ayşe düzkan
no pasaran!
biliyorsunuz, 28 nisan, zamanında duce (evet, reis demek!) olarak da anılan andrea mussolini’nin ölüm yıldönümüydü. mussolini, musibete adını veren ulusal faşist parti’nin lideriydi. uzun yıllar italya’yı yönetmişti. ülkesini, 1940 yılında, nazi almanya’sının yanında ikinci dünya savaşı’na sokan da oydu. savaşın son günlerinde, kuzey italya’da bir köyde öldürüldü. benito mussolini, öldüğünde ikinci eşi rachele mussolini ile evliydi ancak son günlerinde yanında sevgilisi claretta pettaci vardı. çiftin ölümüyle ilgili rivayet muhtelif, hepsinin ortak noktası, suç ortağı adolf hitler’in intiharından iki gün sonra italyan partizanlar tarafından yakalanıp öldürülmüş olmaları.
hitler ve mussolini’nin ölümleri, faşizmin mağlubiyetini simgeler. şuna şüphe yok, avrupa’da faşizmin yenilmesi, stalin’in başkomutanlığındaki kızıl ordu’nun eseri. stalin’in hatalarının olduğu muhakkak ama zaman zaman hitler’den daha tehlikeli bir tarihsel figür olarak gösterilmesi, şüphe yok ki faşizmin, en azından sağcılığın bir başarısı.
avrupa’da faşizmin yükselişi ve alt edilmesi süreci daha sonra, farklı biçimlerde de olsa, baskıcı rejimlerle mücadele etmek zorunda kalanlar için öğretici oldu hep. bulgaristan’dan almanya’ya, direniş hareketlerinin deneyimi ve zaferleri insanlığa ümit ve ilham verdi.
ama zaferler kadar yenilgiler de öğretici. örneğin 1 nisan 1939’da, franco’nun zaferiyle sonuçlanan ve bazılarının ispanya iç savaşı olarak tanımladığı, benim ispanya devrimi olarak tanımlamayı tercih ettiğim deneyim.
ispanya kralı xııı. alfonso, 1931’de seçimlerde cumhuriyetçilerin büyük bir zafer kazanması üzerine ülkeyi terk etti ve ispanya’da ikinci cumhuriyet kuruldu. cumhuriyetçiler, komünistler ve anarşistlerden oluşuyordu. cumhuriyet, kilisenin yetkilerini elinden aldı, tarımda ve endüstride kolektivizm hayata geçirildi. Bu, monarşi taraftarlarında, sağda rahatsızlık yaratıyordu ve 1936 yılında gerçekleşen askeri darbenin ardından ispanya’da ve o sırada elinde tuttuğu kimi sömürgelerde iç savaş başladı. dünyanın her yerinden komünistler, anarşistler ve demokratlar ispanya’yı savunmak için buraya gitti. enternasyonalist tugay kuruldu, muazzam bir dayanışma, büyük bir mücadele, büyük kahramanlıklar gerçekleşti. ama ispanya 1939’da yenildi, mussolini italya’sının ve hitler almanya’sının desteklediği franco bir askeri diktatörlük kurdu. iç savaş sırasında ölenlerin sayısına dair 200 binle 500 bin arasında tahminler yapılıyor.
franco ispanya’sı, ikinci dünya savaşı sırasında, mihver devletler’in arasında yer almadı ama almanya, italya ve japonya’dan oluşan ittifaka çeşitli biçimlerde destek verdi.
franco, 1975 yılında 83 yaşında öldü ve ölene kadar ispanya’yı bir askeri diktatörlükle yönetti. türkiye’de de çok sevilen georges moustaki, franco’nun ölümünden sonra yazdığı le flamenco isimli ve "özgürlüğün ilk akorlarını kim söyleyecek, franco’suz bir ispanya’da flamenkoyu kim söyleyecek" diye başlayan şarkısında, "tarihin rüzgârı akdeniz’de döndü," der.
ama aslında ispanya’da tarihin rüzgârının dönmesi o kadar kolay olmadı. aynı yıl tahta çıkan kral juan carlos, demokrasiye geçiş dönemini başlattı, bunun simgesi olan anayasa 1978’de oylandı. güçlü bir sol geleneğin bulunduğu ispanya halen bir monarşi, demokrasisini de görüyorsunuz.
ayrılığın sevdaya dahil olması gibi, yenilgi de mücadelenin parçası. "geçit yok!" deyip çiğnenmek de mümkün.
albert camus, "insanın haklı olduğu halde yenilebileceğini, gücün ruhun hakkından gelebileceğini, cesaretin her zaman karşılığını almayacağını [benim kuşağımın] öğrenmesi ispanya’da oldu," demiş, iç savaşın ardından, "dünyanın birçok yerinde ispanya’nın dramını kişisel bir trajedi olarak yaşayan bu kadar çok insan olmasını şüphesiz ki bu açıklar." belki ona kulak vermek de gerçekçi olabilir.