Koray Düzgören
Hastalıklı bir devlet geleneği: İnatla olmazı zorlamak!
Dünyayı kırıp geçiren Koronavirüs salgını bütün hızıyla sürerken can kayıpları da artıyor. 650 bin vaka ve 30 bin ölüm sınırı da aşıldı.
İngiltere’de sağlık yönetimi, ölü sayısı 20 binin altında tutulabilirse bunun başarı olacağını açıkladı. Bu çok ağır bir beklenti.
Ülkelerin yönetimleri salgının hızını kesebilmek, ölümleri azaltabilmek amacıyla giderek benzer tedbirlere başvuruyor.
Çünkü bu amaç için yapılması gerekenler konusunda neredeyse ortak bir anlayış ortaya çıktı. Ya da yönetimler böyle bir yaklaşımı benimsemek zorunda kaldılar.
Bu tedbirlerin başında insanların temasını engellemek, evde kalmalarını sağlamak ve daha çok test yapmak geliyor.
Tabii bu kolay bir şey değil ve devletlere yüklü bir maliyeti var.
Bu politikanın uygulanmasının sadece ekonomik değil, siyasi sonuçları da yadsınamaz.
Bunu göze alabilen yönetimlerin ülkelerini bu felaketten fazla zarar görmeden kurtarabilme ihtimali var.
Çünkü bu politikaların merkezinde insan yer alıyor ve bu sayede mümkün olduğu kadar daha az kayıpla, insanların daha az acı çekerek bu salgını atlatabilmesi umuluyor.
Söz gelimi, Avrupa kapitalizminin iki önemli ismi Makron ve Merkel bile bu insan odaklı politikayı uygulamak zorunda kaldılar.
Makron hemen sokağa çıkma yasağı getirdi. Merkel ise yasak koymasa da halkın evinde kalmasını büyük ölçüde sağladı.
Bu iki lider ve diğerleri halklarına ne dediler? "Siz hayatta kalmaya bakın. Evinizden çıkmayın. Gerisini bize bırakın. Fatura, maaş, ücret, kira vb. şeyleri düşünmeyin."
Bu sözlerini nereye kadar tutarlar, ne kadarını gerçekleştirirler bu ayrı bir konu. Ama şimdi bu sözleri söyleyerek halklarına, "Biz meseleye insani açıdan, sizler açısından bakıyoruz" demiş oldular.
LİDERLER İNSAN AMAÇLI POLİTİKALARA YÖNELDİ
İşin başında kendi halkına, ‘Sürü bağışıklığı’ reçetesine dayanarak, "Ölen ölür kalan sağlar bizimdir" diyen İngiltere Başbakanı Boris Johnson bile, gelen tepkiler ve muhalefetin bastırması sonucunda insan odaklı bir politikaya yönelmek zorunda kaldı.
Ülkenin ulusal para kaynaklarını bu amaçla kullanmaya karar verdi. Sokağa çıkma yasağı koymadı ama ona yakın kısıtlamalar getirdi.
ABD’de olanlar da ortada. ABD Kongresi Beyaz Saray yönetiminin insanları hiçe sayan yaklaşımlarını dikkate almayarak 2 trilyon dolarlık, ülke tarihinin en büyük destek paketini kabul etti ve Trump da bunu onaylamak zorunda kaldı.
Dünya genelinde 7 trilyonluk bir muazzam bir paketten söz ediliyor.
Bu paket nasıl kullanılır, çalışanlar, emekliler ve diğer kesimlere yönelik ne gibi destekler ve kalıcı programlar oluşturulur şimdiden bilemiyoruz.
Salgından sonraki sürecin belki de en önemli tartışma ve mücadele konularının başında bu kaynakların kullanımı ve dağılımı meselesi gelecek.
ABD ve Avrupa’da durum aşağı yukarı böyle ve yönetimler insanların hiç olmazsa önemli bir bölümünü evde tutarak salgının hızını azaltmayı ve böylece çözüm bulunana kadar sağlık alt yapılarını rahatlatmayı düşünüyorlar.
Çalışamayacak ve salgın nedeniyle zarara uğrayacak insanlara mali destekler sunuyorlar, yardımlar planlıyorlar. Yine insan odaklı başka önlemler alıyorlar.
Bu gelişmeleri yakından izliyorsunuz.
Peki Türkiye’de durum ne?
Uzağa gitmeye gerek yok yok. Cumhurbaşkanı’nın dün açıkladığı yeni tedbirler paketine bakmak yeterli. Şehirlerarası ulaşıma ve halkın bir arada olmasına getirilen kısıtlamalar dışında, 18 Mart’ta duyurduğu önlemler paketine göre yeni bir şey yok.
Aslında bu yeni getirilen tedbirlerin de önceki pakette yer alması gerekirdi.
Buna rağmen şimdi bu tedbirler de yetersizliği tartışılıyor.
Cumhurbaşkanı’nın Bilim Kurulu ve Sağlık Bakanlığı’nın sokağa çıkma yasağı getirilmesi gerektiğine ilişkin önerileri dikkate almadığı söyleniyor.
Bunlar kuşkusuz çok önemli. Ama daha önemlisi, hem birinci paket de hem de dün açıklanan ikinci pakette yer alan ve iktidarın bu hayati meseleye nasıl baktığını, yaklaştığını gösteren bazı ifadeler.
Ve şu ifade: "Önceliğimiz üretim ve ihracat"
Önceliğin üretim ve ihracat olarak belirlendiği bir politikanın insani olması söz konusu değil. Zaten Saray yönetimi bu nedenle üretim ve ihracat diyor. Ekonominin çarklarının dönmesi ve bunun için de işçilerin salgın şartlarında, ölüm tehlikesi altında ekmek paraları için çalışmaya devam etmesi gerekiyor.
Tabii iktidarın sokağa çıkma yasağı konularak birçok işkolunda üretimin durdurulması halinde bunu karşılayacak bir kaynağı yok.
Çünkü yanlış mali politikalar, gösterişli ve pahalı alt yapı faaliyetleri ve yolsuzluklar nedeniyle Hazine’de para kalmadığını, bütün kaynakların tüketildiğini artık herkes biliyor.
ALINAN TEDBİRLERİN İŞE YARAMAYACAĞI BİLİNİYOR AMA…
İktidar, işbirliği yaptığı iş çevrelerinin çarkları dönsün ve bu sayede zaten dibe vurmuş olan ekonomik krizin faturası çok daha ağırlaşmasın diye insan hayatını hiçe sayan ve vaziyeti idare ederek vakit kazanmayı amaçlayan bir politika izliyor.
Alınan bu uyduruk tedbirlere rağmen zaman içinde ölümlerin çok büyük bir oranda artış göstereceğini onlar da biliyor. Daha şimdiden hastalananların ve ölenlerin sayısının oran olarak İtalya seviyesine geldiği söyleniyor.
Buna rağmen sonuna kadar, bu salgının bu anlayışla ve bu tedbirlerle geriletilemeyeceğini ve ölü sayısını azaltamayacaklarını bildikleri halde devam etmek istiyorlar.
Yanlışı sonuna kadar götürmek istiyorlar.
Çünkü önemli olan iktidarlarının sürmesini sağlamak. Ekonomik krizin derinleşmesi zaten düşme eğilimi hızlanan halk desteğinin iyice düşmesi gibi dramatik bir sonuç getirebilir. Bundan çok korktukları ortada.
Bu nedenle Bilim Kurulu’nun tavsiyelerini bile dinlemeyip meseleyi geçiştirmek istiyorlar.
Açıklanan tedbir paketlerindeki önlemler bunu gösteriyor.
TC devletinin geleneksel yaklaşımı bu…
Bir meselenin yanlış olduğu bilindiği halde sonuna kadar, duvara çarpana kadar bu politikada devam etmek bir gelenek.
Sadece iktidar korkusu ile sürdürülen yanlış koronavirüs politikası değil söz konusu olan.
Suriye politikası da böyle. Yanlışlığı iyice ortaya çıkmış politikaların ve uygulamaların bedelleri ödenirken ve ödenecek başka bedeller de hemen yakın gelecekte beklerken ısrarla Suriye’den çıkılmıyor.
Oysa yol yakınken bu salgın sürecinde Suriye’den çekilmek gerekir.
Salgının, sınırların her iki tarafındaki milyonlarca mülteciye ve o bölgede görev yapan TSK askerlerine sıçraması her an olası.
Ama buna rağmen, böyle bir facia ihtimaline rağmen iktidar geleneği bozmayacak. Biliyoruz. Sonuna kadar gidecek.
Aynı şekilde salgının cezaevlerine sıçraması da an meselesi. Sürekli "Böyle bir şeyin olmadığını" söyleyip ortalığı yatıştırmaya çalışan Adalet Bakanı’na rağmen salgının oraya da sıçraması her an söz konusu olabilir.
O zaman iktidar ne diyecek? Böyle bir facianın sorumluluğunu üzerinden atabilecek mi?
Birleşmiş Milletler dün hükümetlere bu konuda acil çağrı yaptı:
"Salgın cezaevlerini kasıp kavurabilir, sonuçlar felaket olabilir; siyasi tutuklular serbest bırakılmalı" diyor. Tabii mesele sadece siyasi tutuklular değil. Bütün tutsakların durumu aynı.
Neticede yine bir devlet klasiği ile karşı karşıyayız.
Devlet, İktidar, Saray ne derseniz deyin, yine yanlışlarda ısrar, olmayacak, gerçekleşemeyecek sonuçların peşinde oyalama, geçiştirme politikalarıyla durumu idare etmeye çalışıyor.
İnatla yine olmazlar zorlanıyor.
Hesaba katılmayan yine insan hayatı…