Ekolojik bir anayasa olsa nasıl olurdu?

Eğer referandum sandığından "Evet" çıkarsa ve Cumhurbaşkanı kritik pek çok yetkiye sahip olursa, Cumhurbaşkanı tek bir imzayla bugün çevre mücadelesi açısından hayati öneme sahip konularda karar verecek, eylem, protesto ve itiraz hakkı tamamen bloke edileceği gibi hukuki süreçler de tamamen devre dışı bırakılmış olacak.

Pelin CENGİZ

Bir toplumun en üst düzey konsensüs belgesi olması gereken anayasa konusunda Türkiye çok kritik bir eşikten geçmek üzere… 16 Nisan günü oylanacak referandum, siyasal rejimin baştan aşağı yeniden inşası anlamına gelecek yeniliklerin yanı sıra, pek çok alanda köklü değişiklikler ve hatta sistemin işleyememesine yol açabilecek düzenlemeler içeriyor. Bunların en önemlilerinden olan ancak hemen hiç tartışmaya açılmamış olanı şüphesiz çevre meselelerine dair olanlar…

En kritik yenilikler arasında, Bakanlar Kurulu'nun kaldırılarak, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı'nın yürütme organı haline gelmesi, bununla da kalmayıp yasamayı kontrol edecek olması olarak gösterilebilir. Yani, yeni dönemde Türkiye'de artık Bakanlar Kurulu olmayacağı gibi onun yerine gelecek Cumhurbaşkanı da "hükümet" yerine geçecek. Yeni sistemde yasama yetkisine ortak edilen Cumhurbaşkanı, yönetmelik ve kararname çıkartabilecek, kanunları veto edebilecek, hatta dilerse seçimlerin yenilenmesine karar vererek Meclis'i tamamen feshedebilecek.

Eğer referandum sandığından "Evet" çıkarsa ve Cumhurbaşkanı kritik pek çok yetkiye sahip olursa, Cumhurbaşkanı tek bir imzayla bugün çevre mücadelesi açısından hayati öneme sahip konularda karar verecek, eylem, protesto ve itiraz hakkı tamamen bloke edileceği gibi hukuki süreçler de tamamen devre dışı bırakılmış olacak.

CUMHURBAŞKANI DOĞANIN DA HAKİMİ OLACAK

Örneğin, OHAL kararnameleri kapsamında yürürlüğe giren Madde 80, referandumdan "Evet" çıkması halinde doğa ve yaşam alanlarına en büyük tahribatı yaratacak olanlar arasında yer alıyor. Bu kanun, özetle Bakanlar Kurulu'na TBMM'den üstün yasama, Bakanlıklardan üstün yürütme yetkisi veriyordu. Anayasa değişiklikleriyle birlikte bu yetkilerin hepsi Cumhurbaşkanı tarafından tek başına kullanılacak. Kanal İstanbul, nükleer santraller, köprüler, havaalanları, otoyollar, altyapı projeleri gibi çevresel tahribatı çok büyük olan yatırımlar, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile hayata geçirilecek.

Bir örnek daha vermek gerekirse… Yine çevre mücadelesi açısında çok önemli olan ve defalarca değişikliğe uğratılan ÇED Yönetmeliği'nin uygulanmasında da ciddi sıkıntılar yaşanacak. Olası bir "Evet" ile Cumhurbaşkanına tanınan kararname çıkarma, kanunların uygulanmasına dair yönetmelik düzenleme yetkisi, çevre koruma mevzuatının etkisini tamamiyle ortadan kaldıracak. Yönetmelik düzenlemeleri, yargı denetimi ve mahkeme kararları, Cumhurbaşkanının sahip olacağı yeni yetkilerle birlikte esamesi bile okunmaz hale gelecek.

Mesela, mega projelerin finansmanı için değerli kamu kurum ve varlıklarının devredildiği Varlık Fonu'na dair yetkiler de, Cumhurbaşkanı'na ait olacak. Bu yatırımlar için verilecek acele kamulaştırma kararlarını, Cumhurbaşkanı tek başına verecek.

Dolayısıyla, 16 Nisan'daki referandumdan "Evet" çıkması halinde zaten sıkıntılı durumda olan çevre meselelerine dair süreçlere ilişkin derin bir bilinmezlik hakim olacak. Ancak, referandumdan "Hayır" çıkması ihtimalini de azımsamayalım. Olası bir "Hayır", anayasal açıdan yeni bir istişare ve konsensüs sürecinin kapısını aralayabilir mi? O gün geldiğinde, ekolojik bir anayasaya sahip olabilir miyiz hayalini biraz olsun kurabilir miyiz? Şimdi bulunduğumuz yerden epey uzakta görünüyor…

Genel anlamda, 1970'lerden çevre korumaya ve sağlıklı bir çevrede yaşamaya dair hükümler anayasalarda yer almaya başladı. Son yıllarda doğanın bir hak öznesi olarak anayasalarda yer alması tartışılıyor. Bolivya ve Ekvador doğanın yasal haklarını tanıyan başlıca ülkeler olarak kayıtlara geçti. Geçtiğimiz günlerde Hindistan'daki kutsal Gan Nehri, insan haklarına sahip, insan olmayan ilk varlık olarak tarihe geçti. Maori yerlileri tarafından kutsal kabul edilen Whanganui Nehri için de Yeni Zelanda parlamentosu, nehri "canlı varlık" olarak tanıyarak ve nehre hukuki statü vermişti.

2011’DE EKOLOJİK ANAYASA TEKLİFİ GELDİ

Türkiye'de de 2010'ların başında ekolojik anayasa ile ilgili önemli girişimler başlatılmıştı. Temel olarak, anayasanın sivil, demokratik ve özgürlükçü olmasının yanı sıra ekolojik olması gerektiğini ve doğanın vazgeçilmez, devredilmez haklarının anayasal güvence altına alınmasını savunuluyordu. Talepler bugün hala geçerli.

Ekolojik anayasa, doğal kaynakların doğal varlıklar olarak tanımlanmasını, doğada olası zararlara yol açabilecek faaliyetlerde ihtiyatlılık ilkesinin benimsenmesini, yurttaşların merkezi ve yerel idari tasarruflara etkin katılımınının sağlanması konusunda bir kaldıraç rolü oynamasını hedefliyor.

2011'deki Ekolojik Anayasa Konferansı Sonuç Bildirgesi'nde mevcut düzenin insan merkezli olduğu, bunun da önemli bir ekolojik yıkıma sebebiyet verdiği, bu nedenle Türkiye Anayasası'nın doğanın da haklarını kapsar ve korur bir hale getirilmesi çağrısında bulunulmuştu. Ekolojik Anayasa Girişimi, hazırladıkları teklifi TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na teslim ederek, bir sunum yapmış, "doğanın da bir hak öznesi" olmasını talep etmişti. Gelinen noktada ne bildirge, ne de hazırlanan teklif dikkate alındı. AKP'nin başkanlık dayatması nedeniyle yeni anayasa süreci çöktü ve bugüne gelindi.

EKOLOJİK ANAYASA GİRİŞİMİ NEDEN HAYIR DİYECEK?

Anayasa ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı yetkilerinin yeniden düzenlenmesinin gündemde olduğu bir dönemde Ekolojik Anayasa Girişimi, yaptığı açıklamayla doğa için de neden hayır denmesi gerektiğini anlattı. Oradan bir bölümü aktarıyorum:

"AKP, bu anayasa değişikliğini doğaya da dayatıyor çünkü değişiklik, sonuç bildirgemizdeki taleplerimizin tam aksi yönünde düzenlemeler içeriyor. Teklifte doğanın haklarını koruyan herhangi bir madde bulunmamasının ötesinde, anayasa değişikliğinin kabul edilmesi halinde, her şeyde olduğu gibi, doğanın talan edilmesinde de keyfi bir yönetim öngörülüyor. Biz yerel yönetimlere güç aktarılmalı, yatay bir yönetim sistemi kurulmalı derken, teklif bütün gücü tek adamda topluyor. Biz "insan merkezli bakış açısı terk edilmeli" derken, bu teklif tüm yönetimi tek bir insana teslim ediyor Gücün gücü dengelediği kuvvetler ayrılığı sistemi ortadan kalkıyor ve Cumhurbaşkanı'nın/Başkan'ın tek başına kullandığı ve denetlenmesi neredeyse imkansız bir iktidar biçimi oluşuyor. Bu teklif edilen düzen, insanların ve halkların yanında doğanın da bu tek adama karşı korumasız kalması demek.

Bütün hukuki denetim yolları yok edilerek ormanlarımızın, topraklarımızın, nehirlerimizin, denizlerimizin, havanın, suyun, yani tüm doğal yaşam alanlarımızın tek kişinin ağzından çıkacak söze bırakılması doğa yağmasını olağanüstü düzeyde artıracak  ve bunu engelleyecek bütün yollar baştan kapatılmış olacak. Bu anayasa değişikliği ile getirilmek istenen tek adam rejimi bu korkunç doğa talanı yapılırken kimse itiraz edemesin, sokağa çıkamasın doğal yaşam alanlarını koruyamasın, gıkını çıkaramasın diye getirilen bir baskı rejimidir; kabul edilemez.

Sonuç olarak, Ekolojik Anayasa Konferansı Sonuç Bildirgesi'nde ve TBMM'ne sunduğumuz taslakta ortaya konan önerilerimize tamamen zıt, insanlarımızı, halklarımızı, ülkemizi ve doğamızı bir kişinin keyfi yönetimine terk etmek demek olan bu anayasa değişikliği teklifine referandumda HAYIR diyeceğimizi kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz."

Önceki ve Sonraki Yazılar
Pelin Cengiz Arşivi