Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

'Herkes iyidir ama etrafta kötü insanlar vardır'

'Bu hayata farklı bir paradigmadan bakmakla ilgili. Otomatik pilotla yaşamak değil, zaman zaman yavaşlayarak, farkında olarak yaşamak.'

Birkaç zamandır, yoğun bir şekilde dayatılan ötekileştirmeden de, dilde kalmayıp eyleme dökülen şiddetin her türlüsünden de, bir insan, bir kadın olarak usanmış; öncelikle dilin değişmesi ile ilgili düşünüp, yazıp duruyordum. Hele bugün, geceyarısı kararnamesi ile Türkiye’nin gururu olabilecek İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmışken, eski bir dostumun, Şükrü Bozkurt’un düzenlediği Şiddetsiz İletişim Atölyeleri hakkındaki söyleşimiz tam gününe denk geldi. Şükrü’ye biraz çocukça, biraz hayretle biraz da umutla sordum; şiddetin olmadığı bir hal mümkün mü?

Şiddetsiz iletişim nedir ve şiddetin olmadığı bir hal mümkün mü?

Bu konuyla ilgili 8 senedir derinleşmeye, hayatımda yaşamaya çalışıyorum, yapmak değil de olmak hali üzerine çalışıyorum. Bunun en kısa cevabını şöyle verebilirim; farkındalıklı iletişim, farkında olarak iletişim. Tek cümlede bunu söyleyebilirim. Biraz genişletirsem yine farkındalıklı iletişim tanımı üzerinden önce kendimi fark etmek, ondan sonra da diğerini fark etmek diyebilirim. Kendimi fark etmek, kendimle bağ kurmak, kendi duygularım ve ihtiyaçlarımla bağ kurmak, diğerini fark etmek diğerinin duygularını ve ihtiyaçlarını tahmin etmeye çalışmak, sezmeye çalışmak. O kişinin söyledikleriyle değil de daha derinden bağlantı kurmaya çalışmak. Söyledikleri ve yaptıklarının altındaki duygu ve ihtiyaçları fark etmeye çalışmak. Kendimle bağ kurdum, benim ihtiyaçlarım bir elimde, diğeriyle bağ kurdum onun ihtiyaçları öbür elimde şimdi bu ihtiyaçların hepsini aynı kaba koyup artık benim ihtiyacım senin ihtiyacın yok, ihtiyaçları birlikte nasıl karşılayabiliriz. Benim ihtiyaçlarımı karşılamak benim için çok önemli, bundan hiçbir şekilde vazgeçmiyorum.

Şiddetsiz iletişim bazen kibar olmak, yumuşak olmak, ne söylenirse onu yapmak gibi anlaşılabiliyor. Tam tersine, uzun süre şiddetsiz iletişimi pratik eden ve hayatına almaya çalışan kişiler dışarıdan daha sert geliyor çünkü çok rahat ‘hayır’ diyebiliyorlar. Ama burada şöyle bir nüans var, hayır derken de diğerini gözeterek ‘hayır’ demek belirleyici oluyor. ‘Buna hayır , diğer yandan şöyle olsa sana uyar mı?’ Şiddetsiz iletişim bizim ortak insanlığımıza doğru bir yolculuk. Mevlana’nın söylediği ‘Doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yer var orada buluşalım’ diyor ya ben bu sözü çok seviyorum. Ve giriş eğitimlerimin adını bu sözden hareketle ‘Haklının ve Haksızın Ötesinde’ olarak kullanıyorum. Haklının ve haksızın ötesi dediğim yer, bizim ortak insanlığımız, bunun da temeli ortak insani ihtiyaçlarımız.

İNSANİ İHTİYAÇLARIMIZI NASIL GÖREBİLİRİZ VE BUNLARI NASIL KARŞILAYABİLİRİZ?

Oraya gittiğiniz zaman artık yargılama yok, suçlama yok, etiketleme yok, fiziksel şiddet yok. Sadece insanlığımız var ve birbirimizin bu insani ihtiyaçlarını nasıl görebiliriz ve bunları birlikte nasıl karşılayabiliriz. Şiddetsiz İletişim yaklaşımı şunu söylüyor; dünyadaki kaynaklar hepimizin ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar bol aslında.

Mümkün mü diye de sormuştun, ben bu soruya genelleme yaparak cevap vermek istemiyorum çünkü genelleme yapmak da şiddetin bir türü olabiliyor çünkü ben genelleme yaptığımda kişileri etiketlemiş oluyorum. Şurdan başlayalım; şiddet nedir, şiddet deyince ne anlıyoruz? İkiye ayırabilirim şiddeti, bir tanesi fiziksel şiddet bir tanesi duygusal şiddet. Fiziksel şiddeti hepimiz biliyoruz ve biz fiziksel şiddete maruz kaldığımız zaman bunun şiddet olduğunu biliyoruz, bunu fark edebiliyoruz. Diğer yandan duygusal şiddete maruz kaldığımız zaman bunu çoğu zaman anlamıyoruz bile, fark edemiyoruz bile.

Benim için daha üzücü olan şey, ben bir şey söylediğimde ya da davranışımla, niyetim o olmasa da karşımdaki kişinin o söz ya da davranışı duygusal şiddet olarak deneyimleme ihtimalinin olması. Bu ihtimal bile benim tüylerimi diken diken ediyor mesela. Burası çok hassas. Bir nokta daha var, fiziksel şiddet eyleminde bulunan kişilerin geçmişlerine bakıldığında bir süre duygusal şiddete maruz kalmış olduklarını düşünüyorum. Ya kendilerine duygusal şiddet uyguluyorlar ya da duygusal şiddete maruz kalıyorlar ve bir süre sonra kızgınlık, öfke gibi duygularla -ki bunlar da insani duygular- baş etmek için öğrendikleri yol, maalesef fiziksel şiddet olabiliyor. Özellikle bazı ihtiyaçlar, mesela saygı ihtiyacımız karşılanmadığında, onur ihtiyacımız karşılanmadığında, kabul ihtiyacımız karşılanmadığında önce utanç ardından da kızgınlık ve öfke duygusu devreye girebiliyor yani limbik beyin devreye girebiliyor ve yetişkin bilincini kaybedebiliyoruz. Limbik beyin devrede olunca ilkel çağlardan gelen savaş, kaç ve don tepkisinden birini verebiliyoruz. O olduğunda zaten artık yapacak bir şey yok.

DUYGUSAL ŞİDDETTEN ARINMAK MÜMKÜN MÜ SORUSUNA NET BİR CEVAP VEREMEM, BU BİR YOLCULUK...

Duygusal şiddetten arınmak mümkün mü sorusuna net bir cevap veremem, bu bir yolculuk. Şükrü Bozkurt olarak bu benim niyetim mesela. Burada önce kendime şiddetli olmamam önemli. Kendimizi suçladığımızda, kendimizi yargıladığımızda kendimize şiddet uygulamış oluyoruz.

İletişim içinde kullandığımız bazı iletişim kalıplarının duygusal şiddet olarak algılanabileceğini düşünüyorum. Çünkü doğrudan bağırmak, suçlamak, utandırmak daha anlayabildiğimiz tavırlar. Bunu biraz daha rafine edersek, birisiyle sohbet ederken sohbet içerisinde bile bazen bağlantı daha kuvvetli olur bazen de zayıflar ama ne olduğunu anlamayız. İletişimi engelleyen kalıplar diyorum buna ya da bağlantıyı engelleyen iletişim kalıpları. Bu kalıpları kullandığımızda da duygusal şiddeti üretmiş olabiliyoruz. Bunlardan bir tanesi ahlakçı yargılarda bulunmak; doğru -yanlış, iyi-kötü gibi. Ya da insanları seçimleri yüzünden yargılamak, böyle yaptığımda ben birine iyi dersem o zaman muhakkak kötü birileri var, bir şeye doğru derseniz başka bir yerde yanlış var. O zaman ötekileştirmiş olursunuz.

HAYATINDA KENDİSİNE BEN KÖTÜYÜM DİYEN İNSAN HİÇ DUYDUN MU?

Hepimizin bu güne kadar yaşamış olduğu bir takım deneyimler var, bir şeyler gördüğümüzde olan şeylere bir takım anlamlar yüklüyoruz ve bunlarla ilgili de bir takım yargılayıcı düşünceler zihnimizde oluşuyor sonra bu yargılayıcı düşüncelere gerçekmiş gibi inanıyoruz ve ona göre yaşıyoruz. Biz öyle yaptığımızda hayat da oradan öyle ilerliyor. Dolayısıyla bu zihnimizdeki yargılayıcı düşünceleri fark etmek çok kıymetli, yargıyla ağzınızı açtığınızda o şiddet oluyor, ben ağzımızı açmadan önceye de gelmek istiyorum biraz. Yargılamak, suçlamak, etiketlemek, karşı taraf istemediği halde tavsiye vermek, genelleme yapmak… Mesela ‘Erkekler böyledir, kadınlar böyledir, gazeteciler böyledir…’ dediğimde bir grup insan yaratıyorum ve benim o insanın insanlığıyla bağım kalmıyor. Ya da ben bir insana tembel ya da sorumsuz dediğimde artık benim için ben sorumsuzluğa ne anlam yüklüyorsam hepsini o insana yüklemiş oluyorum, benim için artık o insan değil, nesne gibi… Ben o nesneyi yere atıp, ayağımla ezebilirim çünkü canı yok, insan değil. İşte etiketlediğimde, ötekileştirdiğimde bunu yapmış oluyorum.

Hayatında kendisine ben kötüyüm diyen insan hiç duydun mu? Diyorsa da ironi yapıyor olabilir. Herkes iyidir ama etrafta kötü insanlar vardır. Ben 20 sene yöneticilik yaptım, insanların isteklerini yerine getirmeye çalıştım ama yapamadığım zamanlar da oldu. Eminim yapamadığım zamanlarda beni ‘kötü insan’ olarak etiketlemiş olabilirler. Üç kere evlendim ayrıldım mesela, ilk eşimle ilişkimiz ve bağlantımız ortak çocuğumuzdan dolayı da çok kuvvetli ama ilk başlarda belki çok kalbimiz kırıldı, bana kötü insan demiş olabilir ya da ilişkilerimden birinde ayrılmayı o istediyse ben o insanı bir süre kafamda kötü insan diye düşünmüş olabilirim. Buradan bir yere gidemiyoruz. Bunun sonucunda şiddet çıkıyor, zarar görüyoruz. Seyrettiğimiz filmler de bile bir kahraman var ve bir anti kahraman var. Bütün film boyunca anti kahraman kahramana kötülük yapmaya çalışır, engellemeye çalışır. Tabi bütün yönetmenler böyle bakmayabiliyor. En son Joker’de gördüm bunu. Bana uymayan yanları vardı filmin ama Joker’in de hikayesinin olduğunu insanların görmesi çok önemliydi bence. Bir şey dediğiniz insan nasıl öyle oluyor? Biz genelde hep şöyle seyrediyoruz; bir kahraman var bir anti kahraman var, anti kahraman sürekli kötülük yapmaya çalışıyor ama filmin sonunda kahraman anti kahramanı dövüyor, işkence yapıyor hatta öldürüyor ve biz ayağa kalkıp alkışlıyoruz. Çocukluğumuzdan itibaren en azından ben kendi adıma böyle büyüdüm. Bu algı o kadar besleniyor ki çoğu zaman farkında değiliz. Onun için önce bunu fark etmek önemli, ahlakçı yargılar çok önemli.

Peki sen hiç yargılama yapmıyor musun diyebilirsin, yapıyorum. Ben ihtiyaç temelli yargılama yapıyorum. Birisi bir şey yaptığında ihtiyaçlarımın karşılanması ya da karşılanmamasına göre yargılıyorum. Bir örnekle anlatalım ister misin? Senin hayatından bir problem bulalım mesela var mı anne olarak, ebeveyn olarak, eş olarak ya da çalışan olarak yaşadığın bir sıkıntı?

Olmaz mı, var tabii ki. Oğlumun en büyük sıkıntısını konuşalım o zaman. O 6. sınıf öğrencisi ve biz okul hayatı başladığı andan bu güne ona hiçbir şekilde ödev yapmaya ikna edemedik. Kendince gerekçesi de var elbette ve ben de çok haksız bulmuyorum açık konuşmak gerekirse, o da şu; ‘ben zaten 8 saat boyunca okulda öğrenmek için çalışıyorum, neden eve gelince de çalışmaya devam etmek zorundayım?’ der kendisi…

Önce oğlunun duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışalım; gözlem şu, 8 saat okula gidiyor ve okuldayken öğretmeni evde de yapması için ona ödev veriyor. Şiddetsiz iletişimde bizim 4 adımımız var Aytül, gözlem, duygu, ihtiyaç, rica… Bu adımları takip ederek oğlun bununla karşılaştığında ne hissediyor olabilir?

Yorgunluk hissediyor olabilir. Oyun açısından kısıtlanmış hissediyor olabilir.

Ben kendimi onun yerine koyuyorum ve sıkışık, daralmış, isteksiz hissediyorum. Arkasından bu duygularla bağlantıya geçtiğimde de hangi ihtiyacım karşılanmıyor diye bakıyorum. Yine oğlun olarak düşünürsem, öncelikle anlamlı bulmuyorum yaptığımı, anlam ihtiyacım karşılanmıyor, ikinci olarak kendi seçimlerimi yapmak istiyorum. Ben öğrenci olabilirim, bununla birlikte eve geldiğimde ödev yapıp yapmayacağıma ben karar verebilirim, özerklik ve seçim yapabilme ihtiyacım var. Ayrıca eve geldiğimde oyun oynamak istiyorum, oyun da bir ihtiyaç. Annem babam var evde, onlarla zaman geçirmek istiyorum, benim topluluk ihtiyacım var, birliktelik ihtiyacım var. Evde geçireceğim sürede bu ihtiyaçlarımı karşılamak için çok az zaman kalıyor. Tekrar baktığım zaman alan ihtiyacım var, o da karşılanmıyor.

Diğer taraftan öğretmen açısından bakalım; öğretmen nasıl hissediyor olabilir? Kararlı, kendinden emin hissediyor olabilir. Umutlu hissediyor olabilir, o da o çocuklara bir şey vermek istiyor. O çocuğun büyümesine, öğrenmesine katkıda bulunmak, destek olmak istiyor sanırım. Büyüdüğünde onun iyi şeyler yapacağına güvenebilmek istiyor olabilir. Onun da bildiği yol o, öğrendiği şey o, yani öğretmen de elinden gelenin en iyisini yapıyor. Onun için akşamları ödev vermek bir strateji sonuçta. Yine belki aynı ihtiyaçlar için farklı bir strateji bulunabilir mi, bunu düşünebilir ve araştırabiliriz. Bizim yeni bir kitabımız çıktı Hayatı Zenginleştiren Eğitim diye, Marshall Rosenberg’in kitabı. Üç arkadaşım Şiddetsiz İletişim Kitaplığı kurdu ve çok büyük özveri ile çalışıyorlar. Bu yayınevinin amacı İngilizceden Türkçeye Şiddetsiz İletişim kitaplarını çevirmek ve bunların Türkçe basılmasını sağlamak. ‘Kibar Olma Gerçek Ol’ diye bir kitap basıldı, ‘Kızgınlık Suçluluk Utanç’ basıldı. Hayatı Zenginleştiren Eğitim de Şiddetsiz İletişim Kitaplığından basılan kitaplardan biri. Tabii bizim şu anki eğitim sistemimiz içinde bu tarz yaklaşımlar pek mümkün değil gibi görünüyor ama yine de alternatifler var, Başka Bir Okul Mümkün onlardan biri örneğin. Kooperatif oldukları için zorlanıyorlar biraz ama yine de şiddetsiz iletişim, derin demokrasi, çocuk hakları bunları öğreterek çocukları büyütüyorlar. Aynı zamanda da milli eğitim müfredatını veriyorlar. Çocuklar daha anaokulu çağından duygu ve ihtiyaç farkınlalığı ile büyüyorlar.

KÜÇÜK BİR ÇOCUĞUN BİR ÖRDEĞİ BESLERKENKİ RUH HALİ

Özet olarak öğretmen-öğrenci ilişkisine baktığımda ihtiyaç temelli iletişime geçilebilir, iş yerleri için de aynı şey geçerli. İstediğiniz zaman çalışana istediğinizi yaptırabilirsiniz evet ama bir insan bir işi gönülsüz yaptığında, yaptığı iş yakın zamanda sorun vermeye başlar. Birinin isteyerek yapmasıyla, istemeden yapması arasında yönetici açısından da çok fark var. Bu noktada Şiddetsiz İletişimin özüne gelmiş oluyoruz, o da şu; gönülden yaşamak. Marshall Rosenberg diyor ki ‘Küçük bir çocuğun bir ördeği beslerken ki ruh haliyle yapmayacaksanız, hiç bir şey yapmayın’ diyor. Bu çok iddialı ve çok süslü bir laf gibi geliyor önce. Şiddetsiz İletişimin temel varsayımlarından bir tanesi, seçim içseldir. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar muhakkak seçim yaparlar. Ben bunu çok kıymetli buluyorum. Farkında olsanız da olmasınız da aslında siz seçersiniz diyor.

Ben kendimden örnek vereyim; önceki işimde çok söyleniyordum, çok mutsuzdum Aytül. Ayaklarım geri geri gidiyordu, hiç işe gitmek istemiyordum. Şiddetsiz İletişimi hayatıma almaya başladığım ilk yıllarda bir çalışma yaptım; çalışmanın adı "Mecburum’u, Seçiyorum’a Çevirmek." Bu iş yerinde çalışmaya mecburum diye bir cümlem vardı. Ve ben bunu kendime her söylediğimde çok mutsuz oluyordum. Bu insanı gerçekten çok tüketen bir hal. Yapmak istemiyorum, diğer yandan yapmaya mecburum. Bizim duygu ve ihtiyaç listelelerimiz var, bu cümledeki mecburum’un üzerini çizip seçiyorum olarak değiştirdiğimde, bu seçimimle hangi ihtiyaçlarımı karşıladığımı gördüm. Ne çok ihtiyacımı karşılamışım, her şeyden önce o iş yerinde güvende hissediyordum, arkadaşlarımla yoldaşlık, topluluk ihtiyacımı karşılıyordum, aldığım maaşla oğlumu yurt dışında tıp okumasını karşılayabildim, oğlumu destekledim, istediğim eğitimi alabildim, büyüme ve gelişme ihtiyaçlarımı karşıladım… Bunlar ilk aklıma gelenler, ondan sonra ben bu işte çalıştığım için şükran duymaya başladım.

Yine kendi eğitimlerimden bir örnek daha vereyim; bir bankacı kadın arkadaşımla aynı çalışmayı yaptık ve eğitimden sonra onun söylediği söz şu oldu; ‘ben bu ihtiyaçlarımı karşılamak için bu işi yapmayacağım’. O da öyle bir farkındalığa geldi ve birkaç ay sonra başka bir işe geçti. Demek istediğim şu aslında, gönülden yaşamak ihtiyaç bilincine indiğim zaman mümkün. İlla eş, hayat, iş değiştirmek gerekmeyebiliyor. Aynı işe devam ederken de ihtiyaçlarınızı karşılamanın farklı yollarını bulabilirsiniz. Bu hayata farklı bir paradigmadan bakmakla ilgili. Otomatik pilotla yaşamak değil, zaman zaman yavaşlayarak, farkında olarak yaşamak, farkında olarak iletişim kurmak.

Çocukluğumuzdan beri öğrendiğimiz düşünme şekli ve iletişim kalıpları, bizim ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla, kendimizle ve diğeriyle bağlantıyla sonuçlanmıyor benim deneyimimde. Onun için yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Bu yeni paradigma da benim için düşünceler, yargılamalar ve suçlamaların dünyasından duygular ve ihtiyaçların paralel evrenine yolculuk yaparak olabilir. Kim ne söylerse söylesin, kim ne yaparsa yapsın bunu hemen bu dile tercüme edebiliriz. Paralel evrende bu ne demek. Acaba bu insan bunu neden diyor, acaba bu insan bunu hangi ihtiyacını karşılamak için yapıyor? Burada şöyle bir nüans da var; onu söylemeden geçmek istemem, karşımdaki ne söylerse söylesin bunu kabul mu edeceğiz? Empatik olmak demek hem kendi duygu ve ihtiyacımla hem de diğerinin duygu ve ihtiyacıyla bağ kurmak, duymak, anlamak demek. Söylediği her şeyi kabul etmek değil. Burada önemli bir ayrım var. Bunları ayırabilirsem birbirinden o zaman özgürleşirim. 'Şiddetsiz İletişim karşı tarafın söylediklerini kabul etmektir' diye düşündüğümde yine onu duyamamış oluyorum aslında, bağ kuramıyorum ve yine çatışma çıkıyor. Günlük hayat içinde kişilere duygularını sormak her zaman mümkün olmayabilir belki ama söylenenlerin altındaki kök neden ve ihtiyaca ulaşabilirsem, bunu da gerçek bir merakla yapabilirsem, iletişimim daha açık olabilir. Aynı fikirde olmasak da.

Tabii bunun önünde engeller var. Mesela karşımdaki öyle şeyler söyleyebilir ki benim saygı ihtiyacım karşılanmayabilir. Beni yaralıyor olabilir, suçluyor olabilir, manipüle etmeye çalışıyor olabilir… Bunlar da bunu yapan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için seçtiği stratejiler aslında. Şiddetsiz iletişimi hayatlarına almış olsalar kendileri için daha farklı stratejiler bulabilirlerdi, bu uzlaşı yollarını bulamadıkları için bunu yapıyorlar, onun da elinden gelenin en iyisi bu. Ama beni yaralayan cümleyi duyduğumda ondan ben tetiklenebilirim. Tetiklenmek şu demek; benim geçmiş bir anım canlanabilir, söylediğine anlam yükleyebilirim ya da duymak bana zor gelebilir. Mesela sesini yükseltebilir karşımdaki insan, etrafımda başkaları varsa bunu duymak beni öfkelendirebilir ya da başka bir duygum yükselebilir. Burada da kendine empati yapmak çok önemli Aytül. Karşındakini duymakta zorlandığında iletişimi koparmak isteyebilirsin. Önce yavaşlayıp belki mesafelenip kendimize empati yapıyoruz. Ben bunu duyduğumda ne hissediyorum, hangi ihtiyacım karşılanmıyor. Bu olduğunda, yani duygu ve ihtiyaçlarımla bağ kurduğumda bir rahatlama geliyor içimize. Kendimize şefkat vermek, kendimizi anlamak sonra karşımdakini daha duyabilir hale gelebiliyorum. Ama burada da koruyucu güç kullanabilirim. Mesela bir insan bana bağırıyorsa dinlemek istemeyebilirim. Seninle konuşabilmeye devam etmek istiyorum, bununla birlikte bu ses yüksekliğinde konuşursan bağırmak olarak anlıyorum, böyle devam edecekse ben iletişimi kesmek istiyorum. Kendi ihtiyaçlarıma sahip çıkıyorum.

Şükrü biraz bahsettin yukarıda ama şiddetsiz iletişimin dört adımını biraz daha açabilir miyiz?

Gözlem, duygu, ihtiyaç ve rica. Gözlemde kamera tarafsızlığıyla ne olduğuna bakma halim, değerlendirme ya da yorum olmayan şey. Yargılama, etiketleme vs bunların hepsi bir çeşit değerlendirme. Gözlemde ise sadece somut olanı söylüyorum. Arkasından bu olan bana ne hissettirdi onu anlamaya çalışıyorum. Bunu da bedenime bağlanarak yapıyorum. Çünkü duygularımızın büyük bir kısmını bedenimiz üzerinden hissediyoruz. Ayak tabanından, başa kadar bakıp, konforsuz bölgeler üzerinden duygularımızla bağ kuruyoruz. Çünkü her duygu bir ihtiyacı haber veriyor. İhtiyaçlarımız karşılandığında hissettiğimiz duygularla karşılanmadığında hissettiğimiz duygular farklı. Ben duyguları olumlu ya da olumsuz diye sınıflamıyorum. ‘Olumsuz’ diye etiketlediğimiz duygular da aslında karşılanmayan bir ihtiyacı haber veriyor. Duygularıma böyle bakabilirsem onlarla arkadaş olabilirim. çünkü duygularım özüme ulaşma yolculuğunda bana rehberlik sunuyor. O duyguları hissetmeye izin verirsem ve nefesimle, bedenimle o duygunun içinde kalıp fark edersem arkasından ihtiyaçlarıma ulaşıyorum. İhtiyaçlarım karşılanıyorsa kutluyorum, karşılanmıyorsa da ihtiyacımı karşılamak için yeni yollar bulmaya yeni stratejiler bulmaya farklı deneyler yapmaya başlıyorum. İhtiyacımın karşılanması için ricalarda bulunuyorum. Bu da bizim 4. adımımız. Bu ricalar somut, olumlu dilde, yapılabilir ricalar oluyor. Olumlu dilde ifade ediyorum, ne yapmayacağını değil ne yapacağını söylüyorum ve hayır’ı duymaya hazır olarak ricada bulunuyorum. Ben birinden bir şey istediğimde karşımdaki bana hayır diyebilir. Hayır’ı duymaya içimde yerim var mı? Yerim yoksa bu şiddetsiz iletişim ricası olmuyor, bir şekilde zorlamış oluyorum. Karşımdaki insanın her zaman seçim yapmasına alan açarak ricada bulunuyorum. Bir ihtiyacım için en az üç rica buluyorum. İhtiyaç bilinci ile yaşadığım zaman rica cebim bolluk ve zenginlikle dolu oluyor.

Söyleşimizin bu kısmında Şükrü benimle bir çalışma yaptı. Çalışma sırasında çevremden en sık duyduğum eleştiriyi söyledim. Hem kendi duygularımı hem karşımdakinin duygu ve ihtiyaçlarını keşfe çıkardı beni Şükrü. Usul usul, yavaş yavaş iş görmem ve konuşmamın karşı taraf için kabulunun olmaması/olamaması meğer beni ne çok üzüyormuş. Ben özenerek, usul usul eylerken karşı tarafın heyecanını, coşkusunu göremiyor, kendi kırılganlığımı da ifade edemiyormuşum. Çalışmanın sonunda gözlerim nemlenmedi desem yalan olur. Ayrıca stratejiye, yeni kontrata, yani ricaya çok doğal bir şekilde ulaşınca (şiddetsiz iletişim diline zürafa dili deniyormuş) doğal zürafa olduğumu öğrendim ve çok mutlu oldum. Benim için harika bir hediye oldu, çalışma ve çalışmanın sonunda gördüklerim. Teşekkür ederim Şükrü Bozkurt.

Gelecek hedeflerin ne ?

Kahraman Maraş’ta doğmuş büyümüş olan, ataerkil bir aile ferdi olarak ve bir erkek olarak yüklendiğim erkek rollerinin beni ne kadar zorladığını, kısıtladığını, sevdiğim insanla ilişkimde ne kadar zorlandığımı, kendimle bağımı ne kadar zayıflattığını gördüm. Erkek olarak hissetmemize izin verilen tek duygunun kızgınlık ve öfke olduğunu düşünüyorum. Erkek adam ağlamaz, ağlatır. Erkek adam gülmez, güldürür. Duyunca bir yandan komik gibi geliyor ama diğer yandan duygu ve ihtiyaçlarımızla bağımızın kopmasına neden oluyor. Aynı zamanda erkeğin duygusunun kızgınlık ve öfke olması da toplum tarafından yüceltiliyor da. Bu bakış açısının bizim hayatımızın zenginliğini elimizden aldığını düşünüyorum. Çünkü duygularımızla bağımız koptuğunda kendimizle bağımız kopuyor. O zaman başkalarının istediklerini yapıyor oluyorum o zaman bana söyleneni yapmış oluyorum. Kendimle daha ilişkide kalırsam hem kendimin hem yanındakilerin hayatlarına dokunarak yaşayabilirim. Daha tatmin edici doyumlu bir hayatı çevremdeki herkesle birlikte yaşayabilirim diye düşünüyorum. İçimde şöyle bir özlem ve hasret var Aytül; erkek çemberleri yapmak istiyorum ama sadece şiddetsiz iletişimle ilgilenen arkadaşlarım, kardeşlerimin değil ilgilenmeyenlerin de gelmesini çok isterim. Orada birbirimizi başka şekilde duyabiliriz. Ben de buradan erkeklere seslenmek isterim, şiddetsiz iletişim, farkındalıklı iletişim hayatlarımızı zenginleştirir diyorum ve yapacağım erkek çemberlerine onları önden davet ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi