Parçanın kendisi bir bütün
Orhan Alkaya, yeni şiir kitabı Pâre'yi anlattı: Bu kitapla birçok şeyin tamamlandığını düşünüyorum. Önce anlamı aradım. Bu arayışta vardığım yer, hayatın bir anlamı yok fikriydi... Hissettiğim tek şey, nereye gittiğinin bir önemi olmaması. Gittiğin yol önemli. O yol bütün bir macerayı anlatıyor.
Orhan Alkaya’nın yeni şiir kitabı Pâre, SRC Kitap bünyesindeki Bi’dünya Şiir serisinden çıktı. Pâre, son derece güçlü şiirlerden oluşuyor; anlamda ve yarattığı estetikte sarsıcı bir etki bırakıyor. Pâre’deki şiirler, Orhan Alkaya’nın hem kendi tarihine hem de bu toprakların yakın tarihine ayna tutuyor. Bir anlamda yolculuk bu. Ve yolda olmak, gidilen yol, insanın hayattaki süresiyle beraber ele alınıyor. Bunun içinde tamamlanma meselesi de var. Orhan Alkaya, bir döngüyü tamamlama diyor buna. Aslında sözünü ettiği şey, parçanın bilgisindeki bütüne ulaşmak. O yüzden Pâre diyor.
Daha fazlası için onun cevaplarına kulak verelim…
- Çok uzun bir aradan sonra çıktı Pâre, bu heyecan verici olmalı…
En az heyecanlandığım kitap bu oldu. Çünkü çok emindim Pâre’den. Bütün kitaplarımdan emindim ama onları yayınlatma sürelerimi uzatmıştım. Mesela 1984’te ilk kitabım Söylenmemiş Bir Şeyler Kalsın yayına hazırdı, hatta kapağı bile basılmıştı, ama basımını durdurdum, o kitabı hiç yayınlamadım. Altı yıl sonra ilk kitap olarak Parçalanmış Divan’ı yayınladım.
- Neden?
Kâğıda geçtiğin anda ölümsüzleşiyorsun. Hatanla da ölümsüzleşiyorsun. Ondan kaçınmaya çalıştım. O yüzden, en geç kitap çıkaran ben oldum kendi kuşağımda. En az kitap çıkaranlardan biriyim de diyebilirim.
- Açılış şiiri Zeitofeles her şeyin başlangıcı gibi. O yüzden zaman diyorsun. Zaman kavramının birçok göndermesi var bu kitapta ama daha çok öne çıkan insanın hayattaki süresi. Yaş aldıkça bilincine vardığımız bu sürenin bir yol, yolculuk olarak da ele alındığını görüyorum. Konuşalım mı bunun üzerine?
Evet, dediğin doğru. Bu kitapla birçok şeyin tamamlandığını düşünüyorum. Önce anlamı aradım. Bu arayışta vardığım yer -özellikle anlamlar setini yazarken- hayatın bir anlamı yok fikriydi. Ona anlam yükleyen bizdik. Hissettiğim tek şey, nereye gittiğinin bir önemi olmaması. Gittiğin yol önemli. O yol bütün bir macerayı anlatıyor.
Bu sabah kızımla sohbet ederken, bana kucak açan bir şey söyledi: Defalarca ölebilirdim, o yüzden artık bonusları yaşadığımı hissediyorum dedi. Âsûde 25 yaşında. Ben de bu duyguyu 20’li yaşlarımda hissetmiştim ama, biz kan gövdeyi götüren bir dönemin insanlarıydık. Hikâyenin güzel olan kısmı o. Şunu anladım ki, ufka doğru gitmek hayatın yegâne anlamı. Sen gittikçe ufuk da uzaklaşıyor.
Bu kitapla beraber bir döngüyü tamamladığımı düşünüyorum. Ölümle ilgili değil söylediğim. Yenilgiler Tarihi’yle başlayan, asıl kimliğini onunla bulan, ama altyapısını A- Etika’nın hazırladığı o döngünün tamamlandığını hissediyorum Pâre’yle. Şu an itibariyle bir daha hiç şiir yazmasam da içim rahat artık. Bu kitap, o tamamlanmanın getirdiği iç huzuru da taşıyor.
- Tamamlanma meselesi varlık sorunsalını da kapsıyor, değil mi? Pâre’nin ikinci şiiri Geistofeles bunu duyuruyor. O sorunsalda sadece bireyin değil, toplumsal olanın da yansıması var. Bu iki şiir de kitabının meselesine açılan bir kapı. Heidegger’den yola çıkarak sormak istediğim şu: Varlığın özü zaman mı?
Bilmiyorum. Varlığın özünü bilecek kadar zamanım olmadı. Bir hayat insana yetmiyor, bunu anlamak için birkaç hayat yaşamak gerek. Birkaç tane aynı bilgiyi arka arkaya çoğaltarak, bilgiyi bilgiye ekleyerek yaşanırsa belki anlaşılabilir. Sadece nelerin varlığı tanımlayamayacağını biliyorum. Felsefecilerin de buna tam olarak cevap bulduklarını düşünmüyorum. İnsanın bir bilgisi var; kesin, mutlak ve değiştirilemez olan: Öleceğini bilmek! Neden doğduğunu bilmiyorsun ama öleceğini biliyorsun. Tek bilgiyle yaşanıyor. Benim varlığı tanımlamaya en yaklaşacağım yer, ölümü önemsemeyerek ona meydan okumaktır.
- Hatırlama ve unutma karşıtlıkları da çok var şiirlerinde. Bu, politik bir bağlamı olduğu kadar varlık yokluk meselesini de kapsıyor. Unutmanın kendi varlığının yokluğuyla bağlantısı varmış gibi geldi bana. Hatırlama ise kendi varlığını yeniden duyumsama olarak değerlendirilebilir mi?
Zaman olgusuna getireyim konuyu o halde. O geniş zaman kavramından çok hep “an”la ilgilendim. Geleceğe değil, an’a yatırım yaptım hep. Öyle olunca da anların sonsuz lezzeti bir hatırlamalar ayinine dönüşebiliyor. O kadar çok şeyi unuttum ki, ama o kadar çok şeyi de hatırlıyorum ki, hatırladıklarımın tamamında algıda seçicilik var.
- Nelerdi hatırladıkların?
İlk aşkım annem değil, bakıcımız Emine’ydi. Ben dört buçuk yaşındaydım, o on yedi yaşında. Emine’nin gözüne girmek için dört buçuk yaşında okuma yazma öğrenmiştim. Emine bizi terk ettiğinde travma yaşadım. O travma beni hiç terk etmedi. O an, o kadar canlı ki, aradan geçen zaman hiçbir şeyi ortadan kaldıramaz. An olduğu için unutmuyorum.
- “Anneden sızan koku, ilk aşktan süregiden rayiha…” diye bir dizen var. Sanırım bunu anlatıyorsun şiirinde. İlk aşkın kokusunu annenin kokusuyla birleştiriyorsun. Anne kokusuyla Emine’nin kokusu karışmış.
Babam öldüğünde çok üzülmüştüm ama annemin ölümü farklıydı. Onun kokusunun yitmesi bambaşka bir şeydi. O koku yok artık, onu bilmek çok acıtıcı. O yüzden çok daha derin oldu bu kayıp.
- Koku, süt, anne… Kitap boyunca çok fazla karşılaştığım imgeler. Özellikle koku hafızayı diri tutma, unutmama meselesini de karşılıyor. Varlık sorunsalı da var bunun içinde. Kaybetmemek ya da kaybolmamakla ilgili bir bağ kurabilir miyiz?
Kaybetmekten korkmuyorum. Onda büyük lezzetler var. Kaybolmaktan korkar mıyım, bunu hiç düşünmedim. Aslına bakarsan, temel mesele tanımlayamamak. İnsan zihni büyük korunaklar üretiyor kendine. Mesela kaybedeceğimi ve bundan ötürü acı çekeceğimi düşündüğüm şeyin içine girmem. Bu korku değil. Bile bile kaybedeceğim veya yenileceğim şeyin içine girmek istemememle ilgili. Buna karşın yine de kaybettiğim şeyler çok oldu zamanında.
- An demiştik ya, pâre kelimesinin anlamı da parça, an kavramına bir gönderme olarak okunabilir. Başka göndermeler de var. Ben’lik meselesi gibi. Parça parça ben’ler. O ben’ler yaşadığın evrelerin, dönemlerin hem toplumsal hem politik hem de bireysel olanı anlatıyor. Hepsi iç içe geçmiş. Pâre bu anlamda senin yolculuğundaki oluşlarını anlatırken, Türkiye’nin de sivil tarihini parça parça bize duyuruyor. O anlar ve parçalar bütünleşmiş.
Doğru, biz dört yüz küsur yıllık kartezyen ekolün içinden geldik ve yetiştik. Erken modernite, geç modernite, her ikisi de… Biz geç modernitenin evlatlarıyız. Parçadan bütüne giden kavramla şekillendik. Marksizm de sonuçta spiral ilerleme, gelişme teorisi ortaya atarken kartezyen ekolünden yürüyordu. Sonra bir şeyi fark ettim: Parçanın kendisinin bir bütün olduğunu. Parçadan bütüne yürünmüyor, her zaman parçaya yürünüyor. Körlerin fili elleme hikayesi bir yanlışlıklar komedyası değil. Herkes ellediği yeri tanımlıyor çünkü. Pâre ismi buradan çıktı.
Bir de ilk kitabıma; Parçalanmış Divan’a da selam göndermeydi. Esas olarak Pâre motivasyonu başka bir şeyden daha yürüdü. Bu kitapta dört şiirlik bir set var. Toz, Çamur, Süt ve Kemik. Toz’u yazmadan önce artık şiir yazmayı anlamsız bulduğum ve o nedenle de yazmadığım bir dönem geçirdim. Toz’la çıktım o duygudan. Adorno’yu da sonuna kadar anladım, Cizre vahşetinin üstüne şiir yazmak çok zordu. Ama yazabildim. Bu da herhalde Adorno’nun devam etmesi gibi oldu…
- Kemik üzerine konuşalım mı? Kemiklerini bulamadığımız cenazelerimizden…
Kemik; Cemil Kırbayır, Sabahattin Ali, Veysel Güney için yazıldı. Üçünün de cenazeleri hiçbir zaman bulunamadı. Cemil’in annesi Berfo Ana, yüz yaşına çok az kala “oğlumun kemiklerini bana verin” diyerek öldü. Veysel idam edildi 12 Eylül’de, mezarı hiçbir zaman bulunamadı, mezarı yok. Sabahattin Ali’nin de keza. Bu bizi kitabın başına götürebilir; Zeitofeles’e… Evet bir vahşetin içinde yaşadık. Biz yaşadığı ülkeyi, dili çok seven insanlarız. O yüzden bu vahşeti bile anlamaya çalıştık, onu karşımıza almadan önce. Böyle bir hayat.
İlginç bir yerdeyiz Deniz. Bizden Batı'ya doğru biraz iyileşiyor. Bizden Doğu'ya doğru her şey biraz kötüleşiyor. Medeniyetlerin beşiği deniliyor ya bu coğrafyaya, evet, sanki beşik gibi burası, bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp savruluyorsun. Tam olarak tanımlanan ortak bir paydan yok. Geçenlerde bir röportajda, şiir topluma neler vermeli gibi bir soru sordu arkadaş. Dedim ki, şiirin topluma bir şey vermesi için ortada bir toplum olması lazım. Toplum demek ortak değer yargılarıdır. Kimse, bu ortak değerler yokken biz toplumuz diyemez. 10 Ekim katliamında 103 kişi öldü. O sırada bir milli maçta, Konya’da saygı duruşu yapıldı Gar Katliamı için. Bütün stadyum saygı duruşunu yuhaladı. Hangi toplumdan bahsediyoruz? Birinin acısı diğerin sevinci oluyor burada.
- Aysel Tuğluk için yazdığın Süt şiiri de sanki bu duyguyu taşıyor…
Aysel’in annesinin defnedileceği sırada mezarına saldırı oldu. Üstelik Aysel’in hapishaneden annesinin mezarına getirilmesi sırasında gelişti bu olaylar. Cenazeyi oradan başka yere taşımak zorunda kaldılar. Aysel’i tanırdım. Zekâsına, kültürüne büyük bir sevgim vardı. İyi bir insan o. Ben reel politikadan, makro politikadan hoşlanmam. Mikro politikayı da dibine kadar yaşarım. Aysel orada çok iyiydi. Sonunda onun hafızasını çaldılar. Bu çok ağır geldi bana. Süt’te başka şeyler de var. Hapishanede bebeğini emziren o kadar çok kadın var ki, buna kayıtsız kalan o kadar çok insan var ki, hatta oh olsun diyenler… Sanki onların hiç annesi olmamış gibi.
- Şiir kitabında epey eski Türkçe sözcük var. Dil üzerinden yine varlık sorunsalı kendini gösteriyor. “Dil varlığın evidir” düşüncesine gidebiliriz buradan. Başka açıdan, toplumsal ve kültürel olanı da duyuruyor şiirler bize. Dilin yolculuğu da var…
Kelime akrabası ile ölçülür. Ne kadar geniş akrabası varsa o kadar kıymetlidir. Yeniden üretilmiş kelimelerde akrabalık yoktur. Bağdaşık kelimeler yoktur. Başından itibaren dili en zengin haliyle kullanmayı tercih ettim. Bir şeye sorun dediğinizde anlayacağınız şeyle, mesele dediğinizde anlayacağınız şey aynı değildir. Mesele kelimesinde sayısız akraba vardır, öbüründe yoktur. Dili kullanma biçimim eleştirilmişti. Mesela daha ilk zamanlarımdı, henüz şiir yayınlamamıştım, Akif Kurtuluş’un ısrarıyla Ankara’da Türk Dil Kurumu’na gitmiştik.
Çok da sevdiğim Ali Püsküllüoğlu’na iki şiir verdim, okudu, şu iki kelimeyi değiştir, bu sayı basayım dergide dedi. Ayağa kalktım, şiirleri geri aldım ve teşekkür ettim. Kelime benim haysiyetim. Çünkü kelime dikkatli kullanmazsan yalancıdır. Seni aldatır.
- Tekrarlanan, sıklıkla karşımıza çıkan aynı kelimeler fazlasıyla var şiirlerde. Sanırım bu kendinle tekrardan karşılaşma arzusunu taşıyor. Kendi olma meselesi de var burada. Peki kendinle rastlaştığında ne gördün?
İnsan aynada kendiyle göz göze geliyor mu? Çok nadirdir bu. İnsan bir kimliği tanımlıyor kendisi için, onun elbisesini giymeye çalışıyor. Şiirlerimden birinde de var, “bir vakit kendinize rastlarsanız eğer oraya saklayın” diye. İnsan kendine rastlayabilmek için önce arınma sürecinden geçmeli. Bu o kadar zor ki. Hep bir başkası üzerinden kendini tanımlıyorsun. Seçilmiş ötekilerin üzerinden kendini tanımlamak belki de insanın en büyük hasarı.
- Diğeri olmadan kendimizi oluşturmaktan söz etmiyorsun sanıyorum.
İnsanın kendine yarattığı yanılsama dünyasından söz ediyorum. O dünyanın içerisinde kendi olduğunu varsaymasıyla alakalı. Kendi olmanın imkânsızlığı söylediğim. Kendi olma hayali değil de başkası olmama meselesi önemli.
- Şiirinde “kuşkulu varlıktan” söz ediyorsun. Bilginin kesinliğine de göndermesi var. Yukarıda söz etmiştin, tek kesin ya da mutlak bilgi ölüm diye. Belki de şüphenin bizi yönlendirdiği şeydir hakikatin bilgisine ulaşma çabamız. Öyle mi?
Başa döneyim. Şiir yazmazdan önce çok iyi bir şiir okuruydum.12 Eylül’den sonra Şehir Tiyatroları’ndan ilk kovulanlardan biriydim. O dönem inzivaya çekilmek gerekiyordu, öyle yaptım. Yazmaya başladım. Türler arasında gezindim. Ben en çok denemeyi sevdim ama beni en çok şiir sevdi. O beni içine aldı.
O zaman şiirin bir derin dalış alanı olduğu, muazzam bir oksijene ihtiyaç duyduğu, o oksijen yoksa ciğerlerinin patlamasının kaçınılmaz olduğunu gördüm. Bu bilgileri kendi okuma sürecimde de fark etmiştim. Evdeki kütüphanelerimden biri tamamen sözlüktür. Soranlara, sözlük okuyun derim. Kelimeyi bilin ki donanımınız olsun, yoksa o sözcük yutar sizi. Siz başkasının kelimeleriyle, kalıplarıyla konuşan biri haline gelirsiniz. Milyarlarca kez kullanılmış, tüketilmiş kelimeyi bir kez daha kullanmaktansa sentaksı kurcalamak seçenektir.
- Dil ile kurulan başka bir evrenden söz ediyorsun. Orada kendini dille yeniden inşa etmek, kendini bulma meselesine de dokunuyor. Burada gelenek de devreye giriyor sanırım.
Gelenek kaçınılmazdır. Gelenek reddedilebilir, ama gelenekten kopulamaz. O sürekliliği kaybetmek, boşlukta dolaşmak demek. Nereye gittiğini bilemezsin. Bunu yapabilmek için dilin donanımına ihtiyaç var. Kendini kime borçlu hissediyorsun diye sorsalar, en başta Yaşar Kemal derim. Onun kullandığı Türkçe, olağanüstü geniş, evrenseldir.
- Anne kavramına dil, başlangıç, hayat ağacı, varoluş gibi anlamlar yükleniyor. Anne aynı zamanda politik bağlamda ve direncin öznesi olarak otoritenin karşısına koyduğun önemli bir simge. Mesela anneye devleti şikâyet eden şiir öznesi, çareyi de aklı da ondan bekliyor gibi.
Annenin hayat ağacı olması, devlet, otorite kavramı üzerinden yaptığın saptamalar doğru. Marksist okumalarım sırasında Engels’i de okumaya başlamıştım. Orada aile kavramı, ailenin devletin özel mülkiyetin kökeni olduğu düşüncesini çok genç bir yaşımda yaptığım okumalarla öğrenmiştim. Aile kavramının ne kadar riskli bir devlet üreticisi olduğunu o zamanlardan öğrendim. Devletleri sevmeme hakkını sonuna kadar kullandım, kullanıyorum. Otorite üreten yapıların tamamına karşıyım.
- O yüzden mi şiirinde düşünür Max Stirner’i anıyorsun?
Evet, onu çok önemsiyorum. Bireyciliğin değil, bireyselciliğin ağa babasıdır. Kendinden sonraki anarşistleri etkilemiştir. Her türlü otoriteyi reddeder. Kendini inşa edememiş bireyin devletle karşı karşıya kalması daimî bir eziklik, mahcubiyet yaratır.
- Senin hem kendine hem topluma bakma arzunda en başa gitme isteği var. Daha doğrusu, başlangıç noktasına bakmak diyelim buna. Bence süt, anne imgeleri de bu arzunla birleşiyor.
Kesinlikle. En sevdiğim yazarların başında Samuel Beckett gelir. Ondan öğrendiğim bir kavram var: Dünyaya fırlatılmak. Bu kavramı Sam’den aldım, kullanıyorum. Bunu çözmeyi çok istiyorum ama sadece bazı ipuçlarına gidebiliyorum. Mesela sezaryenle doğmuşum Haydarpaşa’da, kordon boynuma dolanmış, nefessiz kalmışım. O zamanın teknolojisiyle, bir sıcak su, bir soğuk su, arada tokat… nefesimi öyle açmışlar. Yakınlarımın yaka silktiği inadımı o günlerden aldığımı sanıyorum. Otoriteyle meselem de orada atılan tokatlarla başlamış olmalı. Bunu bilebiliyorum.
- Biz vurgusu da şiirlerde çokça geçiyor. Bu kimi zaman ideolojik mücadele, kimi zaman dostluklar bağlamında ele alınıyor. Mesela geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz dostun, “biz olabildiğin” şair Sina Akyol var. Ona Pâre’de ayrı bir bölüm açılmış.
Kitabın içinde korsan bir kitap yaptım onun için. Bu onun da seveceği bir tavır. Sina çok yakın arkadaşımdı. Sina’nın gidişi beni paramparça etti. Onun cenazesinden birkaç gün sonra delirdim. Şiirler o birkaç günde çıktı, kendimi durduramıyordum. Bir taraftan da çok kızıyordum ona, kendine iyi bakmadığı için. Eğer bilsem öbür tarafta hayat var, onu bir kez daha görmek için gözümü kırpmadan giderdim.