Ahmet Tulgar & İshak Karakaş
'Hayır’ın yüzde 65’lerde olduğunu düşünüyorum'
Ezel Akay kendisini bir ‘hikâye anlatıcısı’ olarak tanımlıyor. Mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra tiyatro okumak için ABD’ye gitmesinin sebebi de bu olmalı. Sonrasında reklamcılıktan oyunculuğa ve ardından da sinema yapımcılığına kadar birçok alanda iş yapan Ezel Akay, 2004’te yönetmen olarak kendi sinema filmlerini çekmeye yöneldi. Ezel Akay, sanat ile siyaset arasındaki köprüde dengeli yürüyen sanatçılardan. Toplumsal mücadelenin dışına çekilmeyenlerden. Siyasi görüşlerini sakınmaksızın ortaya koyuyor. Ezel Akay ile buluştuk ve hem siyaset hem sinemadan konuştuk…
SÖYLEŞİ: İshak KARAKAŞ& Ahmet TULGAR
İshak Karakaş– Türkiye’nin önemli sinemacılarındansınız. Türkiye’de sinema nereye gidiyor? Dünya sineması içinde Türkiye’nin yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ezel Akay– Şöyle söyleyeyim, artık Türkiye sineması dünya sinemasından, Türkiye’deki hikâye anlatıcılığı dünyadaki hikâye anlatıcılığından bağımsız değil. Prensip olarak bütün dünya,hikâye anlatıcılığının altın çağına girdi. Tabii internet sayesinde de büyük bir sıçrama oldu ama buna biz yayıncılık, televizyonculuk sayesinde yaklaştık. Zaten o yöne doğru gidiyorduk. İnternet sayesinde de bütün diller ve kültürler birbirini tanımaya başladı, hikâye anlatıcılığı çok öne çıktı. Gazetecilik de bir hikâye anlatıcılığıdır, sinema yönetmenliği de bir hikâye anlatıcılığıdır, edebiyat da bir hikâye anlatıcılığıdır. Sanatın tamamı, anlatı sanatlarıdır. Bütün sanatçılar anlatı peşindedir. Bütün eserlere anlatı diye bakılabilir. Bu anlamda Türkiyeli hikâye anlatıcıları da bu kervana bol malzemeyle katıldılar. Ben sinemaya ilk başladığım yıllarda bizim abilerimiz "Ya konu yok, hikâye yok, senaryo yok" diye çok yakınırlardı. Bana haftada enaz on senaryo veya on tane romandan film yapma önerisi geliyor.
İshak Karakaş– Hangi türlerde daha çok…
Ezel Akay–Her tür, her tür… Genellikle bana gelenlerin çok azı ticari komedi film senaryosu. Bunlar çok azınlıkta bana gelenler içinde… Genellikle sosyal veya siyasi içerikli şeyler çok fazla Türkiye’de. Hepsi iyi yazılmış çekilebilir işler değil. Ama çok ilginç konular…
İshak Karakaş– Türkiye’deki savaş ortamı senaryolara konu oluyor mu?
Ezel Akay– Genellikle öyle şeylerle ilgili senaryolar geliyor. Ben 7-8 senedir neredeyse kısa film yarışmalarında ve festivallerinde jüri üyeliği yapıyorum. Dolayısıyla Türkiye’de bine yakın kısa film seyrettim. Bunlar 2-3 dakikadan 10-15 dakikaya uzayan kısa filmler. 5-6 sene önce o filmleri çekenler,şimdi sinema filmi çekiyorlar, dizi film yönetmenliği yapıyorlar. Kürt sinemacılar var veya Güneydoğu’daki problemlerle ilgili filmler var. Bunlar büyük bir sıçrama yaptı, hala çok var. Ama onun dışında da -çok ilginç- kadın meselesi, kadın erkek ilişkileriyle ilgili sosyolojik içerikli şeyler veya son derece fantastik kısa filmler geliyor. Ele alınmayan konu yok. Yine de kendi adıma söylüyorum, hani ben bir yönetmen olarak estetik açıdan baktığımda çok zayıf buluyorum. Yani yaratıcılıktan uzak… Genellikle filmi aynı tarz anlatımla ele alma söz konusu. Ama İtalya’daki dünya sinemasına baktığımızda çok klasik eserler, klasik tarzda çekilmiş eserler görüyoruz. Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, Çinliler çok yaratıcı eserler veriyorlar. Yani sinema dilini değiştiren, daha ilginç anlatım dilleri yaratabiliyorlar. Burada çok çok çok az bunun örnekleri…
Ahmet Tulgar– Dizi sektörü de çok büyük bir sektör. Ben mesela Kuzey Avrupa dizilerini seyrediyorum, polisiye dizileri… Ve orada dizi dili çok farklılaşmış durumda artık. Dizi sektörü nasıl etkiledi sinemayı?
Ezel Akay– Bir kere, olumlu etkiledi. Yani bütün dünyada "Televizyon çıktı sinema öldü" falan derler… Öyle bir şey yok. Dünyadaki istatistiklere bakınca da öyle olmadığı anlaşılıyor. Bu yargı hiç gerçek değil. Bu fikri bir kere tamamen atalım. Amerika’da da televizyon sektörü yükselirken sinema sektörü yükselmiş. Diziler başladıktan sonra filmler de arttı. Ekipler para kazanmaya başladıkları için bu meslekler yaşayabilir hale geldi. Önce dizi çekip sonra film çektiler falan filan… Bu sektörler birbirlerini destekleyerek büyümeye devam ediyor ve böyle de gidecek. Fakat bizdekiler, prensip olarak bizim eskiden Brezilya dizisi dediğimiz, Soap Opera dediğimiz, pembe dizi dediğimiz formattalar. Onun biraz karanlık, dramatik versiyonları yapılıyor Türk dizilerinde ama bütün zihniyet pembe dizi mantığı… Pembe diziler bütün dünyada peynir ekmek gibi satan, hızlı tüketilen, ucuz görünümlü diziler. Toplumun en alt kesiminde en basit ideolojinin yaygınlaşmasına yol açıyor. Hiçbir dizi yapımcısı ideolojiye takılmıyor. Ne istiyorlarsa onu verelim, diyorlar. Yaşantı biçimi, kültür düzeni o dizilerde devam ediyor. Hatta biraz daha ağır bir şekilde pembe dizilerin temel mantığı, bir özdeşleşme yaratmak ama çoğunlukla da özendikleri dünyayı göstermek. Bu özenilen dünya maalesef acıklı bir sonuç yaratıyor toplumda. Seyircilerin arasında o dünyaya ulaşabileceklerin sayısı yüzde 1… Yüzde 99’u o özendiği dünyaya ulaşamayacak. Dolayısıyla yanlış bir özenti yaratıyor. Ve bunlar ahlaken, vicdanen sosyolojik olarak sonuçları hiç iyi olan şeyler değil. Diziler değil suçlu olan. Bu düzenin sürmesi sağlıyor diziler sadece.Çünkü seyircinin kafasında ne varsa ona ayna olmaya çalışıyor; başka hiçbir hedefi yok. Buna karşılık özellikle Amerika’da bundan 15 sene kadar önce başlayan başka bir eğilim, sofistike ve niş seyircilere, şu seyirciye bu seyirciye göre ayrılmış dramatik diziler yapıyor. Bunlar olağanüstü kaliteli senaristler tarafından yazılıyor. Şu anda bu, bütün dünyada yayıldı. Özellikle dediğiniz gibi Kuzey Avrupa ülkelerinde yapılan diziler, İngilizce konuşulan diziler, birkaç tane İspanyol dizisi bu alanda büyük bir sıçramanın örnekleri. Bu eserleri şöyle görebilirsiniz; sinema filmleri eğer edebi bir form olarak öyküye benziyorsa, bu dizilerin tipi romana benziyor. Yani son derece edebi bir içerik var. Son derece karmaşık. Yani sinemaya çıksa tutmayacağı garanti… Ama çok tutan diziler bunlar. Mesela Dr. House diye bir dizi var, 6 yıl sürdü. Bunun bir bölümünü, iki bölümünü sinemaya çekmeye kalkın, seyircinin kafası karışır. O kadar karışık şeyler… Fakat muazzam yazılmış. Bunların içinde çok azı melekler tarafından yazılmış sanki ve felsefi bir değerlendirme yapılıyor bunların çoğunda. Ve giderek bütün ünlü sinema oyuncuları bu dizilerde yer almaya başladılar. Türkiye’de de bunun önünün açılması lazım. Bir stagnasyon, bir sıkışma başladı çünkü. Mesela yeni konuştum, Fox Tv’yle. Proje götürdüm;tabii ki biraz sofistike dizilerdi. Önce çok heveslendiler, beğendiler. İki hafta önce bitmiş eseri gönderdim onlara. Dediler ki,"Aradan geçen 4 ay içinde, 15 Temmuz’dan sonra özellikle, çok değişiklik oldu. Bizim girişimcilikle yaptığımız, önerdiğimiz dizilerin hiçbiri tutmadı. Biz şimdi tekrar yalnızca ev kadınlarına hitap eden dizilere dönüyoruz." Bu aynı zamanda bence televizyonculuğun da sonunun geldiğinin işareti. Böyle bir şey olamaz. Yani bir televizyon kanalı sadece ev kadınlarına film üretmeye başlamışsa çok büyük bir kitleyi dışarıda bırakıyor demektir. Ben artık bu reyting sistemine bütün güvenimi kaybettim. Çünkü reyting ölçüm aletleri o ailelerde duruyor ve bu aileler televizyon seyrediyorlar. Ama televizyon seyretmeyen kitle giderek genişliyor. Ayrıca şimdi Netfliks, BlueTv gibi internet televizyonlar ortaya çıktı. Şimdi onlara da Türk dizileri yapılıyor. "Masumlar" diye bir dizi başladı Blue Tv’de. Nasıl gittiğini bilmiyorum ama seyrettim bir bölümünü. Çok iyi çekilmiş, hiç bizim dandik dizilere benzemeyen eli yüzü düzgün bir iş.
İshak Karakaş– Birçok görsel alanda faaliyet gösteriyorsunuz. Televizyon, reklam, sinema vs. Bunlar içinde sinemanın yeri sizin için ne?
Ezel Akay–Ben bu film işini çok önemsiyorum. Sadece yönetmen olduğum için değil, kültürlerin birbirlerini tanıması, birbirleriyle haberleşmesi için hikâye formunda şeyler şart. Çünkü hikâye ile saatlerce, günlerce sürecek bir siyasi veya sosyolojik tartışmayı bir saat içinde, çok da iyi bir şekilde insanlara aktarabilirsiniz. Bir de sanat tabii bu. Yani doğru dürüst yapılması koşuluyla… İnsanlar sanat eseri izleyerek sanatçı olurlar veya sanattan anlar hale gelirler. Sanattan anlamak da birbirimizi anlamayı kolaylaştırır. Bunun için bu meselenin giderek zenginleştiğini düşünüyorum. Türkiye’de de bunun yolu açık. Çok kötü bir içerik var şuanda elimizde. Yeteri kadar yaratıcı değil fakat durgun da değil. Dün daha kötüydü, şimdi daha iyi. Yarın çok daha iyi olacak.
İshak Karakaş– Son zamanlarda ana akım televizyonlarda gördüğümüz şey şu; birçok kanalda aynı anda asker, özel harekâtçı dizileri başladı ve bu dizilerde oyuncular Kürt özgürlük hareketinin kavramlarını kullanıyorlar. Bu durum nasıl ortaya çıktı?
Ezel Akay– Bunların hiçbiri iyi reyting alan şeyler değil. Ben inanmıyorum böyle bir şey olduğuna. Çünkü niye savaş seyredelim? Yani şu anda insanlar savaş mı görmek istiyor? Hamaset bir yere kadardır. Bir kere seyredersin çok meraklıysan hamasete… Ama ben bu dizilerin karanlığının, trajikliğinin, ölümcüllüğünün insanları ittiğini düşünüyorum. Tabii, reyting sistemi o kadar garip bir şey ki, dünyaya bakıyorum, dünyanın hiçbir yerindesavaş dizisi seyredilmiyor. BandoffBrothers, Spielberg’in ön ayak olduğu bir ikinci dünya savaşı dizisi yapıldı mesela. O tuttu ama 12 bölümdü. Bir mini diziydi aslında. Ben bu tarz dizilerin tutacağını düşünmüyorum. Ayrıca televizyona bakıp bu ülke hakkında karar vermek çok büyük saçmalık olur. Çünkü prensip olarak en çok reyting alan kanalların hepsi bir tür devlet esiri. Bize oradan gerçek bilgi gelmiyor. Devlet ya da benzeri kurumlar dizilerin parasını veriyor, zarara bile girse yaptırıyorlar. Peki, halk ne diyor? Yani bunlara bakarak bu ülke hakkında karar vermek çok tehlikeli. Orada ciddi bir manipülasyon var. Ben Türkiye’deki insanların büyük bir çoğunluğunun o dizilerdeki gibi düşündüğünü hiç zannetmiyorum.
İshak Karakaş– Yani algı operasyonu üzerine kurgulanmış bir dizi formatı, diyorsunuz?
Ezel Akay– Evet…Ama kendisini çok belli ediyor.
Ahmet Tulgar– Zamanında Balyoz operasyonları sırasında Genelkurmay’ın da dizi senaryosu yazdırdığını, dizi çektirmek üzere harekete geçtiğini okumuştuk gazetelerde. Bu da onun gibi bir şey mi acaba?
Ezel Akay– Reis adlı bir film çekildi mesela. Üstelikde devlet, hükümet, siyasetçi desteğiyle ve sürekli kontrolle… Tabii böyle bir film yapmaya kalkarsan, filmin kötü olacağı garantidir. Çünkü herkes birbirine yaranmaya çalışıyor. 150 bin kişi falan seyretti. Sırf hamaset, bir fikre yalakalık için yapılmış. Sanat olmaktan uzak şeyler… Ben hiç korkmuyorum bunlardan. Filmler insanları değiştirmiyor sadece, insanlarla birlikte filmler de değişiyor. Yani bize değişimi gösteriyor, var olanı gösteriyor. Neyin beğenildiğini gösteriyor. Bunu yanlış anlamamamız lazım;reytingle ölçülüyor bunların hesabı. O reytinge güvenmememiz lazım.
İshak Karakaş– Biraz da sinema emekçilerini konuşalım. Sinema emekçileri çok uzun, günde en az 15 saat çalışıyorlar, iş güvenceleri yok…
Ezel Akay– Dizi sektöründe o kadar uzun çalışıyorlar. Sinema emekçileri değil, reklam emekçileri değil…
İshak Karakaş– Peki bu sorun nasıl çözülecek? Neden dizi sektöründe etkili bir sendikacılık yok?
Ezel Akay– Nerede etkili sendikacılık yapılıyor, nerede etkili sendikacılık var? Sendikacılık diye bir şey mi var? Sinemacılara b.k atmayalım, onlar yine de fena örgütlü durumda değiller. Korkunç bu durumda sendikacılık. Sendikacılığı unutalım, çöpe atalım, yeni bir şey kuralım. Ben böyle düşünüyorum ve çok sinirleniyorum sendikacılara. Kendilerini bir b.k zannediyor. Ne Türkiye için, ne işçiler için hiçbir halt yapmıyorlar. Aynı şeyleri tekrar ederek, acındırarak, yakınarak yaşıyorlar. Çok büyük çoğunluğu böyle. Tabii ki, birçok akıllı girişimci insan var. Ama sendikacılar, sendikacılığı çatır çatır öldürmüştür ve işçilerin haklarını savunabilecekleri, örgütlenebilecekleri hiçbir şey kalmamıştır böylece.
İshak Karakaş– Sol sendikacılık var, sağ sendikacılık da var. Hangisini kastediyorsunuz?
Ezel Akay– Valla, hepsini kastediyorum. Sağ ya da sol sendika diye bir ayrıma gerek kalmadı. Yani onlar sendika asilzadeleri olmuş durumdalar. Artık onlar dokunulmazlığı olan asilzadeler! Neden? Solcu çünkü… Ben solcu olarak da görmüyorum çoğunu.
Ahmet Tulgar– İshak soruyu öyle soruyor ama aslında kendisi de sendikacılarla röportaj yaparken hep şunu sorar;"Neden sendikalara barış mücadelesi için sokağa çıkmıyorlar, neden işçi sınıfı savaşa karşı durmuyor?"
Ezel Akay– Neden, çünkü işçilerle ilgili değil. Sendikanın kendisi bir iktidar odağı. Sendikacılar başka iktidar odaklarıyla uzlaşmak, çatışmak, muhalefet yapmak gibi işçilerden bağımsız ayrı bir dünyaya atlamış durumda. İktidarın dilini konuşuyor. Mesela iktidar bir şey söylüyor, sen ona itiraz ediyorsun. İtiraz bile onun dilini konuşmak demek. Başka bir yöne gitmesi lazım. Konuyu iktidar açıyor-bütün muhalefet, siyasi muhalefet de tuzağa düşmüş durumda- aynı dille, aynı tavırla cevap veriyor. Bu, onun açtığı çerçevede konuşuyorsun demektir. Değiştirmiyor bunu… Hiçbir yaratıcılık yok. Hâlbuki Türkiye yaratıcı gençlerle ve yaratıcı genç işçilerle dolu. Yaratıcılık bize lazım… Yeni bir fikir bulmak, yeni bir girişimde bulunabilmek için eskiyi terk etmek gerekir. Eski zaten prensip olarak ilkel, kötü ve yanlıştır. Ha, ben böyle bakmayı arzu ediyorum. Belki söylediğim tam doğru değil ama bir de böyle bakalım artık. Mesela Kürt sorunu için söylediğimiz şey, bunlar için de geçerli. Eğer 30 yıl o problemin içinde yaşadıysan, sen de artık problemin kendisisin. Bütün sendikacılar o mücadelenin kötü gitmesinin de sorumlusu aynı zamanda. Kader, kötü bir kader… Esas orada devrim lazım. Çok radikal, ciddi bir dönüşüm lazım ve bu dönüşüm eski kafayla yapılabilecek gibi değil. Ben bu söylediklerimden yüzde yüz emin hale geldim. Bu bir inanç artık tabii; hem bilgi hem inanç… Ben sendikası kokusu bile almak istemiyorum. Yanlış anlamayın, Türkiye’de sinema sektörünün en büyük problemi,örgütlenmedir. Örgütlenmediği sürece hiç vızırdanmaya gerek yok;hiçbir şey iyiyi gitmeyecek.
İshak Karakaş– Düşüncelerinizi çekinmeden kamuoyu ile paylaşıyorsunuz? Sektörde ne gibi yankı yaratıyor bu? İşinizi etkiliyor mu?
Ezel Akay– Eğer devletle bir ilişkin varsa, olacaksa, tabii etkiliyor. Yani ben Kültür Bakanlığı Destek Fonu’na başvuran bir sürü yönetmenden biriyim. Ama artık hani bize alenen de söylendi. "Başvurunuzda yönetmen, yapımcı, yazar ve baş oyuncunun adları önce MİT’e gidiyor. MİT eğer onay verirse, biz Destekleme Kurulu’na alıyoruz" diye utanmadan söyleyebiliyorlar. Bunlar geçici şeyler tabii… Allah onların cezasını verecek. Mesela çocukları ve torunları nefret edecekler bu insanlardan; utanç duyacaklar.
İshak Karakaş– Ne zamandır bu böyle? OHAL’den beri mi?
Ezel Akay– İki senedir bu direkt bir uygulama. Tabii o benim param… Ben öyle bakıyorum ve öyle bakılması gerekir. Bana o parayı devlet falan vermiyor, o benim param zaten. Benim meslektaşlarım orada. 12 sinemacı var. Her iki yılda bir meslek örgütlerinden kişiler gidiyorlar. Onlar da çok günahkâr bir durumdalar. Kimisi elinden bir şey gelmediği için öyle, kimisi evet dediği için öyle. Ama normal olarak o para devletin kaynaklarından alınan bir para değil aslında. Sinema biletlerinden alınan rüsumun bir bölümü sinemaya aktarılıyor. Yani seyirci veriyor o parayı. Olağanüstü demokratik bir çözüm bu. Ama demokratik çözümün içine etti şu andaki yönetim. Bu, benim de yaşamasını istediğim bir sistem aslında. Bilet sayısı arttıkça fon da artıyor. Yani seyirci sinemaya gittikçe fon da artıyor; çok doğru bir şey… Sinema seyircisinin kendisi destekliyor sinema filmini. Bu olağanüstü iyi bir şey ama bu bugün itibarıyla hak yenmeden para dağıtılan, güvenebileceğimiz iş değil.
Ahmet Tulgar– Barış İçin Sinemacılar arasında siz de varsınız ve soruşturma açıldı. Bu soruşturma ne âlemde?
Ezel Akay– Hiçbir âlemde değil o. Cinler âleminde… Yok yani… Öyle bir soruşturma yapılamıyor bile. Sadece markalanmış durumda bu insanlar ve ona göre davranıyor devlet. Yoksa soruşturma falan açıldığı yok. Açılamaz, açılması da saçma olur. Akademisyenleri bile yapamadılar. Yani tek tek birtakım kişileri tweet’leriyle avlamaya çalıştılar. Akademisyenlerden bin kişi bitecek de ondan sonra bunlara sıra gelecek. Avukatlar bize söylüyor, 4-5 senelik vade bu.Ama senin soruşturmada olman önemli değil. Seni tutukluyorum, 6 ay hapiste tutuyorum; sen aldın cezayı zaten!Bunun gibi bir şey bu. Tabii önceden –bir süre yapımcı arkadaşım var filmlere para yatıran- benden senaryo ve proje isterlerdi;şimdi istemiyorlar. Herkes kıçından korkuyor. Bursalıların bir lafı vardır, Bursalılar hep eşcinsellikle anılır, "G.tünden korkan ibne olsun" demişler. Bunu da yazarsanız sevinirim. (Gülüyor)
İshak Karakaş– Şöyle devam edelim, HDP’nin tanıtım ekibindeydiniz 7 Haziran 2015 seçimlerinde. O günlerden bugünlere ne gibi değişimler yaşadı Türkiye? Nasıl görüyorsunuz?
Ezel Akay– Valla, bir tek ben görmüyorum, herkes görüyor. Çok dengeli bir siyasete doğru gittiğimizi düşünüyorduk o zaman. Bunun için HDP’ye oy verildi. Sadece Kürt siyasi hareketinin oyları değildi onlar. Sosyalistler de oy verdiler. Ayrıca unutmayalım, HDP bir koalisyondur. Zaman zaman unutuluyor bu. Ben bunun söylenmesinde büyük yarar görüyorum, ama HDP’liler bunu çok sık ifade etmiyorlar. İçinde Kürt olmayan birçok sosyalist var ve bunlar oldukça modern sosyalistler. Modern kelimesinin biraz üzerine basıyorum. Aslında orada temiz siyasete duyulan özleme oy verildi, Kürt siyasi hareketine ya da sosyalistlere değil. Orada HDP’lilerin başardığı şey, olağanüstü temiz ve çok çok çok çağdaş, yeni bir siyaset modelinin mümkün olduğunu göstermeleriydi. Ekolojisinden kadın hareketine, hepsini de öyle lafta değil, hakikaten eylemlilikleriyle,örgütlenme modelleriyle gösterdiler bize. Buna oy aldılar aslında. Ben eminim, benim söylediğim gibi düşünen birçok siyasetçi vardır. Böyle düşünen yeni bir Kürt siyaset anlayışı oluştu. Yani Kürtlükten de Türklükten de kurtulmamız lazım. Hepsinden kurtulmamız lazım…Mesela baba olmak daha iyi bir kimlik, mühendis olmak daha iyi bir kimlik, gazeteci olmak çok daha iyi bir kimlik. Yani Kürt veya Türk olmak niye iyi olsun! Neresi iyi onun! Kötülük dolu hepsi. Çünkü hemen"Karşı mısın?!" Ben Kürdüm" deyince,"Sen başkasın" oluyor. Bu kimlik modeli kadar ilkel bir şey olamaz. Üstelik ırkların böylesine kaynaştığı bir dünyada herhangi bir ırkın kalmasının imkânı var mı yani? Daha iyi bir ırk olur; çünkü bütün mezeler daha uzun yaşarlar, daha sağlıklıdırlar, daha bilgilidirler, daha kültürlüdürler. Bakın sokak köpeklerine, ev köpeklerine bulaşan hastalıkların hiçbiri bulaşmaz onlara. Ev köpeklerinden beş misli daha zekidirler. Sokakta hayatta kalmak için zeki olmak zorunda kalmışlardır. Onlar melezdir. Biz melez bir dünyaya doğru adım atıyoruz. O melez dünyada etnik kimliklerin rafa kaldırılması lazım. Kendimize çok çok sağlam yeni kimlikler inşa etmeliyiz; orayla ilgilenmeliyiz. HDP bunun kokusunu verdi, başka bir parti de vermedi. CHP’yi de etkilemiştir HDP… CHP’nin içindeki genç siyasetçileri de çok etkilemiştir HDP’nin varlığı. YaniHDP’yi sadece bir Kürt siyasi hareketi olarak değil, yeni bir siyaset hareketi olarak görüyorum.
İshak Karakaş– Son olarak referandum kampanyalarını nasıl buluyorsunuz?
Ezel Akay– Valla, itiraf edeyim, hiç kimse referandum kampanyalarıyla ilgilenmiyor şu anda. Şöyle bakılıyor, "Olan oldubitti, yani ‘evet’ çıkarsa hiledir bu…"Bir kere böyle düşünüyor herkes. Yoksa tabii ki ‘Hayır’! ‘Hayır’ın yüzde 65’lerde olduğunu düşünüyorum. Sadece düşünmek değil tabii, bildiğimiz duyduğumuz şeyler. Ama birden şunu fark ettim; bizim derdimiz artık referandum değil. ‘Evet’ de çıksa,‘hayır’ da çıksa, sonraki dünya bizim önemli esas. Hiçbir şey değişmeyecek, ben yüzde yüz eminim. Zaten kısa vadede iktidar da değişmeyecek, 2019’a kadar. Hayır, çıkarsa da çok ciddi bir mücadele ile karşı karşıya Türkiye halkları ‘evet’ çıkarsa da… Bu ikisi birbirinden çok farklı değil. Çünkü bugün zaten kanunlar uygulanmıyor, KHK’lerle yönetiliyor ülke. Bu nasıl isterse kanun çıkartabilir demek. Dolayısıyla ‘evet’çıksa da bir şey değişmeyecek. Çünkü nasıl isterse öyle kanun çıkartıyor. ‘Hayır’ çıksa da iktidarı bırakmayacak şu anda. Bir atmosfer değişecek tabii ki… İkisinin de atmosferleri farklı ama ertesi gün, bir hafta, yirmi gün, bir yıl sonrasında bizim mücadele problemimiz değişmeyecek. Yani bugün ne yapıyorsak, o gün de onu yapıyor olacağız zaten. Referandum numarasına fazla takılmak istemiyorum.
Ahmet Tulgar– Bir de gelecek öngörünüzü alalım. Sizi iyimser ve umutlu gördüm.
Ezel Akay– Evet, ilkel bir yönetim modeline takılıp kaldığını düşünüyorum AK Partili teknokratların. Çok modernist olmalarına rağmen… Çok ilkel bir yönetim modeli bu; sıçrama yapan bir model değil. Dünyada da bir benzeri var, diyorlar ama öyle değil. Geleceğe adım atan bir yönetim modelinden söz eden yok bunların içinde. Ama HDP’nin içinde kesinlikle var veya bir takım sosyalist, liberal sosyalist gruplarda,hatta liberallerde bile var. Ki hakiki liberallerin dünyada sayısı çok azdır. Onlarda da var bu zihniyet.
Ahmet Tulgar– Ama umutlusun gelecek için…
Ezel Akay– Valla, iyimserlik ile kötümserliğin diyalektik bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum ben. Yani kötümser olup da ne yapacaksın! Herkes iyimserlere gıcıkkapar ama iyimserlik ilerletici, kötümserlik durdurucu bir şeydir. Önlem alırsın kötümserlikte. Önlem ala ala, kendini bir yasaklar dünyasının içine sokarsın. İyimserlik ise tam tersine sıçramayı, ilerlemeyi, gelişmeyi sağlayan bir tutumdur.