Ragıp Duran
Kendi yurttaşını bodrumlarda katledersen futbolun da medyan da nanay!
Merhaba,
Ben bundan 17 yıl önce, yani 2000 yılında Amsterdam’da 6-7 ay geçirmiştim. O zamanlar tanıdığım bazı arkadaşları bugün burada yeniden görmek sevindirici…
Aslında benden önce konuşan arkadaşlar (Celal Başlangıç, Nevin Özütok, Frederike Geerdink ve Fehim Işık) Türkiye’de İnsan Hakları ve Basın Özgürlüğünün dramatik konumunu gayet iyi anlattılar.
Evet, halen Türk basın tarihinin en karanlık dönemini yaşıyoruz. Buna kuşku yok. Rakamlar ortada. Cezaevleri, mahkemeler, kapatılan/yasaklanan medya organları ile işsiz gazeteci istatistiklerine baktığımız zaman durumun ne kadar kötü olduğunu görüyoruz.
İzin verirseniz ben bu olumsuz durumun nedenlerine, tarihi, siyasi, kültürel, ideolojik gerekçelerine değinmek istiyorum.
Ama önce, ilk başta birbirinden ilgisizmiş gibi görünen iki olgudan söz edeceğim:
Bundan birkaç ay önce, Türk milli futbol takımı üst üste mağlubiyetler aldı ve Avrupa Şampiyonasına katılma hakkını kaybetti. Yenilgiden sonra, futbol yorumcuları, köşe yazarları bir dizi gerekçe üzerinde durdu: Antrenör Lucescu ilk 11’i doğru seçememiş; ofansla defans arasında denge kurulamamış; yabancı oyuncu sınırı kalktığı için yerli ve milli futbolcu kalitesi düşmüş; Fatih Terim’in takımın başından kötü bir şekilde ayrılması futbolcuları etkilemiş; mevcut kadro kaliteli değilmiş… vs … Bir dizi teknik tahlil. Bense sosyal medyada kısa bir değerlendirme yazdım. Dedim ki ‘’Kendi vatandaşını bodrumlarda katleden bir ülkenin futbol takımı başarılı olamaz!’’. Hemen tepkiler geldi tabi: ‘’Ne alakası var Cizre’deki olayla maçın!’’, "Sen teröristleri mi destekliyorsun?!’’, ‘’Biri güvenlik operasyonu biri futbol maçı… İki apayrı olay!’’. Halbuki çok yakın ilişki var bu iki olay arasında. Mesela Kürt yurttaşlar, böyle bir travmadan sonra, zaten zayıf olan devlete ve resmi ya da milli olan her şeye daha soğuk, daha mesafeli bakıyor. Devletin kendi sivil, silahsız ve masum vatandaşını katletmesi sadece Kürtleri değil, geniş bir kesimi de futbol olsun, siyaset olsun, merkezi ve resmi olan her şeye karşı tutum almaya sevketti.
Bakın, aslında medya, tek başına ele alınabilecek bir mecra, bir mekanizma, bir sistem, bir olgu değil. Medya büyük ölçüde, siyaset, ideoloji, kültür, ekonomi ve tarihle yakından ilişkili. Bağımsız ve özgür olması gereken bir medya, ancak ve ancak demokratik ve özgür bir siyasi iklimde, serbest bir kültür ortamında yeşerebilir.
Şimdi size sadece üç tarihi olaydan sözedeceğim. Aslında siyasi ve toplumsal tarihle ilgi vakalar bunlar. Bu üç olay da Türk toplumu ve medyası üzerinde ağır ve kalıcı etki yapmış durumda.
- Türkler, biliyorsunuz, ordu olarak ve devletleşme potansiyeline sahip boylar olarak ilk kez 1071’den itibaren Anadolu’ya girmeye başladılar ve yavaş yavaş yerleşmeye koyuldular. Aradan neredeyse 1050 yıl geçti, gel gör ki biz hala Geçiş Dönemi yaşıyoruz. Çünkü Türkler bir türlü rahat huzur içinde yerleşemedi bu topraklara. Diken üzerinde oturuyorlar. Her an birileri gelip malını mülkünü alıp, onu kovacakmış endişesiyle yaşıyorlar. Neden ? Çünkü Anadolu, aslında, tarihi olarak, köken olarak, Rumların, Ermenilerin ve Kürtlerin anavatanı. Bu üç ırka mensup halklar, binlerce yıllardır zaten burada yaşıyorlardı. Ama özellikle Cumhuriyet’le birlikte inşası başlayan ulus-devlet sisteminde, yani Tek Millet, Tek Dil, Tek Devlet anlayışı ile, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer bütün azınlıklar yok sayıldı, varlıkları, dilleri, kültürleri, kimlikleri inkar edildi. Baskı gördüler, mağdur edildiler. İşte bu durum, Türk sakinlerin sürekli olarak ‘’Almanya’dan abim geldi, evi boşaltın o oturacak’’ mesajına muhatap olma korkusuna neden oluyor. Yani Ermeniler geri gelip malını mülkü geri talep edebilir, Rumlar da keza eski evlerini, tarlalarını ister diye bir kaygı var. İlaveten Kürtler bizden ayrılıp bizim topraklarımız üzerinde devlet kurmaya kalkışıyorlar telaşı içindeler. Bu nedenlerle rahat ve huzur içinde değil, hem devlet hem de ahalinin büyük bir kısmı.
Ben uzun yıllar Fransız Haber Ajansı AFP ve Liberation muhabiri idim. Üniversiteyi de Fransa’da okumuştum. Biraz bilirim Fransa’yı… Yazık acıyorum Fransızlara: Çünkü onların ne 1071’i var, ne de 1453’ü! Dikkat edin bizde ise bu iki tarih, sadece geçmişe ait değil. AKP’nin planlarında mesela 2053 ya da 2071 hedefleri boy gösteriyor hep. Mevcut iktidar geleceği de geçmişte yaşamaya pek meraklı.
- İkinci olgu, bizim meslekle, gazetecilikle ilgili: Türkiye’de basın, gerçek anlamıyla hiçbir zaman bağımsız ve özgür olamadı. Hep devletin, iktidarın yayın organı gibi habercilik yapmaya çalıştı.
Bizde ilk gazete, 1831 yılında Padişah 2. Mahmud zamanında çıkmıştı. O ilk gazete Saray tarafından çıkarılmıştı. Zaten 2. Mahmud bu gazetenin amacını açıklarken de, mealen şöyle diyordu:’’Kullarımın, Saray’ın bilgi ve görüşlerini öğrenebilmeleri amacıyla çıkarılan bu gazete…’’. Bu ilk gazetenin patronu Padişah idi. Padişah aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni, Yazı İşleri Müdürü ve Haber Müdürü idi. Bu ilk gazetenin çalışanları da Saray’ın memurlarıydı. Muhabiri, muharriri, dağıtıcısı… Hepsi Saray’ın maaşlı çalışanları idi. Aradan neredeyse iki asır geçti. Durum esas olarak pek değişmedi. Bugünkü medya da esas olarak çağdaş Saray tarafından yönetiliyor. Arada belki iki fark var: 2. Mahmud zamanında Saray, Istanbul’da idi, bugün Ankara’da. O ilk gazetenin tek adamının adı 2. Mahmud idi, bugünkü patronun adı ise ‘’Birinci Erdoğan’’. (Salonda gülüşmeler). Gülmeyin, ben şimdi Birinci Erdoğan dedim ama, tarih onu Sonuncu Erdoğan olarak kaydedecek. İlk gazeteciler o zamanki Saray’ın sözcüleri idi, bugün de gazeteciler bugünkü Saray’ın emrinde.
- Üçüncü tarihi olgu ise şu: Türk devleti ve yurttaşlarının büyük bir kısmı henüz ve hala kendi tarihi ile barışık değil. Kendi mazisine eleştirel/akılcı bir şekilde bakamıyor. Kendi tarihi ile yüzleşemiyor. 1915’deki Ermeni Soykırımı, 6-7 Eylül 1955’deki Rum Pogromu ve 1925’den bu yana Kürtlere karşı sürdürülen kanlı tedip ve tenkil hareketleri bir açıdan bugün hala sürüyor. Sürüyor, işte Cizre, Şırnak, Sur’u yaktılar, yıktılar. Ermeniler hala hedefte. Rumlardan kurtulmanın yollarını arıyorlar.
Şimdi bu üç vahim tarihsel olgu, Türkler üzerinde çok etkili. Ağır depresyona neden oluyor.
Halk, millet, toplum, yurttaşlar… Nasıl adlandırılıyorsak adlandıralım, o kesimde de sorun var. Yani ne yazık ki, bizim meselemiz, sadece Erdoğan ya da sadece AKP değil. Erdoğan’ı yaratan besleyen bir zemin var. Onu yüzde 50’lerde destekleyen bir seçmen kitlesi var. Hoş, bu aralar bu destek, %38-41 bandına gerilemiş, son kamuoyu anketlerine göre.
Evet şimdi bu aralar, bu Tek Adam Diktatörlüğüne karşı nasıl, nerede, kimlerle, hangi araçlarla mücadele edeceğiz, meselesi tartışılıyor. Muhalefet Cephesi emek temelli mi yoksa etnik temelli mi olacak sorusu var. Barış ve Demokrasi temelli olacak. Bu konuda sorun yok.
Ama büyük soru işaretinin kesin ve hazır bir yanıtı yok. Yine de diktatörlüklere karşı mücadele yöntemleri konusunda, gerek farklı mekanlarda gerek farklı zamanlarda edindiğimiz bir takım tecrübeler, öğrendiğimiz dersler var. 20. yüzyılda Portekiz, İspanya ve Yunanistan faşist diktatörlükleri devirdi. Daha yakın zamanda Wall Street’i İşgal, Arap Baharı, Gezi -ki Gezi çok hayatidir- Öfkeliler… gibi modern, genç kitle hareketleri var. Belli ki biz de, eski klasik, 20. yüzyıldan kalma yöntemlerle bu diktatörlükle başa çıkamayacağız. Yeni ittifaklar, yeni mücadele yöntemleri alanda/sahada oluşuyor. Bakın mesela 7 Haziran seçimlerinde, Adalet Yürüyüşünde yeni olanaklar ortaya çıktı. Sonuç olarak Türkiye’de de Barış ve Demokrasiden yana olanlar, bir araya gelip, yeni, özgün yöntemlerle önünde sonunda herhalde bu baskı rejimine son verecek.
Bir nokta bence tayin edici: Mutlaka Kürt siyasi hareketi ile birleşmesi lazım Barış ve Demokrasi güçlerinin. Kürtlerle birleşemeyen, ittifak kuramayan bir gücün Türkiye’nin geleceğinde hiçbir payı/rolü/etkisi olamaz bence.
Büyük bir ihtimalle bu güçler, 2019’da yapılması tasarlanan Başkanlık seçimlerinden önce bir sonuç almak zorunda bence. Aksi takdirde Tek Adam diktatörlüğü kurumsallaşarak yerleşebilir. Bu olumsuz durumda galiba üç tehlikeli ihtimal var: İç Savaş, Dış Saldırı ya da 1980’lerde İran ya da bugünkü Kuzey Kore gibi -ki işaretleri belirmeye başladı-, Türkiye uluslar arası arenada, ‘’Haydut Devlet’’ olarak anılıp, ona göre muamele görecek. Bu üç ihtimali de def etmek isteyenlerin umutla, sabırla, dayanışmayla mücadeleye devam etmesinden başka çare yok.
Dinlediğiniz için teşekkürler…
*Bu metin 10 Aralık 2017 Pazar günü Amsterdam’da anarşist sendikacı Chris Lebeau’nun adını taşıyan kültür merkezinde düzenlenen ‘’Türkiye’de İnsan Hakları ve Basın Özgürlüğü’’ konulu Artı Buluşmaları toplantısında yapılan konuşmanın bilahare düzenlenerek yazıya dökülmüş halidir.