Deniz Durukan
'Kahırlı Merdiven'... Adamlar: 'İnsan demlendikçe böyle oluyor'
Adamlar rock müzikteki onuncu yılını, “Kahırlı Merdiven” adlı yeni albümüyle taçlandırıyor. Henüz çok yeni, taptaze bir albüm “Kahırlı Merdiven”. Sanıyorum kısa zamanda kasıp kavuracak dinleyenleri. Çünkü bu albüm her anlamda bir olgunluk çalışması.
Adamlar’ı var eden tüm unsurları içinde barındıran, özündeki, kaynağındaki büyük sesi daha da gürleştiren bir çalışma bu. “Kahırlı Merdiven”, grubun içsel değişimini, yolculuğunu, aynı zamanda sadeleşme arzusunu duyuruyor.
Her şeyin büyük bir gürültüyle yaşandığı bu çağda, sadeleşme arzusunu ve durup dinleme edimini de içinde taşıyor. Tüm bunlar kendini yeniden oluşturmanın, yeniden yapmanın da yansıması. Adamlar bu şarkılarla o kahırlı merdivenin basamaklarından acısıyla tatlısıyla inip çıkmalarımızı anlatırken, ben de bu süreci merak ettim, sordum sorularımı gruba. İşte Tolga Akdoğan (vokal- elektrik gitar), Gürhan Öğütücü (elektrik gitar), Berat İşçioğlu (bas gitar) ve Berkan Tilavel (bateri)’in cevapları…
- Albüm kapağında kendi kuyruğunu yutan Ouroborus sembolü var. Bu sembol kendini yeniden yaratma anlamını taşıyor. Bir döngüden de söz edilebilir. Bu sembolü seçmeniz bunları karşılıyor sanki. Ama insanın kendi kendini yemesi olarak da değerlendirebiliriz, değil mi? Şarkılar bunu da işaret ediyor mu?
Tolga: Aynı anda ikisi de okunabilir bu sembolden. Her şeyi içine alan evrensel bir simge. Kapağı düşünürken, albümdeki şarkılardan “Kahırlı Merdiven”in fikri ve çağrışımıyla, “Yılan olsa, kendi kuyruğunu yiyen ve o biraz da merdiveni hissettiren bir şey olsa” derken ortaya böyle bir form çıktı. Dediğiniz gibi hem kendini yiyip bitirme hem de kendini baştan var etme duygusu var. Bu zıtlık ve birlik hissiyatı var şarkılarda. “Duende” şarkısındaki “düşüşün olabilir çıkışın” sözlerinde olduğu gibi.
- “Kahırlı Merdiven” şarkısıyla “Duende”nin yarattığı ortak bir hissiyat var. Bu iki şarkı aynı dönemde mi yazıldı?
Tolga: Yok, “Kahırlı Merdiven” daha eski bir parça. Kafamda uzun zaman benimle gezmişti. Ama tam bu halde değildi. Bu şarkının sözlerinin bir kısmını da o gittiğimiz tatilde, bungalovda yazmıştım.
Berat: Ama şarkının ikinci verse’ü dört dakikada yazıldı.
Tolga: “Duende” nispeten yeni bir şarkıydı. Demosunu yapmıştım, bu halinden farklıydı. Sonra onu daha rock’n roll hale getirdik. Bu arada albümü iki defa kaydettik. İkinci kayıtta tam açılış parçası haline geldi. Bu ekoldür; albümü kafadan başlatmak. Demek ki güzel sıralama yapmışız.
- “Kahırlı Merdiven” şarkısını çok sevdim. Bu merdivendeki kahır daha çok inmenin mi çıkmanın mı tezahürü… Ya da ikisi birden mi?
Tolga: Var olmanın kahırlı tarafını vurguluyor. Elbette inmek de çıkmak da var. Çıkarsın sonra tekrar düşersin, bunun da bir derdi var. Sonra sahip olduğunu düşündüğün yere tekrar çıkmak için dert çekersin. Her şey fedakarlık gerektiriyor, bir yere varmak için.
Berat: İleri gitmek için bazen geri de gitmek gerekebilir. Aşağı inmek bunun tezahürü.
Tolga: Ülkenin durumunu da çağrıştırıyor o kahır. Yoksa arabesk olsun diye değil.
- O anlaşılıyor zaten. Albümdeki “Ah Be Güzelim” şarkısı beni şaşırttı. İlk dinlediğinizde bilindik bir söylem var gibi geliyor ama sonradan Gürhan’ın gitar soloları girince şarkının tavrı tamamen değişiyor. Birkaç katmanlı şarkı olmuş… Düzenlemesi de çok iyi.
Tolga: Nakarat melodisi birkaç yıldır aklımda dolaşıyordu. Onu enstrümanla kaydedip denemeler yapıyordum. Bir gün perdesiz gitarla da çaldım hatta. Gruptaki arkadaşlara dinlettim melodi nasıl diye… Güzel, bundan bir şey olur diye düşündüm. Bundan iki yaz öncesi hep beraber Asos’a gittik. Şarkılara bakalım dedik.
Berat: Gitarları falan aldık yanımıza. Ne çıkar, neler var aklımızda dökelim dedik.
Tolga: Evet, bu amaçla gitmiştik. Denize karşı otururken bir anda bir enerji geldi, o coşkuyla “ne yapsam” derken odaya gidip gitarı aldım elime. Aklımdaki melodiye bir şeyler yapayım derken o verse’ler, şarkının ilk kısımları falan on beş - yirmi dakikada çıktı. Nakaratı, sözleri de oluşturdum. Yarım saat sonra arkadaşlara yeni şarkı var, gelin dedim.
Gürhan: Yan odadan geldik. Yan bungalovdan…
- Şiir yazmak da bir bakıma böyle. Aklında bir kelime veya bir dize günlerce döner, bazen yıllarca; sonra bir şey olur seni harekete geçiren, bir imaj, imge veya bir ses, kafanda uyuttuğun sözcükler uyanır. Şarkı yapmak da sanırım böyle bir şey…
Tolga: Doğru, bunu hiç düşünmemiştim ama böyle oluyor gerçekten. İmgesel anlamda, bir şair gibi düşünme yer etmiş olabilir bende. Şiirsel olanı seviyorum. Grupta, hepimizde böyle bir yaklaşım var.
- Albümün geneline baktığımızda hem sözlerde hem de müzikte geleneksel olanla yeni olan birbiri içine geçmiş. Bu hep vardı sizin şarkılarınızda. Ama burada daha net duyuyorsunuz. Anadolu’nun melodilerini, “Bilsen de Bilmesen de” şarkısında olduğu gibi, yer yer bir aşığın söyleyiş tarzının vokalinize yansıdığını da duyuyoruz. Ya da “Ah Be Güzelim” şarkısının sözlerinde âşıkların ahıyla sevgiliye seslenirken, başka bir şarkıda “dron dron üstüne, sevdiyseniz like edin” gibi anlatımlara rastlıyoruz.
Tolga: Sade formları birleştirmeye çalıştık. Ama “Bilsen de Bilmesen de” aslında “Türkü punk” gibi. Denemeler yapıyoruz. Atını çizdiğiniz Anadolu sesleri, ozanları beslendiğimiz önemli bir kaynak. Onun yarattığı duyguyu veren daha başka bir şey yok.
- Şarkılarınızda ironi de yoğun. İlk dönem şarkılarınızda muzip tavır daha çoktu. Ama Tolga, senin yanık bir sesin var. İronisi en yüksek şarkıda bile: Mesela “İsmet kafanda bir kurbağa var” derken, şarkının ironisini o yanık sesle başka bir yere taşıyorsun. Yarattığı etki bambaşka oluyor.
Tolga: Ne mutlu! Koltuklarım kabardı. İnmek çıkmak örneğinde olduğu gibi acı tatlı bir arada. Bu ikisi de duyuluyorsa istediğimizi aktarabiliyormuşuz gibi hissederiz o zaman. Daha muzip olduğumuz o ilk başları ben de düşünüyorum. O günlerden bugünlere bakınca, işte sosyal medya, gündemdeki meseleler… Şimdi otuzlu yaşların ortasındayız, o zamanlar yirmilerin ortasındaydık, tüm bunlar ister istemez bir değişim yaratıyor.
Berkan: Arada fotoğraf çekimlerinde, videolarda kendimize baktığımızda eskisi kadar şakacı, esprili olmadığımızı görüyoruz. Sanırım daha ağırbaşlıyız artık.
Tolga: Deli taraflarımız hâlâ var tabii. Ama onu aktaracağımız yerler farklı.
- Ciddiye mi alıyorsunuz her şeyi?
Tolga: İşi belirli bir seviyede ciddiye almak gerekiyor. Ama o kadar da değil. Türkiye gündemi falan, gerçi bakmıyorum artık haberlere, oralarda hislerimiz kayboldu çünkü. Bu da genel bir problem olabilir. Sosyal medya hesaplarını falan sildim
Berkan: Ciddiye almanın grup olmakla da ilgisi var. Birbirimizin her hareketini ciddiye aldığınızda gerginlikler olabiliyordu. Kendi adıma ben artık daha anlayışlı, daha sakinim. Mesela bir gün Tolga gergin geliyor, başka bir gün Berat ev arıyor, bulamıyor, sinirli geliyor, bunlar yapacağımız provaya da yansıyor. Yirmili yaşların ortasındayken içimize atıp kafamızda kurduğumuz şeyler oluyordu. Otuzların ortasında her şey daha farklı.
Tolga: İletişim kurmayı bile biz yeni yeni öğreniyoruz. Tabii erkeklerden oluşan bir grup olduğumuz için ketumluk da oluyor birbirimize karşı. Şimdi daha ferahladık diye düşünüyorum.
Şarkınızda geçtiği gibi, sahiden kim sevinir topluca boğulunca?
Tolga: Şeytani akıl ondan mutlu olur. İnsanın içindeki potansiyeldir içinde barındırdığı karanlık. Bir şeyi yapmak yerine yıkmak isteyen sevinir.
- “Es” ve “Kim Sevinir” şarkılarından yola çıkarak soruyorum, susmanın hoşluğu mu, yoksa ara verip sonra tekrar devam etmenin boşluğu mu?
Tolga: İkisi bir arada. Şöyle de bir şey var: Bugün zaman hızlanmış gibi bir algı oluştu. Bir veri bombardımanı arasında yaşıyoruz. Paylaşılan videoların aralarının kısaltılması, edit edilmesi... Hiçbir “es”e tahammül yok. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Fazla telaşlı, agresif tutum var genel olarak. Buna ben de dahilim, kendimi ayırmadan söylüyorum. Yazdığım şarkı sözlerine baktığımda, dinlediğimde, kendime öğüt verir gibi de olmuş diyorum. Sadece uzaktaki kişiye değil, kendime de notlar tutmuşum gibi.
- Bu noktada tek başınalıktan bahsedebiliriz. Şarkılarda böyle bir hissiyat da var. Tüm bu gürültünün, kalabalığın içinde tek başınalığı korumak önemli. Bir şarkınızda “azalmadan tek oldum” derken, tek başınalığın düşünceyi çoğaltmasından söz ediyorsunuz.
Berat: Kalabalığın içinden çıkıp tek kalınca kendi içindeki sesler çoğalıyor. Yani kendi kalabalığın başlıyor. Bu çok değerli. Ne çıkıyorsa o zaman çıkıyor. Artık çağın koşullarında insan ya kalmıyor ya da kalamıyor, bir kaçış hali de var.
Gürhan: Sahte bir konforu var kalabalığın. Tek başına kalmak daha yakıcı ama cesaret ister.
Tolga: Bir şey üretebilmek için tek başınalık gerekiyor. Yalnızlık gerekli. Bu abartılı olmak zorunda değil. Ama gerekli. Zamanından ve birçok şeyden vazgeçip bir şey ortaya çıkarman gerekiyor. Yalnızlık, üretmenin şartı gibi…
- Müzikte kendinize has oluşturduğunuz üslubu da koruyarak her albümde farklı denemeler yapıyorsunuz. Albüme verdiğiniz adı da göz önüne aldığımızda, yeniden yapma, yeniden oluşturma olarak mı okumak gerek bunu? Arayış diyebilir miyiz?
Tolga: Hepsi var içinde. Arayış hep vardı. Bu albümle farklı bir şey oldu; artık kendimi rahatlamış hissediyorum. Nasıl yapacağımızı bulduk gibi geliyor bana. O formülde, o ifadede buluştuk. Bunu ve bundan sonrasını merakla bekliyorum. Kendi adıma konuşursam, bir şeyi tuttuk ve onu en güzel haline getirdik hissi içindeyim.
Gürhan: Zaman içinde müzikal bir kimlik, bir anlatım tarzı oluştu. “Harekete Kimse Mâni Olamaz”la değişim başlamıştı. Bu albümde, sanki biraz ikinci çıkardığımız albüme yaklaştık. Onun yeni versiyonu gibi oldu.
Tolga: Bu tavır daha butik kaldı günümüzde. Çok genç işi değil, daha doğrusu daha ağır ve derin bir ruh halinin sonucunda çıktı. Pandeminin de etkisi var. Analog bir ifade; ama müziğin tınısından söz ediyorum. Yoksa içerik aynı hissiyatta olabilir ve gelişmeye devam edebilir. Böyle bir şey bulduk gibi geliyor bana. Bas, davul, gitar vokal en klasik steup’lardan biri.
Berat: Bu sadeliği istediğimiz gibi eğip bükmek de çok zevkli oluyor.
Tolga: Evet, tam da bu.
- O sadelik sözlere de yansımış.
Tolga: Başka türlü de olmuyor zaten. Zamanla daha yalın, daha sade anlatımlara yöneldim. Ama bu her şey için geçerli. Şiir de dahil. Jim Jarmusch'un yönettiği Paterson diye bir film var. O filme takıldım; on defa izlemişimdir. Orada gündelik hayatı, sıradan bir şeyi anlatıyor ama onun içindeki küçükteki büyüğü anlatıyor. Âşıklardaki, ozanlardaki anlatım da öyledir. Çok küçük bir şeyi anlatır gibi gözükür ama en güzel, büyük ve çok çağrışımlı şeyi söyler. O durumdan insan kaçamıyor. Dolayısıyla o şekilde anlatmaya karşı bir arzu duyuyorum. İnsan demlendikçe galiba böyle oluyor.