Deniz Durukan
Figen Şakacı: Hınç, her an patlayacak bir yanardağ gibi
Figen Şakacı yeni romanı HınçAhınç'ta, üç gencin derin yoksullukla mücadelesini anlatıyor. Yoksulluğun yarattığı şiddeti hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan işleyen Şakacı, hınç kavramını da masaya yatırıyor. “Hınç” bugünkü politik atmosferin dilinin de temsili. Dolayısıyla “Yeni Türkiye” romanda yaratılan “Yeni Mahalle” metaforuyla anlatılıyor. Toplumun dönüşmesi, ruh halimiz, değişen mahalle kavramıyla da veriliyor. HınçAhınç, çok sert, çok keskin bir roman. Dili de öyle. Gerçekliği, yoksulluğu ve intikam arzusunu kaotik bir atmosfer yaratarak vermesi ve romanın akışındaki hız, sözcüklerin yarattığı ritmi de duyuruyor. Kısacası Figen Şakacı müthiş bir anlatı bırakıyor bize. O halde ona kulak verelim:
- HınçAhınç öncelikle içinde bulunduğumuz poilitik atmosferin, “yeni mahalle”nin dili olarak karşımıza çıkıyor. Roman boyunca hıncın sesini, öfkeyi, sözcüklerin yarattığı ritimde de duyuyoruz. Öfkenin, hıncın kötülüğe dönüşmesinin izini sürüyoruz. Bu kötülük, bir bilinç zehirlenmesi mi?
Bu tamamen iliğimize işlemiş, gündelik hayatımızın normalliği hatta sıradanlığı haline gelmiş, ilişkilerin yekten “kazan-kazan” esasına dayandığı ve bunun olağanlaştığı bir halin, eskilerin deyimiyle hal-i pür melalimizin resmi.
Mağduriyet meselesinin altı çiziliyor romanda. Mağdurun psikolojisi, hıncın psikolojisiyle anlatılıyor. Ancak mağdur kim sorgulaması da yapılıyor. Mağduriyet nerede başlıyor nerede bitiyor?
İstersen ona mağduriyet demeyelim de yoksulluk diyelim. Ama bu kader gibi yaşanan bir yoksulluk değil, içinde “onda var da bende niye yok” diyenlerin, zenginin kolay yoldan zenginleşmesinin, paranın açtığı kapıların ardındaki karanlığın yarattığı hıncın ilişkilerin her türüne sirayet ettiği bir mahallede geçiyor hikâyem, haliyle orada yaşayanların psikolojisi de bu duruma ayarlı evet… Karakterlerim kendileri söz aldığında bu psikolojinin her türlü katmanına değiniyorlar zaten. Onlar adına konuşmak istemem.
Hınç ve adalet kavramı üzerinden de konuşabiliriz bu meseleyi, “hıncın adaleti” mesela… Sen bunu rövanş kavramıyla ele alıyorsun. Ama daha genel bakarsak, hukuk ile hukuk dışı alanı göstermek denebilir mi buna?
Hınç üzerine okumalarımda kafamı en çok kurcalayan şey hıncın ya da intikam almanın meşruiyetiydi. Bunun içinde zalimin ya da ezici gücün yakasına yapışma, hesaplaşma ve hakkını almak için mücadele etme gibi her türlü eylem var tabii… Öte yandan insanın içinde biriken öfke bazen yönünü şaşırabiliyor, hınç öfke kadar nefrete de sırtını dayadığı için, bünyede müthiş bir basınç yaratıyor, her an patlayacak bir yanardağ gibi… Bu kadar öfke ve nefretle püri pak bir ilişki kurulabilir mi ya da birbirimize inanmayı sağlayan bir safiyanelikte karşılıklılık esasına dayanan bir hukuktan bahsedilebilir mi, emin değilim. Keza bu sözünü ettiğim durum sadece benim ‘Yeni Mahallem’de geçmiyor. Bir düşünelim bakalım, en küçüğünden en büyüğüne, en demokratından en muhafazakârına kadar kurulan irili ufaklı cemaatlerde, cemiyetlerde kimleri yargısız infazlarla cezalandırıp kimlerin üstünü söz hakkı bile vermeden çizip geçtiğimizi… Taraftarlık sadece futbolda olmuyor yani; yarenlerle yürüyenlerle yaverlerle yürüyenlerin yolları mecburen ayrılır ve her iki yol da başka anayasalarla başka hukuklarla işliyor.
Derin yoksulluğun anatomisi var bu romanda. Bu derin yoksulluğu özellikle üç gençin hayalleri ve o hayallerin parçalanması üzerinden anlatıyorsun. Bu, çok daha keskin bir yoksulluğu işaret ediyor. Geleceksizlik gibi. Öyle mi?
Romanımda anlattığım gençlerin üçü de 2000 doğumlu; bunu şunun için söylüyorum; beni dolandıran gençlerden biri de 2001 doğumluymuş. Bakın çok samimi söylüyorum, bu ekonomik çöküş, bu umutsuzluk arttıkça benim hayatlarına girdiğim Serde, Arif ve Demâr yanlarında naif kalacak. Gelecekten beklentileri, adaletten umudu kalmamış gençler intihar ediyor, katil oluyor, çete kuruyor… Bunu bilmek, görmek herkes kadar benim de canımı acıtıyor. Seyretmekten yıldığım bu haberlerin içine girmek, bir kurmacayla dahi olsa seslerini duyurmak istedim o gençlerin… Hıncın sesini duyuyoruz dediğin şey; romanda en çok dikkat ettiğim, onların hayatları kadar hızlı bir ritmi tutturmak, içlerinde kaynayan kazanların fokurtusunu yansıtmak amacıyla yazdığım için sana öyle gelmiş olabilir… Bazı okurlarım romanda “rap ritmi” olduğunu söylediler, bunu duyduğuma çok sevindim, bir yazar anlaşılmaktan başka neye sevinebilir ki zaten.
Bir taraftan bu mahalledeki futbol takımını tüm mahalleyi heyecanlandıran, yoksulluğunu unutturan, umut varmış gibi hissettiren bir sistem olarak duyuruyorsun. Yoksulun uyutulması metaforik olarak futbol ile verilmiş gibi geldi bana.
Sadece bizde değil dünyada futbol spor olduğu kadar bir sektör… İster çoğunluğun afyonu diyelim ister birlik ve beraberlik, aidiyet duygusu gibi kavramları güçlendiren bir olgu… Benim mahallede işlerin nasıl işlediğini okur zaten görüyor, birebir yoksullukla bağdaştırmak istemem ama o bölümleri yazarken çok fazla maç izlediğimi, spikerin anlatımında kullandığı bütün futbol terimlerini ezberlediğimi söyleyebilirim.
Undergorund bir tavır, sokağın dili de var romanda. Ayakta kalma mücadelesi bunun üzerinden veriliyor. Yoksullukla periferide olanın bağlantısı bıçak gibi keskin. Sokak bu anlamda önemli bir mekân. Ev ise cehennem. Evden kaçmak yoksulluktan kurtulmanın ilk yolu gibi. Her anlamda yoksulluk evde mi başlıyor?
Evde başlayan şey yoksunluk; birbirlerine gönül bağıyla değil kan bağıyla bağlı olanların birbirlerine baka baka bilenmesi; sevgisizliğin, yalnızlığın, çıkışsızlığın buram buram koktuğu o evler… Kaçabilen kaçıyor, kaçamayan kurban gibi yaşıyor. Kitabın büyük bölümünü sokakta yazdım diyebilirim; sokağın dili romanda kalp çarpıntısı gibi atsın istedim.
Romandaki üç gencin evden kaçma arzusuyla beraber, evin şiddetinden kaçamayan anneleri var. Anneler hayalet gibi, bir tek Ananın A’sı farklı orada. O zihnini herkese kapatıp bir anlamda kendini koruyor. Ama kendi zihninde alabildiğine özgür. Sokakla akrabalığını da arttırmış biri olarak çıkıyor karşımıza ve kaybolmuyor, kaçıyor. Konuşalım mı Ananın A’sını?
Benim romanda sisli zihin dediğim bir aklı var tabii Ananın A’sının bir de uyurgezerliği… Hatta uyurgezerliğini gündüz saatine ayarlamış bile olabilir. Tabii en en önemlisi kadınların şehirde aylak aylak dolanma haklarının olmayışına bir dikkat çekme biçimi… Şehirler ve sokaklar, keza evler kadınlar için güvenli alanlar değil çoook uzun zamandır. Bu noktaya tersten bakmak istedim, kamu spotu verir gibi bu dediklerimi yazmaktansa Ananın A’sı gibi şehre, sokaklara durup bakabilecek kadar zamanı esneten, kendini bu dünyada mevcutlu yazdırabileceği bir defteri doldurur gibi sokaklarda dolaşma halinden… Onun evde değerli görülmeyen varlığı, benliğinin tamamlanamayan parçaları yazarken gözlerimi doldurdu hep… Beni de ele geçirdi yani Ananın A’sı… Onun gözüyle, o sis perdesinin ardından bakarak çok yol yürüdüm, çok kayboldum sokaklarda …
Yabancı kavramı da önemli romanda. Bunun politik bir karşılığı var sanırım.
Elbette. Hatta bu kitabım belki de yazdığım en politik roman bile olabilir. ‘Öteki’ kavramı romanda çok katur kutur bir ses çıkaracağından ve fazla çiğnenmiş bir kelime olduğundan yabancı demeyi seçtim. Bu şehir kadınlar, çocuklar ve engelliler için olduğu kadar hayvanlar için de tehlikeli ve insanın en çok ötekileştirdiği (bak burada kullanabilirim öteki kelimesini) hatta yok etmek için pusuda beklediği canlı türü hayvanlar… Yabancıyı yerinden eden yabancı bölümünde buralarda gezindim; biçareliğin, evsizliğin, yurtsuzluğun ve yoksulluğun insanlara yapacağı fenalıklara yakından bakma çabası da diyebiliriz buna… Bu konuyu Richard Sennet “Yabancı” adlı kitabında çok derinlemesine incelemiştir, herkese tavsiye ederim.