Hüseyin Çakır
Kürtler ve dış Kürtler etrafında dönen ‘dünya’
Dünün hakikatlerine bakmadan bugün olup biteni sonuç üstünden anlamaya çabalamak kavram karmaşasına yol açıyor. Dünün doğrularının bugün neden yanlış sayıldığı akıldan uçup gidiyor, üstüne düşünmek akla gelmiyor. Sanki bomboş hafıza ajitasyonlu slogan söylemleriyle doluyor. Bu sloganlar bilgi ve düşünceymiş gibi zincirden boşalmışçasına sokağa salınıyor. Akıl sanılan şey akıl sağlıksızlığı olarak aramızda deli danalar gibi dolanıyor. Kime toslayacağı belli olmuyor.
Uzak veya yakın tarih bilgisinden bihaber olmak, masalı tarih sanmak oluyor. Maşallah masallardan tarih üretme konusunda üstümüze yok.
Bir dönem Kürtler, Ermeniler, Rumlar üstüne, özellikle hainlikleri üstüne öyle masallar anlatıldı ki, organik "bilimciler" bu masallardan tarih, sosyoloji ürettiler. Kürt diye bir şey yok "kar üstünde kart-kurt yürüyen" gibi sosyolojik, antropolojik sonuçlar çıkartanlar oldu, devlet de bunları bilimsel kabul etti ve devlet politikası haline getirdi. Komünistler ve komünizm için de benzer "bilim ve sosyolojik analiz" üretimleri olmuştu. Son günlerde bunun da devreye sokulmasının hangi "akla" seslendiğini anlamak için, Komünizmle Mücadele Derneklerine, Türk Ocağına ve 50-60 yıl öncesinin antikomünist literatürüne bakmak yeterli olacaktır. Afrin operasyonu, terör ve Marksist-Leninist, Komünizm-komünistler ve de Turan kavramları bir arada kullanılınca akıl sağlığını korumak için bazı hatırlatmalar yapmak, olup bitenin ötesine göz atmak gerekiyor.
Devletin değişen Kürt politika stratejisi
Cumhuriyetin resmi literatüründe önce Kürt, Kürdistan diye bir kimlik yoktu. Devlet, sosyal, siyasal, kültürel bütün stratejisini "Kürt yok" üstüne kurmuştu. Devlete göre içte Kürt yoksa! Dışta da Kürt yoktu. Bu anlamda misakı milli sınırları içinde "et ve tırnak gibi, kardeş, kardeş yaşanıyor"du. Ana akım merkez sağ ve merkez sol partiler de devletin çizdiği Kürt politikası sınırlarını kayıt şartsız kabul ediyorlardı.
Gerçek hayatta ve tarihsel hakikatte Kürtlerin var olduğunu, "yok" diyenler de biliyordu. Sonuçta "devlet ne diyorsa" o doğru kabul ediliyordu, hala böyle olmaya devam ediyor.
Gün geldi devran döndü, devletin resmi politikası değişti. Kürtlerin içte ve dıştaki varlığı resmen kabul edildi. Hal böyle olunca, içte devletin sosyal, siyasal, kültürel stratejisinin de değişmesi gerekiyordu, çok önemli değişiklikler yapıldı. Daha da ileri gidildi, siyasal çözüm adımları atılmaya başlandı.
Dış politikada önce "Kuzey Iraklılar, sözde aşiret devleti tanımlaması, sonra Kuzey Irak Kürt Federe Devleti, Kürdistan, tarihten gelen Kürt kardeşlerimiz, memleketimizin Kürtlerinin akrabası Kürtler…" noktasına gelindi. Hatta Irak merkezi yönetiminden, Iraklı Kürtlerini korumaya kadar bile ilerlendi.
Bu iklim, Türkiye sınırları içinde silahlı mücadele veren, devletin terörist olarak tanımladığı PKK ile barış sürecinin başlamasını getirdi.
Barış sürecinde tarihe kaydedilmiş çok önemli adımlar atıldı. Devlet ve iktidar Kürt kimliğini kabul etti. Bu temelde sosyal, kültürel adımlar atıldı ve bu politika değişikliği Barış Süreciyle siyasal muhatap ve siyasal tanınmaya doğru gidiyordu: Öcalan’la görüşmeler, Kandil'le Kürt ( S.S. Önder hariç) milletvekili aracığıyla görüşmeler, yazışmalar, Kürt sorununa Kürtlerin siyasal temsilcisi kabul edilenlerle çözüm arayışıydı. Masanın devrilmesi olarak tanımlanan politika değişikliği devletin "çok kimlikliliği" kabul etmesini değiştirmedi. Ancak bu kimliklerin hak ve özgürlüklerine, "tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan" çerçevesinde güvenlikçi politikalarla sınırlar çizildi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Kürt sorunu bir iç tehdit ama dış destekli bir iç tehdit olarak tarif ediliyordu. Barış süreci devlette zihinsel dönüşüme yol açtı denilebilir. Veya Kürt kimliğinin kabul edilmesi devlet ideolojisinde değişim başlangıcı sayılabilir. AB sürecinde ilerleme ve bazı reformlar bu süreçte yapıldı. Bu sürecin devletin genetik kodlarında değişimi getirmesi kaçınılmazdı.
Kürt kimliğinin kabul edilmesinden sonra, PKK ile görüşerek silah bırakılması, sonraki süreçte neler yapılacağı, toplumun psikolojik olarak hazırlanması için Beşir Atalay koordinasyonunda 63 kişiden oluşan Akil İnsanlar Komisyonu oluşumu gibi adımlar atıldı. Hazırlanan raporlar devlet arşivinde.
Bu süreçte HDP’li vekiller Öcalan’la görüştüler, Kandil'e gittiler geldiler, bütün bunlar devletin ve iktidarın bilgisi dâhilinde yapıldı, belgeleri kayıt altına alındı. Bu deneyim birikimi bir gün normalleşme süreci başladığında nelerin yapılması, nelerin yapılmaması için çok kıymetli olacaktır.
Olmadı yeni baştan
Süreç ilerliyordu ancak "Masa Devirme" hikâyesiyle süreç bitti. O mu devirdi, bu mu devirdi geyik hikâyesinin ötesinde a) Devlet ve iktidar politika değişikliğine gitti. b) PKK’nın Kandil'deki karar vericileri, barış ve demokratik yollarla yeni evreye geçiş stratejinden vaz geçti, Öcalan’ın tarihsel olarak bitti dediği savaş yöntemine geri döndüler.
Devletin ve PKK’nın Barış Sürecinden vazgeçerek değiştirdiği politikayla birlikte içte ve dışta Kürt siyasal temsilcilerine bakış ve ilişki politikası da değişti. Devletin resmi Kürt söylemi dışındaki her söz PKK’ya, teröre destek ilan edildi ve "terör örgütü üyesi olmamakla beraber teröre destek" veren gibi hukuki bir kavram yasalaştırıldı. Böylece HDP’li vekiller, belediye başkanları teröre destekle suçlandılar, Kobani olaylarıyla birlikte "dış tehdit’in "iç destekçisi" olarak HDP’liler hakkında yüzlerce dava açıldı ve tutuklandılar.
Bu politika değişikliğinin anlamı, Kürtlerin siyasal temsilcisi olarak kimsenin kabul edilmeyeceği ve Meclisin 3. Partisi olan ve 6 milyon oy alan HDP’yi de bu bağlamın içine alarak, terör destekçisi ilan edilmesi oldu. Devletin "terörle mücadele" konsepti ülke sınırları içinden ülke dışını kapsayacak biçimde yeniden dizayn edildi. İç ve dış güvenlikçi politika stratejisi, siyasal alanı yerli ve milli ideoloji ve politika sınırına hapsederek daralttı. Bu daraltılmış siyasal alan Cumhurbaşkanlığı Sistemi adıyla sürekli güvenlikçi ve olağanüstü hal olarak kalıcılaştırılmak isteniyor. Bir anlamda tek parti dönemini anımsatan siyasal ortam yaşanıyor gibi.
Suriye iç savaşı her şeyi ters yüz etti
Devletin bu strateji değişikliği noktasına gelmesinde, Suriye’deki iç savaş belirleyici oldu. Kuzey Suriye’de PKK’nın askeri, politik uzantısı olan Kürtlerin temsilcisi kabul edilen PYD ve Salih Müslim’le yapılan görüşmelerde Kürtlerin Esad’a karşı Türkiye’nin yanında yer almasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Bu ilişki sürecinde Salih Müslim’in PKK ile ilişkileri biliniyordu. Devlet, bölgedeki Kürtlerin yaşadıkları devletlerle olan sorunlarının çözümünde, birilerinin tanımıyla "oyun kurucu, oyun yapıcı" olmayı planlıyordu.
İran, Rusya ve ABD’nin bölgedeki amaçlarının ne olduğu bilinmeden veya bu devletlere rağmen bu yapılabilir miydi? En önemlisi de PKK ile savaş halinde iken ve Suriye’de PKK’nın ABD-Rusya ile işbirliği dikkate alınmadan nasıl oyun kurucu olunacaktı? Türkiye PYD ile ilişkileri kesti ve PKK’nın uzantısı terör örgütü olarak ilan etti, sonrada PYD-YPG, PKK’nın taa kendisi dedi. Politik ve askeri olarak PYD-YPG’yi destekleyen ABD’ye cepheden karşı çıkan Türkiye, Rusya ve İran’la birlikte yeni oyun kuruculuğuna girişti.
Türkiye, içeride Kürtlere karşı izlediği politika ve stratejiyi bire bir Suriye’nin Kuzeyinde PYD-YPG’ye karşı izliyor. Suriye Kürtleri ayrı, onların siyasi temsilcisi olduğunu iddia eden PYD-YPG ayrı; bunlar PKK’nın uzantısı terör örgütü, ABD sınırımızda bir terör devleti kuruyor… Bu ulusal güvenliğimiz için tehdittir… Her gün bu ve benzeri resmi, siyasi açıklamaları dinliyoruz. Bu açıklamaların zihin arkasındaki ideolojik değişikliğin geldiği nokta, devletin en tepesinden Turan sözleriyle dile gelirken; iktidarın yetkili ağızlarından soğuk savaş dilinde antikomünizm, küfür babında Marksizm-Leninizm suçlamaları kullanıma sokulmaya kadar vardı. Bu durum yüzde 50 artı bir tehlikesinin çaresizliği sonucu heybedeki eski taşların atılması olarak da okunabilir.
Herkesin bir hesabı var Kürtler bahane
Suriye iç savaşı Kürt sorununu bölgesel ve dünya sorunu olarak Türkiye’nin önüne getirdi.
Barış Sürecinin bitmesiyle birlikte Kürt sorunu Türkiye açısından dış saldırı ama iç destekli bir dış tehdit olarak tarif edilmeye başlandı.
Dış saldırı: Birincisi, başta PYD-YPG’ye diplomatik, siyasi ve askeri destek veren ABD ve Batı dünyası, ikincisi, Suriye’nin geleceğinde Kuzeyde oluşacak federe veya bağımsız Kürt devleti. Türkiye bunu kırmızı çizgi, dış tehdit olarak tanımladı. Çünkü böyle bir yapılanma kısa veya orta vadede Irak Kürdistanı ile birlikte ABD’nin bölgeye yerleşmesi olarak algılandı. Bu algı İran, Rusya ve Türkiye’yi stratejik ortak haline getirdi.
ABD destekli bölgede oluşacak federe veya bağımsız Kürt yapılanması;
1) Türkiye’de Kürt sorununun başka bir boyuta taşınma ihtimali çok yüksek. Türkiye Kürtlerinin bölünme talebi gündeme gelebilir. Suriye’de siyasal, askeri ve yönetme gücüne ulaşan PYD-YPG, PKK’nın uluslararası alanda strateji değiştirmesini gündeme getirebilir.
Bunun iç siyasette yansıması MHP-AKP koalisyonu oldu. Afrin harekâtı ile CHP iktidarın ve devletin politik stratejisinin yanında yer aldı. Kendilerini solcu olarak tanımlayan açık ve örtük ulusalcı, militarist, Kürtlere abi gibi bakan beyaz Türk solcuları, anti-emperyalizm ve ABD’ye karşı hareket yapılıyor diyerek, iktidar ve devletin yanında yer aldılar.
Afrin operasyonu ve daha sonra olabilecek operasyonlar, devletin iç ve dış Kürt politika değişikliği pratiği ve Başkanlık Sistemine gidişle devletin otoriter yeniden yapılanması için çok kullanışlı araç.
2) İran’ın Türkiye, Rusya ittifakı içinde yer alması a) ABD’nin burnunun dibine gelmesini engellemek, b) İran Kürdistanı’nda ABD’nin rol oynamasının önüne geçmek.
3) Rusya için bu süreç, onun uluslararası güç olduğunun göstergesi oldu. Öte yandan Suriye’de askeri, siyasi pozisyonunu 49 yıllık anlaşma ile garanti altına aldı. En önemlisi bölgenin oyun kurucusu ve yöneticisi oldu. Bu durum orta ve uzun vadede şöyle okunabilir. ABD’nin Kürt politikasını ve etkisini Türkiye- ABD gerginliği üzerinden zayıflatarak ortaya çıkacak boşluğu doldurmayı hedeflemesi.
Yerel ve Merkezi seçim yaparak kurulmuş olan Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu ile ilişkileri çok yönlü geliştirerek, Esat yönetimi veya kurulacak başka bir Suriye yönetimi, Federal Suriye içinde yer almalarını garanti ederse (ki, bana göre Rusya’nın orta vadedeki amacı bu) bu durumda Türkiye’nin bugünkü Soçi’de devam eden dış Kürt politikası boşluğa düşmüş olacaktır. Türkiye devleti bugünkü stratejik ortağı Rusya’nın, ABD’nin yerini alarak Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nun ana destekleyicisi olmasını tercih edebilir mi?
Seçim sathi mahalline girilen ve sistem değişikliği gibi önemli bir viraja doğru yol alınırken, dış Kürtlerle ilişki çok belirleyici olacak. Bu aynı zamanda Türkiye’de HDP’ye yaklaşımı, ya değiştirecek ya sertleştirecek. Suriye’de Kürtlerin siyasal temsilcileri muhatap alındığında Türkiye’de alınacaktır. İktidar ve devletin böyle bir strateji değişiminde iç süreçlerin belirleyici olma ihtimali yok gibi. İçinden geçilen sert süreçte "barışa evet, savaşa hayır" demenin suç sayıldığı ortamda barışçı ve demokratik güçlerin sürece müdahale etme olanakları neredeyse yok gibi ama imkânsız değil. İç siyaset ve ortam böyle olunca dış koşullarda ve ilişkilerde ortaya çıkan yeni durum, politika değişimine kapı aralayabilir. Rusya’nın alacağı tutum, izleyeceği politika, Türkiye- ABD ve Batı ilişkilerinde yumuşamayı başlatabilir. Rusya açısından bulunduğu pozisyon oynadığı bütün roller "kazan kazan" sonucunu getiriyor.
Türkiye 2019’dan önce dış ve iç Kürt meselesi, AB süreci ve demokratikleşme değişikliğine gider mi? İki ihtimal de olanak dâhilinde görünüyor. Dünyada ve bölgedeki durum ve devletin içindeki dengeler bu ihtimalden hangisinin olup olamayacağını belirleyecek. Gerçek olan şu: Bu durum çok uzun süre sürdürülebilir değil.
Çatışma çözümleri için üçüncü taraf müdahil olabilir
"Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu andır." Çatışmalı süreçlerde, bölgesel, sınır savaşları ve iç savaşlar sür git devem edemiyor. En yakın örnek Kolombiya’daki çatışma sürecinin 40 yıl sonra barışla bitişi.
Çatışma çözümü uzmanı, danışman ve çoğu yerde üçüncü taraf olmuş J. Powell 2 Nisan 2015’de KÜYEREL konferans konuşmacısıydı. Çatışma çözümleriyle ilgi şunları söylemişti. "Her iki tarafın da askeri yolla çözüme ulaşamayacağını idrak etmiş olması gerekiyor. Eğer taraflardan biri askeri yolla kazanacağını düşünüyorsa, çatışma devam eder. İkinci önemli konu güçlü siyasi liderliktir. Güçlü bir süreç olmadığı durumda başarısızlık ortaya çıkacaktır. Siyasi zorluklara rağmen sürecin devam ettirilmesi lazım. Seçimler, barış süreçleri için zorlu dönemlerdir.
Kuzey İrlanda barış süreci, John Major’ın son dönemlerinde, seçim arifesinde çöktü, seçim sonrası Tony Blair başbakan olduktan sonra tekrar başlatabildik.
Barış sürecinin devamı üçayaklı, tıpkı üç bacaklı tabure gibi düşünün. Bu üçayağın da sağlam olması lazım yoksa tabure çöker. Bir de üçüncü bir tarafa ihtiyaç var. Hükümetler üçüncü taraflardan hiç hoşlanmaz, çünkü "Kimse bizim işimize karışmasın" derler. İlle güçlü bir üçüncü taraf olması gerekmiyor, çok değişik şekilde üçüncü taraf müdahil olabilir; bir sivil toplum kuruluşu olabilir, yabancı bir hükümet olabilir ama bu sürecin kolay kısmı. Üçüncü tarafın müdahil olmaması halinde de böyle barış süreci yürütmek mümkün, mesela Güney Afrika’da iki taraf masaya oturup süreci nihayete erdirdiler. Son otuz yıla bakacak olursak, başarılı örneklerde muhakkak surette bir üçüncü tarafsız tarafın da dâhil olduğunu görürüz. Sivil toplumun sürece mutlaka dâhil edilmesi lazım."
Şimdi hem en karanlığa ve hem de en aydınlığa hazırlıklı olmak lazım. HDP, en zor koşullarda meşruiyet zemininde, soğukkanlılığını yitirmeden, her türlü provokasyona rağmen demokratikleşme, normalleşme ve çözüm politikaları üretmeye, demokratikleşme adına stratejik muhalefet zemininde durmaya devam ediyor. Milliyetçiliğin çok yükseldiği, savaşın kutsal ve kutsandığı koşullarda Spartakisler gibi "savaşa hayır" demek tarihsel muhaliflik olarak çok anlamlıdır.