimeyi kullanarak seküler burjuvazi ile aynı dili kullanmak istemişti belki bakan. Hani "Bu lafları biz de biliyoruz" havası. Ama kimdi bu paydaşlar ve paydaşlık ne demekti? PR dilinde "Aynı iş ortamında bulunan kişi ve kurumlar" gibi muğlak, ne manaya geldiği anlaşılmayan bir karşılığı vardı. Ama bir ülkenin ekonomisinde paydaşlık ne demekti ki?
Herhalde şu demekti: Beraber ihale, inşaat, medyacılık, bankacılık gibi işler çevirdiğimiz, bizimle uyumlu, Türkiye’de bağımsız bir iş dünyası varmış rolünü oynayacak ama biz ne dersek onu yapacak holdingler. Salonda toplananlara baktığımızda başka bir mana çıkmıyordu. Mesela bu paydaşlar içinde işçi sendikaları, odalar, meslek örgütleri, memur sendikaları yoktu. Onlar ekonominin paydaşları içinde değildi. Paydaşlık başka bir durumdu, biz bilemezdik.
Zaten Bakan Albayrak terler içinde kaldığı konuşması boyunca dinleyicilere de zaman zaman "Öyle değil mi Güler Hanım?", Ne dersiniz Hüsnü bey? Ha, öyle mi yapalım?" gibi yarı had bildirme yarı takılma tonunda hitap etmekten geri durmadı. İki mesaj vermek istiyordu Albayrak, Fatih Terim’in basın toplantılarında spor muhabirleri ile ilişki kurma modelini taklit ederek. Bir, otorite kendisiydi ve herkesin ne yaptığını niye yaptığını iyi biliyordu. İki, herkesi tanıyordu, isterse samimi bir insan da olabilirdi.
Bütün bu çabalara rağmen sunum (dinleyicilerin de yüzünden okunduğu gibi) son derece amatörce ve hiçbir mesaj vermeden sona erdi. Zaten Albayrak da rahat görünme çabasına rağmen kürsüyü (nasıl desek) dolduramamıştı. Sunumu sadece Güler Sabancı beğenmişti, o da toplantı çıkışında yaptığı teatral açıklamayla seküler burjuvazinin bu dönemde devlete destek çıkacağını ilan etti. Burjuvazinin zaten başka yapacak bir şeyi yoktu, malumu ilan etti, ama jest ve mimikler çok şey anlattı.
Krize gelecek olursak. Erdoğan rejimi bunu bir "Rahip Brunson krizi" şeklinde sunmak istiyor ve hatta Türkiye’nin gerekirse dünyada yeni bir kamp içimde yer alabileceğine yönelik mesajlar da veriyor. Krizin tam göbeğinde Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmenin simgesel bir mesajı da var yani.
Ancak bu kriz, rejimin sıcak paraya, doğayı mahvedip inşaat projeleri yaratmaya, seçmenini sisteme göbekten bağlamaya, kamu imkanlarını iktidarı sürdürmek için kullanmaya, işsizliği absorbe etmek için devlet kadrolarını kendi seçmenleri ile doldurmaya, bütün bunları yaparken İslami imiş gibi görünen ama kimsenin anlamadığı bir para/faiz politikası yürütmeye dayalı sisteminin iflasıdır.
Erdoğan elbette bu meseleyi böyle tarif etmeyecek. Şimdiye kadar diğer krizlerde yaptığı gibi bunu Batı/Hıristiyan dünyası ile bir savaş gibi sunmaya çalışacak. Bunu inandıracağı bir kitlesi var mı, var. Bütün seçmenleri bu senaryoyu satın alır mı, hepsi değilse de, bir kısmı alır. Erdoğan da kitlesi de işin gerçeğinin ne olduğunu biliyor ama oyunu böyle oynamak işlerine geliyor. Peki muhalefet de bu senaryoyu alır mı, eh, alır. Akşener çoktan aldı bile. CHP’nin bir tık daha ilerde ama bahsettiğimiz çerçeve içinde kalan çıkışlarını da duymaktayız.
Ancak şu da var ki ekonomik krizler siyasi propagandayı pek takmıyor. Bildiğini okuyor. Yani muhtemelen "paydaş"lara pek bir şey olmayacak, olan yine halka, emekçilere, hem mavi hem de beyaz yakalılara olacak. Bu bilinç içinden konuşan bir hareket bakalım sesini duyurabilecek mi?