BaBa ZuLa: Seslerin hafızası var!

Yeni albümleri 'İstanbul Sokakları”nda, doğanın katledilmesini, yükselen betonların arasında küçülen insanı, her türlü canlı varlığıyla ezilen, kaybolan hayatın, yaşanan sosyal adaletsizliğin seslerini duyuruyor bize BaBa ZuLa.

BaBa ZuLa yeni albümü İstanbul Sokakları'yla hem geçmişin hem de bugünün seslerini birleştiriyor. Meselelerinden biri sesin hafızası. Unuttuğumuz ya da kaybolmuş olanı hatırlatmak, bir bellek yoklaması olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla kentin sesinde, mekânsal belleğin izi de sürülüyor; Haydarpaşa, Sirkeci garları, trenler ve çarşılarıyla sokaklar, İstanbul’un kimliğini oluşturan önemli mekânlardan. Bu doğrultuda mekânın politik bağlamda ele alınmasını da görüyoruz albümde. Doğanın katledilmesi, yükselen betonların arasında küçülen insanı, her türlü canlı varlığıyla ezilen, kaybolan hayatın, yaşanan sosyal adaletsizliğin seslerini duyuruyor bize BaBa ZuLa. Bu tavrı, Türk müziğindeki, bugün neredeyse kaybolmuş olan taksim geleneğini hatırlatarak pekiştiriyor. O geleneğe ortam seslerini katarak modernize eden grup, İstanbul’un hem büyülü hem de kaotik yapısını ortaya çıkarıyor. Bununla kalmıyor “İstanbul Sokakları”na Turhan Selçuk’un unutulmaz çizgi roman kahramanı Abdülcanbaz’ı da katarak gerçek anlamda bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Abdülcanbaz nasıl dalkavuklara, düzenbazlara, sömürenlere yani “Gözlüklü Sami”lere karşı tavır almışsa BaBa ZuLa da aynı duruşu müzikle dile getiriyor. Ve ekliyor “Her kim üzerine alınırsa odur suçlu ve sorumlu” diye… Başka şeyler de anlatıyor BaBa ZuLa’dan Murat Ertel ve Esma Ertel. Devamı söyleşide…

0037047284-10.jpg
Görsel: İstanbul Sokakları (albüm kapağı)

Albümün açılış parçası “İstanbul Ekspresi” Sirkeci Garı’ndaki seslerle başlıyor. Şarkının atmosferi eski Türk filmlerindeki hissiyatı taşıyor. Hani olur ya; birisi elinde tahta bavuluyla İstanbul’a, genelde Haydarpaşa Garı’na gelir. Haydarpaşa İstanbul’a açılış kapısı gibi. Sirkeci de İstanbul’dan çıkışı anlatıyor sanki.

Murat Ertel: Albümü tasarlarken dört şarkımız vardı. Dört tane de taksim vardı; müzikal yapı olarak taksimdi. Taksimde (şarkılarda da var bu) çevrenin seslerini kullanma fikri doğdu. Müziğe konservatif bakışla yaklaşmıyoruz. Müzik sadece armoni, melodi, ritimden oluşur diye düşünmedik hiçbir zaman. Her türlü ses, gürültü müzik olabilir. Eğer sen onu müzik olarak değerlendiriyor ve sunuyorsan, bize göre müziktir. John Cage’in müziğe yaklaşımı gibi…

John Cage, -dediğiniz gibi- müziğin genel kavramları, unsurlarıyla ilgilenmiyor. Siz de sınırları kaldırıyorsunuz, müziği o kalıplar içine hapsetmekten yana değilsiniz. Bir anlamda sesleri özgür bırakmak bu.

Murat: Evet, ama kalıpları kırarken de yeni bir oyun kuralı koyuyoruz. Müzik nedir? Sesle yapılan bir şeydir. Bunu siz konservatuarlarda armoni, melodi ve ritim olarak sınırlandırırsanız, daraltırsınız. Beni eleştirenler de oldu, müzik daha ne olabilir ki diye. Halbuki armoninin, ritmin olmadığı şeyler de ya da notaların olmadığı şeyler de müzik olabilir. Seslerin hafızası var. Alan kayıtlarının, bulunduğunuz coğrafyanın sesleri var. O yüzden İstanbul’u bize anımsatacak dört tane mekân kurgulama fikrimiz vardı. Bunlardan biri tren istasyonu ve tren yolculuğuydu. Haydarpaşa ve Sirkeci garları bu parçada birleştirildi. Bizim yaptığımız Haydarpaşa treni kayıtlarıyla Korkmaz Çakar’ın yaptığı Sirkeci kayıtları birleşti. Bu hem İstanbul’a giriş hem de İstanbul’dan çıkış parçası…

Karşıtlıklar söz konusu…

Murat: Evet, BaBa ZuLa da öyle, İstanbul da öyle; karşıtlıklarıyla var. İstanbul konumuyla, içinde barındırdığı Doğu-Batı meselesiyle, bu karşıtlıkların iç içe geçmesiyle var oluyor. Bu kavramların aynı anda var olabilmesi yin yang gibi bir şey

Bu albümün tamamını kabaca değerlendirmek gerekirse, “İstanbul’un sesleri” diyebilir miyiz?

Murat: Tabii diyebiliriz. Bizim için, içimizde bir şekilde var olan İstanbul sokaklarının sesleri bunlar. İstanbul’da yaşıyor olmanın getirdiği bir durum. İçinde göç meselesi de var.

whatsapp-image-2024-12-27-at-23-15-11.jpeg
Esma Ertel, Murat Ertel (BaBa ZuLa)

Haydarpaşa İstanbul’a göçün, Sirkeci de İstanbul’dan göçün simgesi gibi…

Murat: İstanbul’da olmayı seçmek, değerini bilmekle ilgili bir durum. Zor koşullarda yaşıyoruz. Aynı zamanda İstanbul tehlikeli bir şehir. Yanlış zamanda yanlış yerde olursanız nelerle karşılaşacağınız bilinmez. Büyük bir göç dalgası var. Bütün dünyada böyle. Sanırım hem ekonomik hem de fiziksel koşullar değiştikçe bu daha da hızlanacak; ki hızlanıyor da. Buraya geliş var, buradan dışarıya gidiş var. Aynı zamanda ülke içinde de başka şehirlere göç var. İstanbul hep bunların merkezinde oldu. Zaten ticaret yolları, geçmişteki baharat yolu düşünüldüğünde…

Ama İstanbul Ekspresi 1960’larda başlayan, Almanya’ya işçi olarak göçenleri işaret ediyor, değil mi?

Murat: Evet, aslında o tren bu. İstanbul Viyana irtibatlı Münih treni. Büyük olasılıkla Korkmaz Çakar onun kaydını yapmış; Almanya’ya giden işçilerin treni. Hâlâ var mı bu tren bilmiyorum. Arabayla uçakla gidemeyen işçilerin treni bu.

Tren hem göç olgusunu, sınıfsal olanı anlatıyor hem de geçmiş ve bugün arasındaki irtibatı kurmayı sağlıyor.

Murat: Korkmaz Çakar da benim için geçmiş demek. Altmışlardan beri TRT’de, radyo tiyatrosunda efektör olarak yer alan, benim için kült bir figür, kahramanlarımdan biri. Çocukluğumda anneannemin radyosunda onu dinlerdim. O efektlerle beni alıp götürürdü. Jenerikte efektör Korkmaz Çakar ismi anons edildiğinden, beynime kazınan biri oldu. Oradaki oyuncuları unuttum ama onu unutmadım. Çok acayip bir şey bu.

Sesin hafızası var demiştin ya, çocukluktan itibaren duyduğumuz seslerin hatıraları canlandırmasına ve bugüne bağlanırken başka seslerle birleşmesine de tanıklık ediyoruz. Bir bellek yoklaması gibi.

Murat: O geçmişte yapmış, ben de seksenlerden bugüne kadarki zaman diliminde olan kayıtları yaptım. Haydarpaşa’da yaptığımız kayıtlar şimdi çok kıymetli oldu. Haydarpaşa’yı yok ediyorlar. Bir de tabii taksim geleneğinden söz etmek isterim.

Modernize etmişsiniz o geleneği…

Murat: Evet, taksimlerde genelde ortam olmuyor, biz ortam seslerini kullanınca bambaşka bir dünya oluştu. Taksim geleneğinde sessiz bir ortamda, tek enstrümanla doğaçlama yapılır. Kullanılan dem sesini (karar sesi) genelde ya aynı enstrümanla ya da başka bir enstrümanla veririsiniz. O karar sesi bazen taksimin başlayacağı ama mutlaka biteceği sestir. Bazen o sesle başlanmaz, başka sesle, mesela daha tiz bir sesle başlanabilir. Ama mutlaka o sesle taksim biter. O sesleri biz synthesizer ile, elektronik olarak vermeyi tercih ettik. Ayrıca, taksimde bir seyir yapısı vardır. Şuradan başlar, şuraya geçer, şunu gösterir, sonra burayı ziyaret eder, şuna bağlanır gibi. Onu da bozduk, makamsal yapısını genişlettik. Bunun da Türk müziğindeki terimi makamın enginleşmesidir. Biz taksimleri enginleştirdik. Hangi makam olduğu anlaşılmayacak bir hale geldi. Klasik taksim yapanların eleştirebileceği, şaşıracağı ya da kabul etmeyeceği şeyler olabilir ama ben taksimleri yeniden canlandırma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, belki yeni kuşaklara taksimleri yaklaştırabilir.

Günümüzde, doğaçlama yapan müzisyenler de çok fazla taksim yapmadan, doğrudan parçaya başlıyorlar. Doğaçlama bu coğrafyanın hafızasında olan, ancak unutulmuş bir şey. Onu yeniden canlandırdığımızı düşünüyorum. Çok değil, altmış ya da yüz yıl önce doğaçlama müziği dinleyen bir toplumduk. Neyzen Tevfik’in ya da Tanburi Cemil Bey’in taksim plakları satın alınıyordu. Taş plaklarını incelediğimizde, bir sürü taksim plağı olduğunu görüyoruz. 45’liklere geçildiğinde çok az, 33’lüklerdeyse nerdeyse hiç yok. Doğaçlama toplumdan kopmuş.

- Çok fazla taksim yapmadan doğrudan parçaya girilmesi bana bugün popüler müzik alanındaki şarkılarda introlar ya da gitar, davul soloların azalmasını aklıma getiriyor.

Murat: Evet, bütün bunlar azalıyor. Hem buradaki hem dünyadaki müzikte, hatta pop müzikte bile direkt nakarattan başlıyor şarkı.

Şarkı süreleri de çok kısaldı. Sizin bu çalışmanız bu anlamda da oldukça cesurca. 8-10 dakikalık ve çok katmanlı şarkılar var.

Murat: Algoritmalara meydan okumak bu. Tıklamaların ve dinlenme sayılarının yüceltildiği bir ortamda rekabet edilemeyecek bir şey yapıyorsun. Mutlaka az dinlenecek. İnsanlar ölçmüşler,1940’lardan 2024’e kadar parçaların süreleri kısalmış. 1950’lilerde, rock’n roll döneminde şarkılar iki dakika civarında, 1960-64 yılları arasında Beatles’ın şarkılarının hepsi üç dakikanın altında, 1966’dan sonra beş altı dakikaya çıkmaya başlıyor 1990’lardan itibaren bu süre tekrar azalıyor. Şimdiyse iki dakikaya kadar geriledi.

whatsapp-image-2024-12-27-at-23-15-28.jpeg
Esma Ertel, Murat Ertel (BaBa ZuLa)

Dayın Turhan Selçuk’un meşhur Abdülcanbaz karakteri gruba, sana ilham vermiş. Abdülcanbaz dürüst, ahlaklı, doğrudan, adaletten yana bir karakter. BaBa ZuLa’nın “İstanbul Sokakları”ndaki sosyal adalet arayışında Abdülcanbaz önemli bir simge. Bu bağlantıdan söz edelim mi?

Murat: Bunun derin boyutları var. Bu albümü yaptığımız ve dinlediğimiz zaman Turhan Selçuk’u yaşatmış oluyoruz. Abdülcanbaz da apayrı. Turhan Selçuk ile Abdülcanbaz zaten iç içe geçmiş. Turhan dayım kendini Abdülcanbaz zannediyordu. Hayal dünyasında kendisi Abdülcanbaz’dı. İdealleri arasında, yapamadıklarını ona yaptırıyordu. BaBa ZuLa’da da benim sahne karakterim. Görsel kod olarak Abdülcanbaz’ın remix’i gibi. Onun fesi bende yok ama efe şapkası var, onun bıyıkları yukarı, benimki aşağıya doğru. Abdülcanbaz, sosyal adalet arayan, zalimliğe karşı duran, kadın haklarından yana, ezilen sınıfın yanında olan biri. Ben de öyleyim, öyle gördüm, öyle olmak istiyorum.

Öylesin zaten…

Murat: Bunun mizahını da yapıyorum. Mesela o çizgi romanda Abdülcanbaz’ın karşısında “Gözlüklü Sami” var: Üçkağıtçı, düzenbaz, kötü bir karakter o.

“İstanbul Sokakları”nda “Gözlüklü Sami”lerin de varlığını duyumsuyoruz. Özellikle “Arsız Saksağan” şarkısında…

Murat: Tabii. İktidarda olup da bütün bunları kötüye kullanan liderler, politikacılar, güçlü patronlar için yazıldı “Arsız Saksağan”. Orada “gözlüklü Sami” de var. Albüm bittiğinde “ya anlaşılmazsa” diye bir kaygı yaşamıştım. Esma, hayır demişti. Sen tek bir karakterden ya da sadece Türkiye’den değil, tüm dünyada olan vampirik bir düzenden bahsediyorsun. Her kim üzerine alınırsa odur suçlu ve sorumlu.

- “İstanbul Ekpresi”, “İstanbul Sokakları”na giriş şarkısı, albümün kapanış şarkısı olan “Güzel Bahçe Taksimi” de bir yanıyla bugünkü İstanbul’dan çıkış şarkısı anlamını da taşıyor. Şarkıdaki seslerin, cıvıltıların, özellikle kumru sesinin yarattığı duygu sahiden güzel bir bahçenin varlığına, bir zamanlar o güzel bahçenin içinde olduğumuza dair anılarla yüklü. Ama şimdi viran olmuş bir bahçe var. Belki yeniden güzel bahçe olabilir duygusuna götürüyorsunuz.

Murat: Ne güzel. Bence de öyle. İstanbul’la ilgili birçok toplumsal şeyden söz ettik ama ‘Güzel Bahçe Taksimi’ kişisel olanın da simgesi. Bahçe metaforu insanlığın o güzel bahçeden kovulmasını da hatırlatıyor.

Esma Ertel: Ya da hâlâ o bahçe güzelleştirilebilir mi sorusu. Hâlâ bu sesleri duyabilirsiniz. Böyle bir umut da doğuyor. Kumrular bizim bahçemizden.

Ya “Yaprakların Arasında?”

Esma: Şehrin gerçeği “Yaprakların Arasında.” İstanbul durmadan inşaatın, beton yığının arasında tecavüze uğrar gibi. Bu durmuyor. Öylesine plansız işliyor ki, küçük bir sokak arasına gökdelen dikmeyi hayal edecek aşamaya kadar gelmişler. Ne rüzgârın akışı hesaplanıyor ne de ışığın geleceği yer. Bu kan dondurucu bir durum. Mesela oto sanayide, stüdyomuzun olduğu bölgede tek tük gökdelenler vardı. On beş senede öyle hızlı kimlik değiştirdi ki, dört bir yanımız gökdelenlerle doldu. Şimdi oto sanayiye gittiğinizde kendinizi çukurda hissediyorsunuz. O hemzemin seviyesini, algısını da bozan bir şey.

2482-1.jpg
BaBa ZuLa

O büyük binaların altında küçülen, değersizleşen insan var…

Esma: Her şey çok büyük. Plazada oksijensiz hayatlar, cam açılmıyor, rüzgâr girmiyor, sistemden ayarlanan havalandırmalar var. Orada saatlerce çalışanlar için de ürkütücü. Bu şehrin kontrolsüz bir şekilde inşasına karşı bir isyandı ‘Yaprakların Arasında’ şarkısı. Nerede konumlanacaksın sen bu şehirde? Işığı yaprakların arasından mı göreceksin yoksa betonların arasından mı?

Murat: Hollywood’un yarattığı bir Amerikan rüyası var her yere sızan. Orada da gökdelenlerde olmak üstün bir yaşam biçimi olarak yansıtılıyor. Onun katları var. En üst kat varabileceğin en üst nokta gibi sunuluyor.

Özel bir soru sormak isterim. Hem müzikte hem de özel hayatınızda birliktesiniz. Nasıl gidiyor? Bu birliktelik sizi nasıl besliyor? Ya da ayrıştığınız, çatıştığınız durumlar da oluyor mu?

Esma: Beraber beste yaparken meşk usulüyle gitmek istiyoruz. Sonu nereye varacak diye düşünmeden, doğaçlama ilerliyor. Güzel bir şey doğduğu an, onun peşini bırakmıyoruz. Söz yazarken de âşık atışması gibi ilerliyor. Ben yazıyorum, Murat yazıyor, aslında birbirimizi nereye götürüyoruz, onu görüyoruz. Çatıştığımız yerler de var. Mesela ben çok tiz, noise sevmiyorum. Murat bazen çok tiz ve noise istiyor. Ben bas seviyorum.

Murat: Müzikal anlamda benim sesim epey kalın, bas bariton sesler bile çıkarabiliyorum. Esma’nın daha tize gidebilen bir sesi var. Bazen inanılmaz tizlikte sesler çıkarabiliyor. Bu zıtlık yaratıyor. Birbirimizi tamamladığımızı düşünüyorum. Sözel olarak da ‘Yok Haddi Yok Hesabı’ şarkısından çok hoşlanıyorum. Orada çizdiğim tip, dünyanın değerleri içinde kaybolmuş, bunun sıkıntısını çeken ve ne yapacağını bilemeyen, erkek egemen dünyada kaybolmuş bir düzen insanı gibi ama Esma’nın vokalleri bambaşka bir dünyanın habercisi. Bu çok sesliliği seviyorum. BaBa ZuLa’da hiç tek solist olmadı. ZeN’de bile olmadı. Esma’nın bir kadın olarak grupta olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Tamamen erkeklerden oluşan gruplar bana uzak geliyor. Her yerde çok erkek var. Zaten var, daha da çok olmasın.

İstanbul albüm müzik Baba Zula