Nurcan Kaya
İstanbul’da yaşayan bir Kürt, kadın, bekar…vs. olmak
Geçen hafta T24’te yayımlanan, Murat Uyurkulak’ın kaleme aldığı ‘Şişli’de bir apartıman’ başlıklı yazı bu ülkenin ‘ötekileri’ ile komşuluk ve toplumun iliklerine nüfuz eden ırkçılık konusunda malumumuz olan ama bir bakıma beraber yaşamaya alışmış olduğumuz gerçeklerle yüz yüze kalmamıza sebep olmuş; belki de bu nedenle sosyal medyada, en azından hak hukukla ilgilenen camia tarafından, epey bir paylaşılmıştı.
Yazıyı okuyunca İstanbul’da bir Kürt, kadın ve bekar biri olarak ev aradığım günler ve İstanbul’daki ilk yıllarım geldi aklıma. 2003 yılının şubat ayında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin İnsan Hakları Merkezi’nde çalışmak üzere İstanbul’a gelmiştim. İstanbul’da yakın tek akrabası ve Yenibosna’da yaşayan liseden bir arkadaşı dışında tanıdığı olmayan istisna bir insan olarak yaşayacak bir yer bulmak benim için epey zor olmuştu. İstanbul’da nerede, nasıl ev bulunur bilmediğim gibi bir ev kiralayıp eşya alacak param da yoktu. Bu yüzden bir süre birileriyle ev arkadaşı olmam gerekiyordu ama bu o kadar da kolay değildi. Bu konuda yaşadığım tatsız bir deneyimi Açık Toplum Vakfı’nın Kürt sorunu konusunda farkındalık yaratmak amacıyla hazırladığı ‘Anadolu Vicdanı’ isimli kitap için yazmıştım.
Yazı şöyleydi:
"26 yaşına gelirsin o hafta. Hayallerinle, heveslerinle... İlk işin için dilini en iyi konuştuğun ülkeye dönersin. Seni uğurlayan arkadaşlarının daha önce bir kaç kez gördüğün ve çok az bildiğin halde "evin" dedikleri şehre İstanbul’a gece yarısı varırsın. Şehri kar sarmaya başlar sabaha karşı. Kar şehrin bütün seslerini, bütün renklerini örter. Karın altında herkes birbirine benzer. Herkeslere benzersin sen de.
Sabah işe başlarsın. "Kalacak yerin var mı?" diye sorarlar. "Yok" dersin. Otel olmaz, üniversitenin yurdu olmaz, bu yaştan sonra olmaz. Ev gerekir sana, "evin" gerekir sana. Lakin İstanbul’da uygun ev bulunup kiralanacak, eşyalar alınacak, yavaş yavaş. O zamana kadar kalacak bir başka ev gereklidir. İnsanlar ve teknoloji koşar yardımına. Bir e-posta gönderilir asistanlara, yüksek lisans öğrencilerine. Seni tarif ederler. İstanbul’a, üniversiteye yeni gelen ...., geçici bir süre paylaşacağı ev arıyor derler.
Evinin bir odasını kiralamak isteyen birinden söz edilir ertesi gün. Nerede olduğunu bilmediğin, ama sana "buraya yakındır", "nezihtir", ‘uygundur’ denilen Nişantaşı’na elinde adres kâğıdıyla taksiyle gidersin. Yeni hayatının adresine gidersin aynı zamanda.
Giderken taksi şoförü kapıları kilitler. Evindeki ikinci gününde şaşırırsın buna, tedirgin olursun. Ne de olsa kadın olduğun, her an tetikte olman gerektiği öğretilmiştir sana. Şoför bey neden kapıları kilitlediniz diye sorarsın. "Siz buraları bilmezsiniz. Kürtler yerleşti buraya, ne pislik arasan burada, valla buralardan geçmeye korkuyoruz" diye yanıtlar seni. Nefesin düğümlenir. Doğru mu işittim diye tereddüt edersin. O iyi bildiğin dilin yabancı gelir bir anda. Kelimeler birleşmez. Yan yana, alt alta dizersin mana çıkmaz. Hiç sesin de çıkmaz adres bulunana kadar.
Kapısına varırsın evinin bir odasını kiralamak isteyen hanım teyzenin. Pek bir nazik, ilgili davranır sana. Evi gezdirir, anlatır bilmen gerekenleri. Ücreti söyler. Seni ikna etmeye çabalar. Sen, peki ben bu gece bir düşüneyim dersin. Ne de olsa tanımadığın insanlarla yaşamaya alışkın değilsin. Yarın sizi arayıp kararımı bildireceğim dersin. Kapıya varmışken elektrikler kesilir. Karın bir oyunu olsa gerek, ya da kaderin. Karanlıkta aşağı yürüyemeyeceğinden biraz daha oturursun. O arada nerelisin diye sorar hanım teyze. Cevap verirsin gülümseyerek. Oysa hanım teyze artık zorla gülümsüyordur. Mana veremezsin. Gece düşünüp taşınıp o evde kendi evini kuruncaya kadar kalmaya karar verirsin. Ertesi gün ararsın hanım teyzeyi. Sürpriz gelişmeleri bildirir sana. İzmir’den bir yeğeni İstanbul’a okumaya gelecektir, mevsimlerden kış, aylardan şubatken. Sokakta yürürken durakalırsın. Kar yağar hala. Ve karın altında üşür bütün insanlar. Nişantaşı’nda da, Diyarbakır’da da..."
Hikâyede anlattığım gibi Nişantaşı’ndaki teyze Diyarbakırlı olduğum için evini benimle paylaşmak istemedi. Üniversite imdadıma yetişti sağ olsun. Kasımpaşa’daki erkek öğrenci yurdunda belki bir personele lazım olur diye boş tuttukları bir odayı verdiler bana; ücret dâhi almadan. İki ay kadar, aralarında kız öğrencilerin olduğu, yurdun alt katında kalan birkaç Erasmus öğrencisini saymazsanız, 150 civarında erkek öğrenciyle aynı yurtta kaldım. Para biriktirdim, kendi evimi kurdum. Bu güzellikleri için Üniversite yönetimine, o zamanki patronum Prof. Turgut Tarhanlı’ya ve yurtta rahat etmem için elinden geleni yapan yurt personeline teşekkür etmiş olayım buradan tekrar.
Tabi kiralayacak ev ararken de yalnız yaşayacak olan bir kadınım ya da Diyarbakırlıyım diye türlü türlü ayrımcı muameleyle karşılaştım. (Belki biraz da bu yara nedeniyle Türkiye’de ev kiralanırken yapılan ayrımcılığı da yasaklayan bir ayrımcılık yasağı kanunu çıkması için kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım yıllarca. Bunu yasaklayan bir kanun var şimdi ülkede ama neye yarar. Kafalar aynı ve ülke kanun devleti bile değil artık.)
Bir süre uğraştıktan sonra Elmadağ’da bir ev kiraladım. Apartmandaki komşularımla özel bir sorun yaşamadım ama hep mesafeli olduk kendileriyle. Resmi günlerde onlar evlerine bayrak astılar, ben garipliğimi. Daha kötüsü sokakta, taksilerde ve gittiğim pek çok mekânda yaşanan bazı sohbetler bana mütemadiyen bu şehre ait olmadığımı hatırlatıyor, canımı yakıyordu. Bir örnek vermek gerekirse: Bizim üst sokaktaki kuaföre gidiyordum ara sıra. Aynı sokakta yaşayan bir karı koca işletiyordu kuaför salonunu. Yolun aşağısındaki üniversitede çalışan biri olmam dışında hakkımda bir şey bilmiyorlardı. Bir gün adam saçlarıma fön çekerken sokakta yaşanan bazı sorunların sebebinin doğulular olduğunu söyledi ve hakkımızda bir sürü olumsuz sıfat sıraladı. "ben de doğuluyum ama öyle biri değilim, ne olacak şimdi?" deyip adamı bozmaya kalktığımda "ya benim de doğulu arkadaşlarım, komşularım var. kötü bir şey demek istemedim. dağlılar, cahiller demek istedim sadece" diye cevap verdi. Saçlarımı fırçadan kurtardım, tamamlanmamış fönün parasını verdim, o kuaföre bir daha da atım atmadım.
Buna benzer sayısız deneyim yaşadım bu şehirde. Çoğu da insanların Kürt olduğumu bilmemeleri nedeniyle serbestçe ırkçılık yapmalarına, bizi sıklıkla terörist, kimi zaman da cahil, kaba, hırsız, uyuşturucu taciri gibi sıfatlarla tanımlamalarına dair deneyimlerdi. Seminer vermeye gittiğim yerler, katıldığım kurslarda da insanlar üniversitede çalışan ‘iyi eğitimli, saygın’ biri olduğumu düşünüyor ve Kürt olduğumu bilmedikleri sürece bana nazik ve sıcak davranıyorlardı ama memleketimi sorduklarında verdiğim cevap üzerine gözlerinde gördüğüm çıta bir anda en aşağıya iniyordu. Bazıları da hiç doğuluya benzemediğimi söyleyip sözde ‘iltifat’ ederek bana ve diğer Kürtlere epey bir hakaret etmiş oluyordu. Nereli ve dolayısıyla Kürt olduğumu öğrenen bazıları da hemen ‘terör’ü kınamamı ve ‘kabul edilebilir bir Kürt’ olduğumu ispatlamamı bekliyordu. Bu deneyimler nedeniyle, zaten çekingen biriyken, geçen yıllar içinde daha da sessiz, a-sosyal bir insana dönüştüm ben. Komşularla, esnafla, gittiğim dil kurslarında, dans derslerinde, spor salonunda, taksilerde, otobüste, uçakta…vs.; insanların ayak üstü sohbetler yapabildiği her yerde elimden geldiğince kimseyle sohbet etmemeye çalıştım, çalışıyorum hâlâ. Kaçınılmaz bir sonu yaşayıp sinir harbi geçirmektense kimseyle konuşmamayı tercih ediyorum.
Benzer kaygılarla Beyoğlu’ndan uzak bir semtte yaşamaya da cesaret edemedim. "Acaba buraya yerleşsem mi" düşüncesiyle, Sarıyer’de yaşayan bir arkadaşımın mihmandarlığında semti tesadüf bir 23 Nisan günü gezerken gördüğüm bayrak asan daire sayısı beni dehşete düşürmüş, orada yaşayamayacağıma kanaat getirmiştim.
Öteki olarak ev aramak, komşu olmakta yaşanan sorunlar bu ülkeye özgü değil elbette. Gittiğin ülkede de Türkiyeli (muhtemelen Müslüman) olarak öteki oluyorsun ve benzer insanların yaşadıklarına tanıklık ediyorsun. Geçen yıl İtalya’da evindeki bir odayı kiralayıp iki ay beraber yaşadığım ev sahibem sağ olsun beni çok sevdi. Lakin sağcı ve biraz da milliyetçi olan arkadaşım Bolzano’da yaşayan, benim dışımda kalan hiçbir ‘yabancı’yı sevmiyordu. Sokakta yürürken karşılaştığımız göçmenleri, mültecileri gördüğünde "Ah Bolzano’yu artık tanıyamıyorum" diye dert yanıyor, kendilerinin ödediği vergiler sayesinde bu insanların çalışmadan, rahatlık içinde yaşadığını iddia ediyordu. ‘Yabancı’ olan beni evine nasıl kabul ettiğini ona sorduğumda "ben insan sarrafıyım, oda konusunda yazışırken anladım senin iyi bir insan olduğunu" demişti. Yarım yamalak İtalyancam ile farkında olmadan ‘iyi insan’ portresi çizerek eve kabul edilmiştim belli ki.
Şimdi de Almanya’da birkaç ay kalacak bir oda arıyorum. İnternet ilanları için ev sahipleri ile temas kurarken yazışmanın bir aşamasında ‘acı gerçek’ ortaya çıkmasın diye Türkiyeli 40 yaşında bir kadın olduğumu en baştan söylüyorum. Dün internet ilanlarına bakarken beğendiğim bir odayı kiralamak için daire sahibi ile temas kurdum. Ne tesadüf ki tam da dün bir rahatsızlığı olduğunu ve tedavi görmesi gerektiğini öğrenmiş, dolayısıyla odasını o dönemde kiraya veremeyecekmiş. Geçmiş olsun dileklerimi ilettim tabi hemen hanımefendiye ama işte insan yaralanmışsa bir kere, üstüne alınmamaya, "yok canım, benimle bir ilgisi" yoktur demeye epey bir gayret etmesi gerekiyor.
İletişime geçtiğim bir başka Alman hanımefendi ise yaptığım iş nedeniyle bana yakınlık gösterdi, mülteci dostu olduğunun altını çizdi, uzak olduğu için odasını kiralayamayacak olmama rağmen ev aramak konusunda bana yardım teklifinde bulundu.
İşte böyle, her yerde iyilerle kötüler bir arada yaşıyor. Bize de iyi olanları bulup onlara tutunmaktan başka çare kalmıyor. İyilikle kalın siz de…