Düzenin ‘Co’ları

Çünkü demokrasinin önündeki en büyük engel AKP-MHP değil; demokrat olmakla, demokrat olduğunu zannetmek arasındaki uçurumun herkesi içine çekmesi.

12 Eylül Darbesi deyince akla ilk gelen Diyarbakır Cezaevi ve Binbaşı Esat Oktay Yıldıran ile köpeği Co’dur.

Şükür ki AKP sayesinde 12 Eylül paşaları yargılandı (!) ve rahat yataklarında öldü. Askeri vesayete son verildi, artık AKP’nin "ileri demokrasi" vaadini gerçekleştirdiği, "işkenceye sıfır tolerans" gösterdiği zamanlarda yaşıyoruz.

İtiraz edenlere hatırlatayım "kadının adı bile yoktu", AKP’den önce.

Bu arada yargının "Hermes çantaya övgü" mecburiyetinden çıkardığım dersle, AKP icraatlarına övgü düzmeden cümle kurmadığımı da dikkatinize sunmak isterim.

Co ile başlayıp, konuyu buraya nasıl getirdiğimi bilmiyorum ama Co ve türevlerinden devam edeyim.

Tarih 18 Aralık 2012. Hürriyet gazetesinin ünlü köşe yazarı, şimdiki yayın yönetmeni Ahmet Hakan, dönemin Başbakan Yardımcısı şimdinin Saray danışmanı Bülent Arınç’ın sözlerinden alıntı yaparak bakın neler yazmış:

"BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç şunları söyledi: ‘…Çünkü 17 yaşında bir genç kız iken Diyarbakır Cezaevi’nde o kadar ahlaksızca bir işkenceye maruz kalmış ki, o kadar kendisini zorlamışlar ki, ben de aklıma gelse dağa çıkardım.’

Kışanak kendi başına gelenlerden söz etmek istemiyordu. ‘Siz neler yaşadınız?’ diye sordum. Şöyle dedi: ‘Cezaevi Müdürü Binbaşı Esat Oktay Yıldıran vardı... Bir gün bizim kadınlar koğuşuna girdi... Herkes ayağa kalktı, ben kalkmadım... Sırf içeri girdiğinde ayağa kalkmadım diye, sırf bu gerekçeyle beni köpeği Co’nun kulübesine tıktırdı. Köpeğinin bile kalmak istemediği, pislik içinde, küçücük bir kulübeydi bu... Bir gün değil, iki gün değil, bir ay değil, iki ay değil, tam altı ay orada kaldım. Nefes almanın bile zor olduğu o kulübede bana her gün dayak attılar, her gün işkence yaptılar.’

Cezaevinde kalanlar ölümü kurtuluş olarak görüyorlardı. 34 mahkûm kendi hayatına son verdi. Bir kısmı kendini yakarak, bir kısmı asarak, bir kısmı da açlık grevinde..."

12 Eylül’ün üzerinden 40, Ahmet Hakan ve Bülent Arınç’ın "empati" döneminin üzerinden 8 yıl geçmiş. 

Gültan Kışanak bu kez ‘sivil’ yönetim döneminde cezaevinde, Co’nun yerini ise yeni köpekler almış. İleri demokrasiye paralel olarak eğitilmiş köpek sayısı da artırılmış. 

Diyarbakır’da 3 Haziran’da Yılmaz ailesinin evine, gece yarısı kapısını kırarak giren polislerin, çocuklarının gözleri önünde köpeklerle Yılmaz çiftine işkence yaptığı ortaya çıkmıştı.

Ş. Yılmaz’ın anlattıkları tüyler ürperticiydi: "Polislerin geri çekilmesiyle 3 köpekten ikisine ‘yakala oğlum saldır’ diyerek üzerime doğru bıraktılar. Köpeklerden biri yerdeyken sağ kolumun omuz hizasını ısırdı. Diğeri sol kulağımın arka kısmını ısırdı. Can havliyle ‘Abi ben değilim. Benim adım Ş., kimliğimi getireyim, köpekleri çekin’ diye bağırdım. Köpekler yerde yüz üstü olduğum için sırtımı ve sol arka bacağımı ısırdı. Köpeklerin saldırısı 2-3 dakika sürdü."

Bu olayın üzerinden bir ay geçmeden yine Diyarbakır’da bu kez Demokratik Yerel Yönetimler Kurulu ve Tevgera Jinên Azad (TJA) üyesi Sevil Rojbin Çetin, daha beterine maruz kaldı.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş ile HDP Kadın Meclisi Sözcüsü Ayşe Acar Başaran, Rojbin Çetin’e yapılan 3.5 saatlik işkencenin ayrıntılarını fotoğraflarla birlikte anlattı.

Beştaş, evde yalnızken gelen polislerin Çetin’in kapıyı açmasından sonra iki köpeği üstüne saldığını, bacaklarından et koparacak kadar serbest bırakılan köpeklerin saldırısı sonucu Çetin’in yürüyemez hale geldiğini söyledi.

Beştaş ve Başaran’ın anlattıklarına göre, saatler süren işkencede "5. katta olsaydın çoktan atlamıştın" denilerek ve başına silah dayanarak tehdit edilen Çetin’in gözlerinin bağlandığı, yarı çıplak soyularak fotoğraflarının çekildiği belirtildi.  

İlginçtir ki yürüyemeyen, gözleri morarmış, dudağı patlamış halde Sevinç’in ifadesini alan savcılık; işkence suçunu işleyenler için harekete geçmezken, işkence izlerini fotoğraflayarak belgeleyen Çetin’in avukatını ifadeye çağırıyor. 

Kuşaktan kuşağa devam eden zulüm… Kuşaktan kuşağa değişmeyen sonuç…

Tam da 26 Haziran Birleşmiş Milletler İşkenceyle Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde tanık olduğumuz gözaltından evlere, cezaevlerinden açık alanlara sistematik hale gelen işkence, hak ettiği kitlesel karşı çıkış olmadığı sürece yaygınlaşarak sürecek.

Bu kadar ağır zorbalık karşısında bile, yalnız Meclis’teki partiler değil Meclis dışındaki sol muhalefetten de karşı çıkış duyulmadı. Bir kez daha sadece kadın oluşumlarından dayanışma sesi yükseldi.

Örneğin ulusalcı, solcu, sosyalist demeden muhalif/bağımsız/akmedya dışındaki basına karşı da aşama aşama artarak süren baskıya rağmen, "muhalif" medya da görmezden geldi.

Ülkenin değişmeyen handikapı bir infaz görevlisinin, gazetecinin sırtına vurmasına ve hakaret yağdırmasına cesaret verenin, 3.5 saatlik işkenceye tepki vermeyen, görmemezliğe gelen, geçiştiren o beton temel: "Devletçi refleks"

Oysa işkence çarkının cezaevlerindeki görevlileri bir yumrukla kalmıyor. Bazıları "Anne beni kurtar" diye çığlık atıyor. 

Oğlu cezaevinde öldürüleceğini söyleyen bir annenin çaresizliğini düşünebiliyor musunuz?

Gazete Duvar’dan Hacı Bişkin’in haberine göre, Bolu Cezaevi’nde tutulan Ömer Umut Karataş geldiği günden beri ceza infaz kurumu memurlarının şiddetine maruz kaldığı gerekçesiyle defalarca sesini duyurmak istedi. İki hafta önce dövülerek hastanelik edilen Karataş, annesi Nigar Karataş’ı arayarak "Anneciğim imdat. Sesimi duyurun. Beni öldürecekler" diye yardım istiyor. Nigar Karataş çaresizce "Bir anne olarak yüreğim dayanmıyor" diyor.

Bir iki sosyal medya paylaşımı dışında muhaliflerin gündeminde bile yer almadı. 

Aslına bakarsanız işkencenin bu denli meşrulaşması 15 Temmuz’la başladı. Kulağı sarılı, yüzü gözü morarmış, bir salona doldurulup çıplak fotoğrafları çekilmiş askerlerin fotoğraflarının adeta bir gurur sembolüymüş gibi basına servis edilmesini hatırlayın. Yalnız iktidar yandaşları değil ulusalcı kesim de alkışlamıştı. 

Bugün ulusalcı kesime de yönelen hukuk dışı uygulamalardan ders çıkarılıyor mu, hiç sanmıyorum. 

Çünkü demokrasinin önündeki en büyük engel AKP-MHP değil; demokrat olmakla, demokrat olduğunu zannetmek arasındaki uçurumun herkesi içine çekmesi.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi