Nurcan Kaya
Macaristan'dan Türkiye'ye benzer haller...
Geçen hafta Macaristan’da gerçekleşen seçimlerin galibi ülkenin mevcut başbakanı Viktor Orban ile milliyetçi, sağcı partisi Fidesz oldu. Orban oyların yarısından biraz azını almasına rağmen seçim sistemindeki adaletsizlik nedeniyle parlamentodaki koltukların üçte ikisini alarak arka arkaya üçüncü defa başbakanlık koltuğuna oturdu. Geçen cumartesi akşamı başkent Budapeşte’de on binlerce insanın katıldığı bir protesto mitingi düzenlendi. ‘Demokratik’ bir seçimin sonucundan duyulan memnuniyetsizlik nedeniyle toplanmamıştı elbette bu kadar büyük bir kitle. Seçim günü 150 bin oyun ortadan kaybolması, seçimle ilgili bilgisayar sisteminin tamamen çökmesi, dolayısıyla oyların sayımı konusunda ‘şaibeler’ yaşanması da insanların sokağa çıkmasının tek nedeni değildi. BBC ilgili haberinde, göstericilerin taleplerini oyların yeniden sayımı, seçim kanununun değiştirilmesi, yandaş olmayan medya isteği ve muhalefet partilerinin daha iyi örgütlenmeleri olarak özetlemişti.
Orban karşıtı olan kesimlerin kaygılarını oldukça iyi özetliyor gibi görünüyor bu derleme. Seçim sonucuna neden tepki gösterildiğini anlamak için Macaristan konusunda engin bilgilere sahip olmak gerekmiyor zira yıllardır ayyuka çıkmış sorunlar ve bizim memleketteki meselelere oldukça benzer gelişmeler yaşanıyor orada.
Geçen hafta, bu protesto mitingi düzenlenmeden önce kısa bir süreliğine misafir öğrenci olarak geldiğim European University Institute’da bir panel düzenlendi. Macaristan’la ilgili çalışmalar yürüten ve üçü Macaristanlı olan beş akademisyen ve araştırmacı, gelişmeler hakkındaki görüşlerini paylaştı. Yapılan bazı sunumlarda yer alan bazı isimleri ve detayları değiştirseniz, birilerinin Türkiye hakkında değerlendirmelerde bulunduklarını düşünebilirdiniz. Gelişmeler o kadar benzer yani. 2014 yılında değiştirilen seçim sistemiyle oyların yarısından azı alınmasına rağmen meclisteki koltukların üçte ikisinin haksız olarak ele geçirilmesi, yıllar boyunca yandaş yargıçların mahkemelere atanması, iktidara tehdit olarak görülen mahkeme başkanlarının (tüm yargıçların yüzde 10 kadarı), yani yüksek rütbeli yargıçların zorla emekli edilmeleri ve böylece bağımsız yargının bitirilmesi, tamamı hükümet tarafından atanmış olan ve bağımsızlığını da, tarafsızlığını da yitirmiş olan anayasa mahkemesi, neredeyse tamamen Orban’a itaat eden yandaş basın ve medya, Orban karşıtlarının, aydınların ‘Sorosçulukla’ itham edilmeleri, karalanmaları, itibarsızlaştırılması, vs…
Günümüzün ‘demokratik’ dünyasında popülist ve otoriter liderlerin başa geçmesinin en çarpıcı örneklerinden biri Macaristan’da yaşanıyor. 2010 yılında yolsuzlukla mücadele ve ekonomik sorunlara çözüm bulma vaatlerini seçim kampanyasının merkezine oturtan Orban, son seçim kampanyasını büyük oranda korkuya, hamasete, milliyetçiliğe ve göçmen karşıtlığına, özellikle Müslüman göçmenlerin ülkeye girmesinin önlenmesine dayalı olarak yürütmüş. En az kendisinden önceki hükümetler kadar yolsuzluğa bulaşan, hatta oğlunun AB ile ilgili fonların kullanılmasında yolsuzluk yaptığı tescillenen, ekonomide de ancak küçük bir büyüme görülmesini sağlayan Orban ne ilginç ki bunların hesabını vermek zorunda kalmamış. Yazıyı kaleme almadan önce uzunca sohbet ettiğim European University Institute’da karşılaştırmalı anayasa hukuku profesörü olan Gabor Halmai’ye göre Macaristan ülkedeki büyümeyi, gayrı safi milli hasılanın yüzde üçünü AB’den gelen kaynaklara borçlu. Halmai’ye göre hükümet bir yandan AB fonlarını harcarken bir yandan da son yıllarda yaşanan göçmen/mülteci krizinden Avrupa Birliği’ni sorumlu tutmaktan imtina etmemiş. Düşünün ki sığınmacıların AB topraklarına ulaşmaması için elinden geleni yapan, hatta bu amaçla Türkiye ile kirli bir anlaşma dahi imzalayan AB’nin yaptıkları konusunda seçmen pek de doğru bilgilendirilmemiş. Macaristan’a varan sığınmacıların savaştan falan kaçmadıklarını, ekonomik nedenlerle ve daha rahat bir yaşam umuduyla Avrupa’ya geldiklerini anlatıp gelişmeleri yandaş basın yoluyla ve diğer araçlarla manipüle edip durmuş. Aslına bakarsanız Macaristan nüfusu düşüşte ve göçmenlere ihtiyacı var, ama…
Orban, popülist politikalarla ülkedeki seçmenlerin neredeyse yarısının hayranlığını kazanmış durumda. 1. Dünya Savaşından sonra kurulan komşu devletlerin azınlığı durumunda kalan ve aslen Macar olan herkese önce vatandaşlık, sonra da Macaristan’da ikamet etmedikleri halde seçim hakkı veren Orban bu seçmenlerin yüzde 95’inin desteğini almış. Ülkenin ve ulusun çıkarlarının, devletin egemenliğinin ve Hristiyanlığın korunması mücadelesi veren, yeri geldiğinde Avrupa Birliği’ne ve batılı güçlere dâhi kafa tutan güçlü bir lider, kahraman bir Macar imajı yaratmış. Prof. Halmai, Orban’ın bunlarla dahi yetinmeyip kendisini Avrupa’da yaşayan Hristiyanların hepsinin koruyucusu gibi gösterdiğini söylüyor. Orban’ın gazetecileri hapsedecek, STK’ları ve basın yayın kuruluşlarını kapatacak kadar ileri gitmediğini anlatan Prof. Halmai, muhalif basının susturulması için başka yöntemlerin kullandığını, bu kuruluşların yandaş şirketler tarafından satın alınmasını ve ondan sonra kapatılmasını ya da yandaş çizgide yayın yapmasını sağladığını, mesela en önemli muhalif gazete olarak tanımladığı Népszabadsag’ın geçen yıl yandaş bir kuruluş tarafından satın alındıktan sonra kapatıldığını anlatıyor. Mevcut durumda Almanya’ya ait olan RTL kanalı ile haftalık yayımlanan bazı dergilerin tek bağımsız basın-medya araçları olduğunu söylüyor. Bu da Macaristan’daki basın ve medya araçlarının en az yüzde 90’ının Orban’ın kontrolünde olduğunu gösteriyor.
Orban karşıtlarının işi epeyce zor zira muhalefet partilerinin bir türlü ortaklaşamamaları ve etkili muhalefet yürütememeleri Orban’ın seçimi tekrar kazanmasının en temel nedenlerinden biri olarak görülüyor. Bundan sonra bu konuda ne yapılacağı da belli değil. AB ise üyeliğe aday devletlerde hukukun üstünlüğü ve demokrasinin korunması konusunda sıkı bir takip yapmaya çalışırken üye devletlerdeki, AB Antlaşması’nda güvenceye alınan temel ilkeleri ihlal eden anti-demokratik gelişmeler konusunda nasıl aciz kaldığını ve muhtemelen bundan sonra da öyle kalacağını göstermiş oldu. Avrupa Parlamentosu’ndaki Avrupa Halk Partisi (EPP) grubunun üyesi olan Fidesz’e, haliyle Orban’a müdahale edilmesi EPP’nin işine gelmiyor zira Fidezs’in güç kaybetmesi demek, EPP’nin Avrupa Parlamentosu’ndaki koltuk sayısının azalması demek. Demokrasinin ve insan haklarının, sınırlı bir bölgede (üye ülkelerin oluşturduğu coğrafyada) bile olsa teminatı olarak görülen AB’nin dâhi günümüzdeki popülist ve otoriter politikacıların yükselişine karşı bir güvence oluşturmadığı böylece görülmüş oldu.
Bütün bu gelişmeler, sanırım, demokrasi yanlılarının her şeyden önce kendi güçlerine güvenmeleri ve asla rehavete kapılmamaları gerektiğini gösteriyor. Ne AB üyeliği ne AB’ye adaylık ne de uluslararası veya bölgesel mekanizmaların parçası olmak bir ülkede insan hakları ve demokrasinin korunacağının garantisi değil. Bizdeki muhalefet partilerinin ve demokrasi güçlerinin hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde yaşananlara bakıp artık bir silkelenip kendilerine gelmeleri, ön yargılarını ve geçmiş deneyimlerini bir kenara bırakıp mümkün olan her alanda ortaklaşarak ya da dayanışarak muhalefet etmeleri ve etkili politikalar/kampanyalar geliştirmeleri gerekiyor. ‘Çok geç olmadan’ diye başlayan cümleler kurduğumuz günlerin üzerinden çokça zaman geçti. Daha ne bekleniyor ki?