Hastane, peynir, Mesut Yılmaz, Barbaros Şansal ve Selahattin Demirtaş...

Meğer kalp hastalarına Mesut Yılmaz tarzı yavaş konuşma öneriyorlarmış. Doktor bana Yılmaz'ı dinlerken anladığını bile söyledi. Çünkü arada sözlüğe bakma fırsatı oluyormuş!

Çok ciddi ağrılarla gittim hastaneye, yanma, bilhassa sol omzuma vuran sancı dayanılmaz bir noktadaydı ama direniyordum. Neye direndiğimi sorarsanız, bunu büyük bir iyi niyetle "Salaklığıma" diye açıklayabilirim. Kendi ufak aklımca eşim Hilal'i üzmek istemiyordum, Köln'e gazeteye diye gidip orada gözükecektim doktora. Her zaman papaz pilav yemiyor, arkadaşlarla geziye çıktık, tam eve dönerken ben gitmişim, yani yokum gibi bişey. Arabayı kullanan Ali fark ediyor ve diğer arkadaşları bırakıp "Hilal sen arabada kal, Ahmet'i hastaneye götürüyoruz" diyor.

Güçbela elimi arkaya Hilal'e uzattım, ağrılarıma utancım da katıldı ve hiçbişey söyleyemedim. Sonrası malum, kan alınıyor, idrar, elektro filan derken makinelere bağlanıp yatağa yattım. Bişeyi çok net açıklayabilirim, kaç saniye gittim bilmiyorum ama ne ışık gördüm, ne bir ses, anımsayacağınız hiçbişey yok.

Ertesi gün başka hastaneye götürdüler anjiyo için. Daha önce anjiyo olanlara sormadım ama ben anjiyonun son 5 dakikasında bir kalp krizi daha geçirdim, ancak doktorlar aldırmıyor, çünkü her türlü müdahaleye hazırlar. Anjiyodan çıktım ve yine eski yerime getirildim. Damarın biri sertleştiği ve düzeltemediklerinden kaç gün kalacağım belli değil. O yüzden Hilal bana Selahattin Demirtaş'ın ve Barbaros Şansal'ın kitaplarını getirdi.

Neyse, herkes gittikten sonra Barbaros'un kitabına başladım. Esasında Selahattin'in kitabına başlamak istiyordum ama o hapisteydi ve biraz toparlandıktan sonra üzülmeye karar verdim. Diyeceksiniz ki Barbaros'un yaşadıkları daha mı iyi, değil ama o dışarıda ve daha yeni görüşüp, program yapmışım kendisiyle. Yazdıklarının çoğunu biliyorum, çünkü o benim Ethemefendi caddesinden neredeyse doğduğumdan beri arkadaşım, o yüzden sadece kitabın edebi yanını okumak istiyorum.

Herkes gittikten sonra doktor geldi asistanıyla, sohbet etmeye başladık. Meslek olarak gazeteci diye okuyunca hem sağlığımı, hem de yaşadıklarımızı konuşuyoruz. Bu arada bana ilk yasaklanan sabahları bolca yediğim peynir oldu. Doktor bana peynirde yağ oranının çok yüksek olduğunu söyledi ve sadece 1 parmak yiyebileceğimi söyledi.

Beni bir gülme aldı, katıla katıla yeni bir krizin eşiğindeyim. Doktorla, asistanı telaşlı ne olduğunu soruyor ama ben gülmekten konuşamıyorum ve elimle geçince anlatacağımı işaret ediyorum. Sonunda biraz duruldum ve doktora döndüm, "Nasıl gülmem, siz bana peyniri yasaklıyorsunuz" dedim. İkisi de bana garip garip baktılar, bir anlam veremediler ama ben hâlâ ara ara gülüyorum. Sonunda dayanamadım ve "Mösyö, siz bana peyniri yasakladınız ama sizin soyadınız 'PEYNİR', nasıl tutayım kendimi" dememle onlar da başladı gülmeye. Gerçekten adamın soyadı Fromage (Fromage = peynir).

Biraz ciddileştik ve neden Fransa'da olduğumu sordu. Ben de anlatmaya başladım, Özgür Gündem Gazetesi'nde bir günlük destekle genel yayın müdürlüğü yaptığımı ve bu yüzden 11 gün tutuklu kaldığımı ve çıkınca Fransa'da oturumum olduğundan 15 Temmuz darbe girişiminden 3 gün sonra kargaşayla geldiğimi söyledim. İkisi yine garip garip birbirlerine baktılar. Gerçekten zor böyle olayları anlatmak onlara.

Bana yavaş konuşmamı önerdi, çünkü tık nefes oluyordum anlatırken. Bu kez şaşırma sırası bana geldi, bana döndü ve Mesut Yılmaz gibi konuşmamı önerdi. Meğer kalp hastalarına Mesut Yılmaz tarzı yavaş konuşma öneriyorlarmış. Hatta bana Mesut Yılmaz'ı dinlerken anladığını bile söyledi.

-  Nasıl anlıyorsunuz, Türkçe biliyor musunuz?

- Hayır, bilmiyorum ama o kadar yavaş konuşuyor ki ben arada sözlüğe bakıp anlamak için zaman ve fırsat buluyorum...

Neyse, sıra kitaplara geldi, önce Selahattin Demirtaş'ın kitabını, daha doğrusu yazarı sordu.

-  Doktor bey, yani mösyö peynir, Demirtaş, benim de üyesi olduğum partinin eş genel başkanı. Verdiği siyasi demeçlerden dolayı şu an dokunulmazlığına karşın hapiste. Diğer eş genel başkanımız Figen Yüksekdağ da içeride ancak onun vekilliğini düşürdüler. Başkan da hapiste resim yapıyor, bağlama çalıyor, şiir yazıyor ve son olarak da bu öykü kitabını yazdı. Ben de onun öykülerini okuyorum. 

Suratlar asıldı, bir umutla Barbaros'un kitabını eline aldı ve bilgi almak istedi. Ben de kendisine yapılanları anlattım. Kıbrıs'tan nasıl yasalara aykırı getirildiğini, havaalanı görevlilerine hangi uçakla ve kaçta geleceğinin bilgisinin verildiğini, uçağın uzak bir ücra köşeye iniş yaptığını ve orada linç edildiğini söyledim.

Peynir olayını konuşurken yaşadığım gülme krizinden çıkmıştım, yeni bir krizin eşiğindeyken artık dudaklarım titriyordu. Barbaros'un hücreye atıldığını ve onu linç edenlere soruşturma açılmaması üzere karar verildiğini söyledim zorla.

Doktor uzanmamı söyledi, yüzümü beğenmemişti, tekrar elektroları bağladılar ve çıkan netice sonunda temiz bir "Ohhhh" çektiler. Sonra bana döndü ve "Senin stresten uzak durmanı söyleyecektim ama şimdi böyle bir hakkım olmadığını anlıyorum, yarın evine git, tedavin orada devam etsin. İstersen aile doktorun sana bir kardiyolog bulsun, istersen kendini kötü hissettiğinde bizi ara ve biz tam teçhizat geliriz. Sen 2 damarla ucuz yırtmışsın, kuvvetli bir bünyen var ve bunu atlatırsın" dedi...

Fransız doktor bana bunu atlatacağımı söyleyince kalp krizimin içinde ilk yazımı hastanede, bunu da eve çıkınca yazma gereği duydum. Yani Fransız doktor bile bizlerin sizleri yazısız, programsız, bilgisiz (Tabi bildiğimiz kadarıyla) bırakma hakkımızın olmadığını söyledi. Elime en son verdiği rapor 1 aylık dinlenme raporuydu, bana onu mecburiyetten ama gülümseyerek uzattı, ben de gülümseyerek aldım.

Kapıya baktım, Hilal beni almaya gelmiş. Vedalaştık, arabaya bindik, Ali arabayı kullanıyor, Hilal arkada kağıtlara bakıyor, raporu seçip verdi, ne olduğunu merak etmiş. 1 aylık rapor olduğunu söyleyince, "Ya sen raporu dün deldin, gazeteye yazı gönderdin" dedi ve gülüşerek eve geldik.

Bu arada en ilginç saptamayı da annem yaptı. "Biliyor musun, bu senin 3. hastaneden kovuluşun" dedi. Evet, 80'lerde merdivenden düştüm ve kafatasım çatladı. Hastanede o kadar bağırmışım ki, beni ertesi gün eve postalamışlar. Sonra 96 yılında göğsümden timus bezini aldılar, kemik boydan boya kesildi. Ben ameliyattan 4 gün sonra koltukta gazete okuyordum. Profesör Göksel Kalaycı bütün yardımcılarıyla geldi. Hastalığım Miyasteni ve az yaşanan bir hastalık, onu anlatacak. Beni koltukta görünce "Anlatacak bişey yok, hemen çıkışını verin, 4. gün oturmuş gazete okuyor, boşuna yer kaplamasın" dedi gülerek. Daha sonra Göksel ağabeyi hasta yakınları öldürdü. Uluslararası bir değerdi kendisi. Ve şimdi de Fransa'da bir hastaneden kovuldum bünyem sağlam diye.

Anlayacağınız annem de hastalığıma üzülmesini bünyemin sağlamlığıyla yok etmeye çalışıyor. Bir de ağabeyim Ali tabi, Hilal'e gelen telefonlardan anladığım kadarıyla ben ne kadar uykusuz kaldıysam, o da o kadar uykusuz kalmış. Neyse, benim de tesellim sayemde bikaç saat fazla çalışmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Nesin Arşivi