Yetvart Danzikyan
Erdoğan rejiminin bitmeyen medya inşası
Doğan Medya’nın Demirören Grubu’na satılması haftanın önemli ve üzerine uzunca konuşulabilecek gelişmelerinden. Çarşamba günü öğrendik ki Hürriyet, CNN Türk, Kanal D, Posta’nın da içinde bulunduğu bir grup gazete ve televizyonun Demirören Grubu’na satılması için anlaşma sağlanmış. Daha sonra yapılan açıklamalarla bu haber doğrulandı.
Tümü değil, ama kimi muhalif çevrelerde bu gelişme "Ne farkedecek ki?" sinizmi ve kayıtsızlığıyla karşılansa da ve bu bakış açısı tamamen haksız sayılmasa da konunun bu kadar basit olmadığını düşünüyorum. Doğrudur Doğan Grubu, Erdoğan rejimi tüm Türkiye’ye hakim olmadan önce klasik devletçi çizgisini korumaya özen göstermekle birlikte Erdoğan rejiminin totaliterleşmesi ile birlikte gerekli yayın yönetmeni ayarlamalarını yaparak bu rejimle de uyumlu olacağı mesajını verdi ancak bunu biraz "mecburen" yaptığını da bir şekilde belli etti. Erdoğan da ta 90’ların sonundan 2000’lerin başından bu yana (bahsettiğimiz klasik devletçi çizgisi nedeniyle) hınç duyduğu Doğan Grubu’nun bu işbirliğini mecburen yaptığını hiç unutmadı ve dolayısıyla bu mücadele hiç bitmedi. Erdoğan ve çevresi her fırsatta Doğan ailesi ve grubunu tehdit etmeyi artık bir Saray ritüeli haline getirirken, Doğan Grubu’nun buna ne kadar dayanacağı da merak edildi.
Demirören Grubu ise Doğan ailesine benzer bir zümreden (seküler, devletle birlikte palazlanmış, devletsiz iş yapamayan, AKP sonrası yeni devlete uyum sağlamış) gelmekle birlikte siyasi açıdan güçlü kim olursa olsun ona tam biat çizgisinde bir grup oldu. "Seküler burjuvazi- dindar iktidar" geriliminde belli belirsiz bile olsa taraf olmayı aklından bile geçirmedi. Erdoğan’ın o zamanlar Milliyet’te yazan Hasan Cemal’e sinirlenmesi sonrasında aile reisi Erdoğan Demirören’in Erdoğan’a ettiği ("Kızdırdık mı seni patron? diye başlayan ve ağlayarak biten) telefon, bu grubun iktidar ile ilişkisinin özeti gibidir.
Zaten bu tutum Milliyet ve Vatan gazetesinin yayın çizgisi ile de belli olmuştu. (Altını çizmek gerekir ki kendi alanlarında gazetecilik yapmaya çalışan ve yapan isimleri bu genellemenin dışında tutuyoruz elbette. Aynı Doğan Grubu’nda olduğu gibi) Dengeler bu merkezde şekillenmişken Erdoğan’ın tüm medyayı organik olarak kendisine bağlaması beklenmeyen bir hamle değildi ama Doğan Grubu’nun yine de (ona bırakılan alan içinde) direnmeyi seçebileceği de ihtimal dışı değildi.
Zira Aydın Doğan gibi işadamları, devletle ilişki biçimi negatife dönse bile medyadan vazgeçemezlerdi. Medyasız olamazlardı. Eğer işler çok kötüye gidiyorsa bekleyip fırtınanın dinmesini beklerlerdi. Buna yapabilecek güçleri vardı. Fırtına geçtikten sonra kaldıkları yerden devam ederlerdi. Televizyonlar, şirketler zarar edebilirdi. Zaten hep etmişlerdi.. Türkiye’de bu holdingleşme, büyüme, birçok işi aynı anda yapma mecburiyeti/bağımlılığı içinde haber televizyonu kurup ya da gazete basıp kar etmek zaten pek de görülmüş iş değildi. Büyük gruplar bunu holding içinde başa çıkılması gereken bir kalem olarak görür ve kendi içlerinde dengelerlerdi. (Yeri gelmişken, iktidara göbekten bağlı, inşaattan medyaya geçmiş ya da iktidar tarafından geçmek zorunda bırakılmış gruplar da böyle yaptılar ancak onların maddi olarak daha da zorlandığını görüyoruz. Malum kanal ve televizyonlar artık bir yakar top haline geldi. Herkes havaya fırlatıyor, tutanın elinde kalıyor ‘Reis’in korkusundan kimse kapatmaya da cesaret edemiyor)
İşte böylesi bir durumda Doğan Grubu’nun en değerli varlıklarını Demirören Grubu’na satması iki manaya geliyor. Aydın Doğan (kendi açısından) fırtınanın geçmeyeceğine, dolayısıyla artık dayanamayacağına ikna olmuş gibi görünüyor. Erdoğan rejimi ise bir şekilde mat etmek istediği, 2000’lerden beri diş bilediği en önemli seküler-burjuva rakibini alt etmeden bırakmamış, hıncını bir şekilde almış oluyor. Bu hınç zaten Erdoğan rejimine enerji veren en önemli faktördür.
Düşünecek olursak Erdoğan ve AKP 16 yıldır iktidardadırlar. Ancak seküler kesime duydukları hınç hiç bitmediği gibi artarak sürmekte. Hiçbir seçim galibiyeti bu susuzluğu gidermemekte. Bilhassa da Erdoğan için. En küçük bir vaka bile bu hıncı beslemekte. (Bugünlerde bu hıncı besleyen Boğaziçi öğrencileri ve Beyoğlu marjinalleri)
Bu daha kapsamlı ve başka bir yazı konusu olmakla birlikte şu söylenebilir. Bu tür totaliter baskı rejimleri mutlaka kendileri bir rövanş, bir intikam seçiyorlar ve bu intikam hiç bitmiyor. Rejimlerine enerji, (olumsuz, baskıyı sürdürme manasında) dinamizm veren bu oluyor. Rejimin bazı aktörleri bu kadar hınçlı olmuyor mesela. Onlar hemen devre dışı bırakılıyor ve liderin ‘hınc’ını paylaşacak yenileri geliyor yerlerine. Bu örnekte Erdoğan rejimi içeride Türkiye içinde az evvel tarif ettiğimiz kesime yönelik hınç ile iş yaparken dışarıda ise yeniden ‘cihan hakimi’ olmanın önünde kim varsa ona hınç duymakta, buradan da "enerji" devşirmekte.
Neyse gelelim konumuza. Dolayısıyla bu satışı "Ne farkedecek ki?" kayıtsızlığı ile izlememek lazım. Erdoğan rejiminin sınır tanımayan medya kontrolünde kritik bir aşama daha geçilmiş durumda. Artık yaygın kanal ve gazetelerde küçük bir sızıntı bile bulmak (muhalif basın dışında) güçleşecek.
Peki Erdoğan rejimi bu kadar gazete ve televizyonu ne yapacak? Yeni çağın totaliter rejimlerinin bir özelliği de bu. Kendi inşa ettikleri gerçeğin yüzlerce ekrandan ama aynı şekilde anons edilmesini istiyorlar. Distopik bilim kurgu filmlerinde izlediğimiz şefin binlerce ekrandan konuşması gibi. Konuşma kısmı zaten büyük ölçüde sağlanmıştı. Şimdi sıra her tür imal edilmiş enformasyonun da yüzlerce ekrandan tekrarlanmasına geldi.
Peki bu gerçekten böyle mi olmak ya da devam etmek zorunda? Eh, buna biraz da izleyici ve okuyucu karar verecek.