Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

Ahmet Tulgar & İshak Karakaş

‘Ok yaydan çıktı. Referandum yapılmalı’

1 Kasım seçimleri öncesi geçici hükümette HDP milletvekili olarak bakanlık yapan Ali Haydar Konca’ya göre referandumun büyük ve makul bir gerekçe olmadan iptal edilmesi ‘Hayır’dan daha olumsuz sonuçlara yol açabilir.

İshak Karakaş & Ahmet Tulgar

Ali Haydar Konca, bir dönem devlet bürokrasisinde de görev yapmış bir hukukçu. Ama devlet içindeyken de sonrasında da 68’liliğinden vazgeçmemiş, bulunduğu yerlerde insan hakları mücadelesinin ön saflarında yer almış. 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP Kocaeli Milletvekili seçilen Ali Haydar Konca, 1 Kasım 2105 seçimleri öncesi kurulan hükümette HDP’li iki bakandan biri oldu ve Avrupa Birliği Bakanı olarak çalıştı. Şimdi tekrar ofisine dönmüş avukatlığını sürdürüyor. Kendisiyle Kocaeli’de buluştuk ve hem bakanlık dönemini hem ülke gündemini konuştuk:

İshak Karakaş- Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Ali Haydar Konca- Bu olanağı sağladığınız için ben sizlere teşekküre ederim. Onur verdiniz, hoş geldiniz.

İshak Karakaş- Siz HDP’nin ilk bakanlarındansınız. 1 Kasım öncesi, seçim hükümetinde AB Bakanlığı yaptınız. 7 Haziran ve 1 Kasım arasındaki dönemi, milletvekili ve bakan olarak yaşadınız. Bu dönem Türkiye tarihinde çok tartışılan bir dönem olacak. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a giderken neler yaşandı? Bu süreci değerlendirir misiniz?

Ali Haydar Konca- Sorunuza geçmeden önce genel bir değerlendirme yapmak isterim. Belki öz geçmişimden de biliyorsunuz, ben bürokrasiden gelen bir insanım ama bürokrasi öncesinde bir siyasal kültürün, 68 kuşağının insanıyım ve sorunlara bakış açım sol sosyalist kültür çerçevesinde. 7 Haziran’dan önce HDP’nin üyesi değildim. Seçim sürecinden önce aday adaylığım konusunda öneri geldi.

İshak Karakaş- Kimden geldi öneri?
Ali Haydar Konca- Kocaeli il yönetiminden geldi, yani yerelden… Eşimde sol-sosyalist bir insan. Bir dönem ÖDP’de ilçe başkanlığı da yaptı. Bu öneriyi eşimle, kardeşlerimle ve dostlarımla değerlendirdik. Sonuç itibariyle HDP’yi programatik bağlamda Türkiye’nin iç içe geçmiş demokratikleşme sorunlarını-başta Kürt sorunu olmak üzere Alevi sorunu, kimlik sorunları, kadın sorunu, çevre sorunu vs.-çözebilecek bir yapı olarak gördüğüm için adaylığı kabul ettim. Böylece Kocaeli gibi bir emek kentinden milletvekili seçildik. (Halkın Nabzı Gazetesi Yazarı Önder Birol Bıyık’a dönerek…) Seçimler sürecinde Önder’le de birlikte çalıştık. Sağ olsun, sonra milletvekilliği ve bakanlık döneminde danışmanlığımı yaptı.

İshak Karakaş – Süreç 7 Haziran’dan sonra nasıl gelişti?

Ali Haydar Konca – Türkiye’nin dönüşüm ve demokratikleşmesi için çok büyük bir şanstı. Biz zaten 7 Haziran öncesi Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğunu, bu sürecin demokratikleşme için bir fırsat olabileceği gibi kopkoyu bir karanlığın başlangıcı da olabileceğini çok kez söylemiştik. Halkın iradesi aslında demokratikleşme fırsatını tanıdı. Yani biz 7 Haziran seçimleri sonrası AKP’nin tek başına hükümet kuramayacağını ve aralarında anlaşabilirse yönetimin muhalefete geçebileceğini-başta parlamento yönetimi, meclis başkanlığı olmak üzere-öngörmüştük. Bu zemini yakaladık aslında. Ama sizin de bildiğiniz süreçlerle birlikte inisiyatif AKP’ye geçti. Yeniden seçim, erken seçim kararı alındı. Dolayısıyla bizim bakanlık sürecimiz, yeniden seçim kararıyla başlayan bir süreçti. Anayasanın temel hükümlerine göre hükümet kurulamayıp seçimler yenilenirse, her parti parlamentodaki sayısal gücü oranında bakanlık kontenjanına sahip oluyor. HDP’nin üç bakanlık kontenjanı vardı ve partimizin aldığı karar doğrultusunda anayasal hakkımızı kullanarak bakanlık görevini kabul ettik. Seçim hükümetinde kısa bir dönem bakanlık yaptık. Ben o zaman da "Bu hükümet bir koalisyon hükümeti değildir, herhangi bir programı yoktur. Partiler arasında bir protokol de söz konusu değildir," diye sıkça vurgulamıştım. Anayasadan kaynaklanan bir zorunluluk içinde herkesin kendi vicdanına ve siyasal mantığına göre karar alabileceği bir zemin söz konusuydu.

Ahmet Tulgar – Bakanlıkta etkin olabildiniz mi? Bunun şartları mevcut muydu?

Ali Haydar Konca -Bakanlığımız döneminde koşullar ölçüsünde Türkiye’de demokrasi ve barışın önünü açacak işler yapmaya gayret ettik. Şunun tarihe geçeceğinden eminim; biz hükümet sandalyesinde otururken yurt dışına asker gönderme teskeresinde diğer bakan arkadaşım Müslüm Beyle (Doğan) birlikte ‘hayır’ oyu kullandık. Yani bütün bakanlar ‘evet’ oyu kullanırken sadece ikimiz Bakanlar Kurulu masasında ‘hayır’ oyu kullandık. CHP de ‘evet’ oyu vermişti; öyle bir parti kararı olmamasına rağmen genel başkanlarının açıklaması o yönde idi. Tabii oradaki sağduyulu arkadaşlarımızın bir kısmı ‘evet’ oyu vermedi. Şunu demek istiyorum; biz eğer protokole dayalı bir koalisyon hükümeti olsaydık, koalisyon tarafları kendi aralarında tartışılırlardı. Ya hep birlikte ‘evet’ derlerdi ya ‘hayır’ derlerdi ya da koalisyon bozulurdu.
Bakanlığı devralırken resmi devir teslim töreni yapmadık, kırmızı plaka kullanmadık. Bakanlığa ilk gittiğimizde öğle yemeğini bütün çalışanlarla birlikte yemekhanede yedik. Herkesle tanışma fırsatım oldu. Bu bakanlık çalışanlarının çok alışık olduğu bir şey değildi. AKP hükümeti basına akreditasyon uygulaması yapıyor, bazı gazeteleri bakanlık toplantılarına almıyordu; biz bunu kaldırdık. Bütün basın, bakanlığa rahatça gelip basın toplantılarına katılabildi. Tabii, bu hükümetin icraat hükümeti olmadığını çok iyi biliyorduk. Sonuçta bir seçim hükümetiydi, seçim güvenliğini sağlamakla görevliydi. Biz bunu Sayın Başbakan’la görüşmemiz sırasında da çok açık biçimde deklare ettik, "Bu hükümetin temel görevi seçim güvenliğini ve sandık güvenliğini sağlamaktır. Başka bir ifade ile halkın iradesinin sandığa yansıyabileceği demokrasi ortamını ve can güvenliğini sağlamaktır," dedik.

İshak Karakaş – Çatışma süreciyle birlikte sizin için hükümette olmak daha da zorlaşmıştır. Öyle mi?
Ali Haydar Konca – Seçim kararının alınması ile birlikte 7 Haziran öncesindeki nispi sakin ortam –7 Haziran’dan önce de bir yığın olay oldu kuşkusuz-, nispi demokratik ortam tamamen karartılmıştı. 1 Kasım seçimlerinde çalışma yapamaz olduk. Hükümetin kurulmasından sonraki icraatlar savaş konseptinin yürürlükte olduğunun kanıtıydı. Bizim amacımız demokratik bir seçim yapılması için hükümete bakan vermekti. Daha önce Silvan’a, Silopi’ye müdahaleler yapılmıştı ama özellikle Cizre’ye müdahale yapıldığı zaman bu işin açmazlarla dolu olduğunu çok net biçimde gördük. O süreç benim için çok sancılı bir süreçtir. Çünkü ben bakandım ve Cizre’deki bütün olayların yansıması bize geliyordu. O süreçte hiç unutmuyorum, 6-7 gün hiç uyumadım. Her an telefon bekliyordum ve her an ya bir ölüm, ya bir yeni müdahale ya da ambulans ihtiyacı nedeniyle aranıyordum. Bu problemleri çözmek için içişleri bakanı, sağlık bakanı ya da valiyi sürekli arıyordum. Hiçbir zaman da olumlu bir yanıt alma şansımız olmadı. Çoğunlukla ulaşamıyorsunuz. Ulaştığınızda da işte "Ambulansları sokmuyorlar," gibi olumsuz cevap veriyorlardı. İçişleri Bakanı "Ben valiyle görüşüyorum. Orada halka yönelik bir müdahale söz konusu değildir," gibi sözlerle vaziyeti geçiştiriyordu. Ben o zaman Cumhuriyet gazetesinden Selin Ongun’la yaptığım röportajda da söylemiştim; hiçbir devlet silaha başvuran bir güce kayıtsız kalamaz, ben bunu yadırgamam da. Ama o müdahalenin şekli önemlidir. O silahlı gruba müdahale ederken onun hayatını yok etmek değil, sağ ele geçirip adil bir yargılama yapılmasını sağlamaktır demokratik ülkelerin görevi. Ama burada tabii, onun dışında bir şey vardı. Cizre’de bir kent kuşatılmıştı. Bu kentin içindeki bütün insanlar cezalandırılıyordu. Ceza topyekûndu, ıslah etmeye yönelikti. İlaç yok, ekmek yok, elektrik yok… Cesetlerin buzdolabında nasıl saklandığına tanık olduk orada. Bunun için solcu olmaya, sosyalist olmaya da gerek ya, insan olmak, vicdanlı olmak kâfidir; hiçbir vicdan orada yapılanların insani olduğun söyleyemez. Böylesi bir sürecin içinde sorumlu bir mevkide çözüm üretemeyince ruhsal bakımdan gerçekten zorlanıyorsunuz. O süreçte İMC-Tv’de Ayşegül Doğan’ın konuğu oldum. Bu programdan hemen sonra parti tarafından Cizre’ye gidileceği haberi verildi. İstanbul’dan Ankara’ya döndüm, oradan Cizre’ye giderek o malum yürüyüşümüzü yaptık. O zaman bugünkü Hükümet Sözcüsü Sayın Numan Kurtulmuş’a dedim ki, "Biz 10 kişilik bir grupla Cizre’ye girelim, başta Eş Genel Başkanımız sayın Demirtaş olmak üzere… Orada silahlı insanlarla temas kuralım, onları ikna etmeye çalışalım ve bir çatışma olmaksızın, bir tahribat olmaksızın bu sorunu çözme iradesi gösterelim." Numan Kurtulmuş "Makul bir talep, ben İçişleri Bakanı’na iletirim talebinizi," dedi. İçişleri Bakanı diğer bakan arkadaşımız Müslüm Doğan’ı aradı; "İki bakan gidebilir ama başka kimse gidemez" dedi. Bu ciddiyetsiz bir durumdu ve sonra o yürüyüşü gerçekleştirdik ama Cizre’ye giremeyerek geri döndük. 80 milletvekiliyle temsil edilen bir partinin eş başkanları, bakanları ve milletvekilleri bir ilçeye giremedi. Halkımızla temas kuramadık, onların dertlerini dinleyemedik. Belki de bizim önerdiğimiz yolla oradaki çatışmaları önleyecek bir önlemi uygulamaktan uzak kaldık. Dolayısıyla o sürecin bizatihi kendisi Türkiye’de demokratikleşme noktasında bir iradenin olmadığını, tam aksine baskının ve şiddetin giderek yoğunlaştığı, çatışmanın giderek yoğunlaştığı bir gidişi gösterdi. O süreçte Suruç’ta, Ankara Barış Mitingi’nde patlayan bombaları yaşadık. Çoğunluğu genç, çok kıymetli insanlar hayatını kaybetti.

İshak Karakaş- O zamanki hukuksuzlukları bir hukukçu olarak AİHM’ne taşıma gibi bir girişiminiz oldu mu?
Ali Haydar Konca- Şöyle… Biz Brüksel’e bir gezi planlamıştık. Resmi bir ziyaretti. Bakan sıfatı ile gidilecekti, en üst düzeyde temsilcilerle randevular alınmıştı. Biz hem Cizre olayını, hem de Türkiye’de demokrasinin tıkanma noktalarını, Kürt sorununun demokratik çözümünün Türkiye’yi nasıl demokratikleştireceğini, demokrasi sorunu ile Kürt sorununun iç içe geçtiğini çok net ifadelerle anlatacaktık. Ayrıca programımızda şu da vardı; AB sürecinde açılmayan birkaç başlığın da açılmasını talep edecektik. Bunların başında insan hakları ve hukuk meselesi geliyordu. Bu talebin karşılık bulacağına inanıyorduk. Ama ortam o kadar sertleşti ki, bizim bakanlıkta kalma şansımız artık yoktu ve partinin aldığı karar doğrultusunda istifa etmek durumunda kalınca, bu ziyaret gerçekleşemedi.
7 Haziran’dan önce kendimizi Türkiye kamuoyuna çok iyi anlattık. Kamuoyundan da çok iyi geri dönüşler aldık. Gittiğimiz her yerde insanlar ya destek veriyor ya da "Arkadaşım, biz size sıcak bakmıyoruz, bir partinin mensubuyuz ama sizin barajı geçmenizi istiyoruz. Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu sizin başarılı olmanızdan geçer," diyorlardı. Yerel basında özellikle, çok destek bulduk. Her gün HDP ile ya da adaylarıyla ilgili mutlaka bir haber çıkıyordu. Eleştirel haberler ve yorumlar da vardı ama hem yürüttüğümüz kampanyanın olgunluk düzeyi bakımından hem de dile getirdiğimiz sorunlar nedeniyle çok yapıcı yaklaşımlar söz konusuydu. Ama biz 1Kasım seçimlerine giderken Türkiye’nin bütününde olduğu gibi –biliyorsunuz genel merkezimiz yakıldı, 400’e yakın binamız tahrip edildi-Kocaeli’nde de hemen bütün ilçe binalarımıza, il binamıza saldırı oldu. Gözaltına alınmalar, çalışanlarımızın sivil militan bir kesim tarafından saldırıya uğraması, tehdit edilmesi, parti binalarımızın önünde kol gezmeler… Böylesi bir ortamda 1 Kasım seçimlerine gittik. Dolayısıyla 7 Haziran öncesi havayı kaybettik. Bütün bunlara rağmen partinin barajı aşması çok büyük başarı ama o eski performansımızı da maalesef gösteremedik.

Ahmet Tulgar: Bugünden baktığınızda rejim tartışmalarının yoğunlaşacağını ve hükümetin daha da sertleşeceğini HDP olarak saptamış mıydınız?

Ali Haydar Konca – 1 Kasım’a giderken seçim sürecinde yaşananlar Türkiye’de yeni bir dönemin habercisiydi; ben öyle değerlendiriyorum. HDP’nin yüzde 13.1 oranında oy almış olması, hükümetin tek parti tarafından kurulamamış olması genelde devlet için, özelde AKP için bir kırılma noktasıdır. Dolayısıyla topyekûn olarak HDP’nin barajın altında kalması arzu edildi. Yani hükümet kurma süreçlerine baktığınızda bunu anlamak gayet kolaydır. Gidişat içerisinde örneğin MHP belirleyici rol oynadı; hem meclis başkanlığı seçiminde hem de seçimin 1 Kasım’da yapılmasında… CHP’nin hükümet kurma görüşmelerini 33 gün uzatması da çok manidardır. Ondan sonra da Sayın Kılıçdaroğlu "Bize hükümet ortaklığı teklif edilmedi," diye bir söz etti. Teklif edilmediyse 33 gün neyi görüştünüz, bu çok üzerinde durulması gereken bir konudur. Aynı zamanda da bu istikşafı dedikleri görüşmeler süreci AKP’nin de elini rahatlatan bir süreçti. Hükümet kurulması için gerekli olan 45 günlük sürenin son 4-5 günü de ‘Kılıçdaroğlu’na hükümet kurulması için görev verilsin, verilmesin’ tartışmalarıyla geçti. Bu süre daha kısa sürmüş olsaydı, belki de iç ve dış dinamiklerin etkisi ile başka bir hükümet kurulabilirdi. Dolayısıyla o gidiş 15 Temmuz’a vardığımız noktanın da başlangıcıdır. Yani Türkiye’de demokratik teamüllerin işlemediği, parlamento iradesinin gerçek yankısını bulmadığı bir süreç anti demokratik bir süreçtir; burada tartışma yok. Esas itibarıyla haziran seçimleri öncesi yapılan yasal düzenlemeler zinciri vardır. Bir hukukçu olarak buna baktığımda zaten geleceğe dair yorum yapmak daha kolay oluyor. Millî İstihbarat Yasası değiştirildi, Polis Salahiyetleri ve Vazifesi Kanunu değiştirildi, Toplantı Yürüyüş ve Gösteri Kanunu değiştirildi, İnternet Yasası getirildi ve böylece aslında oluşturulacak olan sıkı rejimin –adı ne olursa olsun- alt yapısı sağlanmış oldu. Bürokrasi deneyimi ve uzun yıllar siyasetin içinde var olan bir insan olarak şunu söyleyebilirim, yönetme olayı ikna ve rızaya dayalı olduğu zaman bir anlam ifade eder ve yönetimin acze düştüğü, demokratik yollardan yönetemediği haller aynı zamanda baskıya yöneleceği hallerdir. Türkiye’de de yaşanan buydu, anlatabiliyor muyum?

İshak Karakaş – O süreçte bir hayal kırıklığınız oldu mu?

Ali Haydar Konca -1 Kasım seçimlerinden sonra şunu umabilirdim. Seçimlerde AKP önemli bir çoğunluk ve tek başına iktidar elde etti. Bu saatten sonra eski yaraları sarmak, kırgınlıkları gidermek, Cizre’yi, Silopi’yi, Silvan’ı, Şırnak’ı yeniden onore etmek, kucaklamak mümkün olabilirdi… Ama olmadı tabii… Sonrasında şiddet artarak sürdürüldü. Halka yönelik baskı daha da arttı. Sonuçta Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Yüksekova’da, benim memleketim Varto’da yıkım ve duygusal kopuş yaşandı. Bu Türkiye için çok büyük bir acıdır. Böyle acıların sonunda geldiğimiz nokta, yönetememe halidir ve bu aynı zamanda 15 Temmuz darbesinin zeminini oluşturdu. Darbeye tepki göstermeyen hiç kimse yok Türkiye’de. Partimiz ve partimizin tek tek yöneticileri lanetledi darbeyi. Kimden ve nereden gelirse gelsin asla tasvip edilemez bir haldir darbeler. 15 Temmuz darbesi sonrasında ne beklersiniz peki? Darbe teşebbüsçülerinin tespit edilmesini, yargılanmasını, tutuklanmasını beklersiniz. Ama tüm bunlar demokrasi ve hukuk sınırları içinde yapılır, sistem rayına oturtulur. Ama öyle olmadı. Hemen akabinde OHAL ilan edildi. Akabinde de darbe teşebbüsçüleriyle sınırlı kalmayan, aksine muhalif olan kim varsa onları tasfiye etmeye yönelik uygulamalar serisi başlatıldı. Ve şu anda tablo korkunçtur. 110 bine yakın işinden edilmiş insan var. Bilmem, 70 bine yakın tutuklu ve gözaltına alınmış insan, el koymalar, onlarca belediye başkanının derdest edilmesi, belediyelere kayyım atanması, belediye meclislerinin fiilen feshedilmesi… Özellikle HDP’ye yönelik antidemokratik uygulamalarla başta eş genel başkanları ve milletvekilleri olmak üzere bir yığın haksız ve hukuksuz tasarrufla karşı karşıyayız.

Ahmet Tulgar- Peki, OHAL döneminde Kanun Hükmünde Kararnamelerle birçok uygulama yapılıyor. OHAL dönemi bittiği zaman içeride ve dışarıda bu uygulamalar ne gibi sonuçlara yol açar?
Ali Haydar Konca- Bir ülke böyle yönetilmez, çok açık söylüyorum… Yöneticilik yapmış bir insan olarak da söylüyorum, bir ülke böyle yönetilemez. Yani bu bir kısır döngüdür, bir sarmaldır. Siz şiddet uyguladıkça insanlar bir süre susar ama ondan sonra tepki patlaması yaşanır. Dolayısıyla bunun sürdürülmesi mümkün değildir. Şimdi sizin sorduğunuz soru tabii çok teknik bir sorudur. Bu OHAL ilanı ile birlikte çıkan kararnamelerin hepsinin meclisten geçmesi gerekiyorken, geçmedi. Sadece 2 kararname geçirildi, diğerleri görüşülmedi. O kadar enteresan bir tablo ki, bunun karşısında yargı suskun. Anayasanın 148. maddesine sığınıyor Anayasa Mahkemesi ve diğer yargı organları… Aslında böyle bir şey yok.

İshak Karakaş- Bu maddeyi biraz açabilir misiniz?
Ali Haydar Konca- Tabii tabii… Benim hukuk alanımdır, açtığım davalar da var bu konuda. OHAL’de, ilan edilen kararnamelerle ilgili şekil şartı dışında Anayasa Mahkemesi’nde iptal davaları açılamaz. Sadece şekle dair nedenlerle açılabilir, buraya kadar mesele yok, hiç kimse buna itiraz etmez. Ancak Kanun Hükmünde Kararnamelerin özgül ve sınırlı bir şekli vardır. Bir, ölçülülük aşılmayacak… Yani insan hakları ihlalleri konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve anayasanın temel hak ve özgürlüklerle ilgili hükümlerinin ölçüsü aşılmayacak. İki, KHK’lerin OHAL dönemi ile sınırlanması… Üçüncüsü de özü itibariyle anayasal hakları ihlal ediyorsa, ona bakarsınız. Şimdi bakın, size somut bir örnek vereyim; bu örneğin darbe ile hiç ilişkisi yok. Darbeciler için de hukuk gerekir ama vereceğim örnek çok dikkat çekici. Bizatihi davalarını açtığımız, Barış Bildirisi’ne imza atan İzmit’te 19 akademisyen arkadaşımız var. Biliyorsunuz, çok ses getirdi bu olay. Bu arkadaşlarla ilgili süreç, Türkiye’deki hukuk darbesini ortaya koymaya o kadar uygun ki… Bu arkadaşlarla ilgili soruşturma başlatıldı, bu soruşturmalar başlatılınca biz vekilleri olarak beş on avukat arkadaş dedik ki,"Siz bu arkadaşlara disiplin cezası veremezsiniz!" Niye veremezsiniz; çünkü Anayasa Mahkemesi akademisyenlerle ilgili YÖK yasasının ilgili fıkrasını iptal etmiş. Demiştir ki, siz kendi akademisyenlerinize ceza vermeniz için özel kanun olacak, o kanunda hangi suçun hangi madde ile karşılandığı belirtilecek ve buna uygun olarak yönetmeliğini çıkartacaksınız. Ama o yok! 6 ay süre tanıdı mahkeme ama bu 6 ay içinde yasa çıkmadı. Neticede bildiriye imza atmak suç değil ama suç olsa bile akademisyenlere uygulanacak bir yaptırım yok. Yasa yok çünkü. "Dedik ki, "Yapamazsınız!" Tıkandılar… Bizden savunma istediler, "Biz savunma vermeyeceğiz" dedik, savcı itirazlarımızı yazdı. Bunu YÖK’e gönderdiler. YÖK yeniden savunma isteyerek iade etti. Biz tekrar itirazlara hazırlanırken bu arkadaşlar KHK ile ihraç edildi. Sürecin bu boyutu öyle… Bunun üzerine avukatlar olarak bir kısmımız Danıştay’da, bir kısmımız İdare Mahkemesi’nde dava açacağız, dedik. Ben Danıştay’da açalım, diyenlerdendim. Danıştay Yasası’nda açıkça şunu söylüyor ‘Bakanlar Kurulu kararı nedeniyle açılacak davalara Danıştay ilk derece mahkemesi olarak bakar.’ Bazı avukat arkadaşlarda "Bu bir idari işlemdir, İdari Mahkemesi’nde açalım," dedi. Böylece bir kısmımız Danıştay’da bir kısmımız İdare Mahkemesi’nde dava açtık. Danıştay’dan ret kararı geldi. Kararda diyor ki, " Her ne kadar Danıştay Kanunu’nun ilgili maddesi Bakanlar Kurulu’nun kararlarıyla ilgili davalara Danıştay ilk derece mahkemesi olarak bakar diyorsa da bu Bakanlar Kurulu’na cumhurbaşkanı başkanlık yaptığı için bu normal bir Bakanlar Kurulu kararı değil. Onun için biz bakamayız!" Olacak iş değil… Yol da gösteriyorlar! "Bunu bir idari işlem olarak düşünün, İdare Mahkemesi’nde dava açın," diyorlar. Peki, bu bir yol… Bizim hakkımız kaybolmuyor, Danıştay dosyayı İdare Mahkemesi’ne gönderecek ama İdare Mahkemesi’nden dava açan arkadaşlara gelen yanıt çok daha enteresan. İdare Mahkemesi de diyor ki, "Bu bir idari işlem değildir. Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılmış Bakanlar Kurulu kararıyla kamu görevinden çıkarma hali olduğundan biz buna bakamayız!" Peki, o bakmıyor bu bakmıyor, kim bakacak kardeşim! Hiç kimse… Böyle hukuk olur mu, böyle devlet işleyişi olur mu?
Biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi iki üyesini sorgusuz sualsiz ihraç etti. Gerekçesi de utanç verici bir gerekçe. Şunu söylediler, "Her ne kadar hakkında araştırma ve inceleme yapılmamış olsa da gözlemler ve duyumlara göre edindiğimiz kanaat sonucu…" Bunu söyleyen Anayasa Mahkemesi. Bir mahkeme bunu söylüyor. Savunma hakkı en temel haktır, o yok. Yargılanma hakkı en temel hak, o da yok. Al kapıya bırak… Şimdi böylesi bir süreçte kimi arkadaşlar, haklı ve doğru olarak "İç hukuktan sonuç alamıyoruz. AİHM’ne gidelim," dediler. AİHM, Türkiye’de iç hukuk yolları tüketilmediği için davaya bakmayı reddetti. Şimdi Sayın Demirtaş’la ilgili dava, nedendir bilmiyorum, Anayasa Mahkemesi’nde bekletiliyor, görüşülmüyor. Yani MustafaBalbay, Mehmet Haberal kararına rağmen ‘haksız tutukluluk hali’ konusunda açılan davaya bir türlü bakmıyor mahkeme, dosyayı elinde tutuyor. Normalde AİHM’nin bu işe bakması gerekir, ama bakar mı bakmaz mı, göreceğiz bunu.
Biliyorsunuz Kopenhag’da bir toplantı yapılmış ve insan haklarıyla ilgili olarak ilişkileri askıya alma, yaptırım uygulama gibi görüşler ortaya çıkmıştı. Bakın, kararname önümde. Çok enteresan bir şey, Bakanlar Kurulu’nun 2.01.2017 tarihinde karara bağladığı KHK’nin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihi 23.01.2017… Bu kararname ile Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu oluşturdular ya, bu tamamen bir mizansen; başka bir şey değil. 02.01. 2017 tarihinde toplanan bir Bakanlar Kurulu kararını yayımlamak için niye ayın 23’ü beklenir? Çünkü o süre içinde Avrupa Parlamentosu’nun toplantısından ne karar çıkacak, ilişkiler ne olacak; bu konular değerlendirildi. Belki de görüşmeler yapıldı, bunu bilmiyoruz. Sonuç itibarıyla böyle bir komisyon kuruldu. Bugün Mart’ın 10’u ve hala bu komisyon kurulmuş değil. Neredeyse 2 aya yakın zaman geçti. Bu komisyonun kurulduğunu var sayalım, 7 kişilik komisyonun görev süresi 2 yıl ve bu süre Bakanlar Kurulu kararı ile uzatılabilir. Bu komisyon 2 yıl içinde sayısı 100 binlere varan dosyaları hangi kriterlere göre araştıracak da haksızlığı giderip mağdurlar hakkını geri kazanacak. Bu, tamamen AİHM’ne başvuruyu uzatmaya yönelik bir maddedir, başka hiçbir anlamı yoktur. Çünkü prosedürü şöyle belirlediler, bu komisyon eğer senin talebini reddederse sen bu komisyon aleyhine yeniden İdare Mahkemesi’ne dava açabilirsin. İdare Mahkemesi’nde aç, o reddetti Danıştay’a git, o da reddetti Anayasa Mahkemesi’ne git, o reddedince de AİHM’ne git… En az 10 yıllık süreçtir bu. 10 yıl sonra da kim öle kim kala. Böylesi bir tablo. Dolayısıyla hukuk düzeni ciddi manada askıya alınmıştır, işlemiyor.

İshak Karakaş- HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında CHP kilit rol oynadı. Biliyorsunuz, CHP’nin oyları ile mecliste tüm milletvekili dokunulmazlıkları bir defaya mahsus kaldırıldı. Ama hedefin HDP milletvekilleri olduğu herkes tarafından biliniyordu. CHP neden böyle davrandı peki?

Ali Haydar Konca- CHP hiçbir şey yapmasaydı kâfiydi, biliyor musunuz? Bir şey yapmasına gerek yoktu. Sadece "Bu anayasaya aykırıdır ama ben evet oyu vereceğim" demeseydi, kâfiydi. Anayasa değişikliği yapamazlardı o zaman. Tek tek meclise getirip herkesin dokunulmazlığını kaldırabilirlerdi. Ama CHP Genel Başkanının desteği iktidara bir meşruiyet zemini sağladı. Dokunulmazlıkların geçmişe yönelik topyekûn olarak kaldırılmasıyla bugünkü hazin ve Türkiye’yi dünya kamuoyu önünde aşağılarda gösteren tabloyu yaşıyoruz. Bu, bir siyasi partiye yönelik linç faaliyetidir, siyasi bir katliamdır; başka hiçbir şey değildir. Yani bu partinin eş genel başkanları dâhil 11 milletvekilini içeri tıkmak, bırakınız onu ‘savunmaya gitmiyor’ diye hakkında zorla getirme kararı çıkarmak ve her defasında derdest etmek bir siyasi partinin linç edilmesinden başka anlam ifade etmez. Dolayısıyla CHP’nin dokunulmazlıklar konusundaki tavrı çok açık bir şekilde demokrasi ile bağdaşmayacak bir tavırdır. Bu konuda günahı oldukça ağırdır, kim ne derse desin… Bunun faturasını halk onlara nasıl çıkartır bilmiyorum ama bu yanlış gidişi en azından tabanının içine sindirmemesi gerekir, diye düşünüyorum.

Ahmet Tulgar- Türkiye OHAL koşullarında bir referanduma gidiyor ve HDP Eş Başkanları, milletvekilleri tutuklu. Gazeteler susturulmuş, medya susturulmuş, gazeteciler tutuklu. Böyle bir ortamda referanduma gidiliyor ama buna rağmen öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin istediği olmuş değil. Meral Akşener böyle bir dönemde referandumun iptal edilebileceğini söyledi. Mümkün bu?
Ali Haydar Konca-Bir defa bu bir anayasa değişikliği değildir. Birtakım amaçların tatminine yönelik bir paket bu. Çünkü anayasa bir toplumsal uzlaşmadır, toplumun ve devletin omurgasıdır. Dolayısıyla toplumun bütün dinamiklerinin, bütün siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla oluşturulan, -bu da yetmez- aynı zamanda kurucu meclis tarafından yapılan ana metinlerdir. Sıradan bir olay değil bu… Türkiye’nin 100 yıllık geleceğini belirliyorsunuz. Darbe yaparsınız, bir anayasa yapılır ama bu öyle bir olay değil. Sözüm ona sivil bir zeminde anayasa değişikliği yapıyorsunuz ama bu anayasa değişikliğinin nasıl hazırlandığı hakkında kimsenin bilgisi yok. İşte, MHP ve AKP anlaştılar, hatta onların kendi ürünleri olmadığı da söyleniyor. Saray’da danışmanların ve hukukçuların yaptığı bir metin duruyor önümüzde. Bu halde bir anayasa yapılması demokratik olmamasının ötesinde kimseyi tatmin etmez. Zaten olmayan demokrasi içerisinde OHAL ile birlikte anayasayı halkoyuna sunacaksanız. Bu koşullarda kim, neyin propagandasını, nasıl yapacak? Somut olarak görüyoruz, ‘evet’ diyenlerin propaganda yapma hakkı ve güvencesi var ama ‘hayır’ diyenler sokağa çıkamıyor, sokağa çıksa derdest ediliyor. Silahla yaralananlar var, tehdit edilenler var, bıçaklananlar var, tutuklananlar var. Sayın Ahmet Türk bırakıldığında Diyalog Grubu olarak Zülfü Livaneli filan ziyaretine gitmiştik. Orada tabloyu daha iyi gördük. Halkların Demokratik Partisi’nin yönetim kademesinde olup da içeride olmayan kimse yok. Parti felç edilmiş, çalışamaz halde. Böylesi bir ortamda yapılacak bir halk oylamasının bir anlamı olabilir mi? Buna meşruiyet demek mümkün müdür? İnsanların propaganda yapma, kendi düşüncesini yayma olanaklarından yoksun olduğu bir ortamda nasıl sağlıklı bir kanaat oluşturulacak! Yığınla televizyon, radyo, yayın organı, demokratik kitle örgütü, STK kapatıldı. Gazeteciler tutuklandı. İşte bizim Çağdaş Hukukçular Derneği kapatıldı. Türkiye’deki en dinamik derneklerden biri. Hukuksuzluğun üzerine cesaretle giden hukuk insanlarının üye olduğu bir dernek artık yok. Hangi gerekçeyle? Hiçbir gerekçe yok. Hangi yasadışı işi yapmış? Yok… Şimdi dolayısıyla böylesi bir ortamda yapılan bir referandumun hem hukuki hem de demokratik haklar anlamında meşruiyetinden bahsetmek mümkün değildir.
Referandum iptal edilebilir mi edilemez mi? Edilebilir… İsterlerse iptal edebilirler. Ama onun bir gerekçesini de yaratmalılar. Gerçek gerekçesi ‘hayır’ oylarının önde olması olsa bile en azından kamuoyu önünde kabul edilebilir bir gerekçe oluşturulması gerekir. ‘Evet’ oyları az çıkacağı için ben vazgeçtim, diyemezler tabii. Gerçekten böyle bir niyet söz konusuysa, ona dair bir gerekçe oluştururlar, diye düşünüyorum.
Ahmet Tulgar- Bunun somut bir olasılık olduğunu düşünüyor musunuz peki?

Ali Haydar Konca- Valla, bu koşullarda öngörüde bulunmak çok zor. Tabii Meral Hanım bir takım bilgilere dayalı olarak iptal edilebileceğini söylüyor. Bu ülkede olmayacak şey yok, mümkündür. Şöyle bir şey de var; ok yaydan çıktıktan sonra onu geri döndürmek kolay değil. Onun için diyorum, büyük ve makul bir gerekçe olmalı. Aksi halde gerekçesiz bir iptal kararı ‘hayır’ çıkmasından daha olumsuz sonuçlara da yol açabilir. Sonuç itibarıyla bu referandum hal ve şartlar ne olursa olsun, bütün olumsuzluğuna rağmen yapılmalı ve ben ‘hayır’ çıkmasını arzu ediyorum. Türkiye’nin demokratik bir zemini yakalaması bana göre ‘hayır’dan geçiyor. Yapılmaması da olumlu sonuç vermez, yapılıp ‘evet’ çıkması da…

İshak Karakaş- Az önce hayır propagandası yapan insanlara karşı saldırı ve tehditlerden söz ettiniz…

Ali Haydar Konca- Bunu Sedat Peker bile söylüyor canım…

İshak Karakaş- Şunu soracaktım, geçenlerde Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik "Referandumdan hayır çıkması halinde 7 Haziran’dan sonraki kaosu mumla ararsınız" gibi bir tweet attı. Referandumun sonuçları nasıl bir tablo ortaya çıkarır? Böyle bir olasılık görüyor musunuz?

Ali Haydar Konca- İlnur Çevik’in o beyanı kendisine has bir beyandır. Bence her şeye rağmen Türkiye halkları Kürdiyle Türküyle, Alevi’siyle Sünni’siyle sağduyu sahibidir; ben böyle görüyorum. Eğer sağduyu sahibi olmasaydı, inanın şu yaşanan süreç bir iç savaşın zeminini oluşturmuş olabilirdi ve insanlar birbirini boğazlayabilirdi. Bu ülkenin insanlarının birbiriyle sorunu yok. Sorun bir yerlerden üretiliyor, bir yerlerden yaratılıyor. Ben ‘hayır’ çıkmasının bu felaket tellalının söylediği sonuçları doğuracağına inanmıyorum. Aksine ben ‘hayır’ çıkmasının Türkiye’nin de Ortadoğu’nun da hayrına olacağını düşünüyorum. Yani insanların birbirine yeniden sempatiyle bakabileceği, yeniden bir arada barış içinde yaşam iradesini gösterebileceği bir zemin yaratacağını düşünüyorum. İnsanlar şunu çok iyi görüyor; biz bu ülkede bir arada yaşamak zorundayız. Geçenlerde Halk TV’de CHP milletvekili Barış Yarkadaş da açıklamıştı; HDP’nin tabanına yönelik anketlerde yüzde 75-80’i "Biz ayrılmak istemiyoruz kardeşim," diyor. Böyle bir irade var ya… Böyle bir iradenin olduğu yerde –hani bölüyor, parçalıyor diyorlar ya- konuşmak, diyalog temel çözüm yoludur, demokrasi temel çözüm yoludur. "Ayrılmayacağım kardeşim, birlikte yaşayalım. Ama nasıl yaşayalım! Eşit yaşayalım, özgür yaşayalım, aynı statü ile yaşayalım, dilimi rahat kullanabileyim," diyor. Bundan daha insani bir şey olabilir mi? Ben ‘hayır’ çıkması halinde bir sorun yaşayabileceğimizi düşünmüyorum, aksine ‘evet’ çıkması halinde sorun yaşanacaktır. Çünkü ‘evet’ demek demokrasinin rafa kaldırılması, bugünkü OHAL’in devamı demektir. Bugün yasama ve yürütme zaten iç içe. Ama anayasa değişikliği ile birlikte bir parti genel başkanının aynı zamanda cumhurbaşkanı olduğu ve bütün tasarrufları tekeline aldığı bir zemin doğacaktır. Başka bir şey söyleyeyim; demokrasilerde dengeyi sağlayacak mekanizma, yargıdır. Anayasa Mahkemesi’nin bütün üyelerini direkt ya da dolaylı olarak partili cumhurbaşkanı atıyorsa, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nu –Yüksek’ini atıyorlar şimdi- dolaylı veya direkt cumhurbaşkanı belirliyorsa, bütün devlet kurumlarının üst düzey yöneticilerini cumhurbaşkanı atıyorsa, cumhurbaşkanı kararname çıkarma yetkisine sahip oluyorsa oradan demokrasi çıkar mı? Ve bu kararnamelerin yargısal denetiminin mümkün olmadığını düşündüğünüzde hiçbir ülke bunu kaldıramaz. Böyle bir ülkede rejimin adı cumhuriyet, yönetim biçimi demokrasi olamaz. Burada şahıs tartışması yapmanın gereği yok. Bunun Ahmet, Mehmet, Veli olması hiç fark etmez. Hatta İlhan Kesici’nin deyişiyle bu yetkileri evliyaya da verseniz oradan otoriterlik çıkar, başka bir şey çıkmaz. Rıza ile yönetimden yana olan biri bile elinde erk varsa, rıza ile yönetemediğinde istemeyerek de olsa bu gücü kullanır. İşte, anti demokratiklik oradan başlıyor. Sosyalistler hep "Dünya tarihi sınıf savaşlarının tarihidir" der ama inanın, dünya tarihi aynı zamanda otoriter sistemleri demokrasi ile sınırlamanın da tarihidir. Çünkü siz otoriteyi yasalarla sınırlamadığınız zaman, orada meşruiyetin zemini ortadan kalktığı gibi her türlü keyfiyet gündeme gelir. Bu monopol yönetimidir ve meşruiyet krizi, o otoritenin tartışılmasına yol açacaktır.

İshak Karakaş- Referandumdan sonra yeniden çözüm masası kurulur mu? Suriye’deki gelişmelerle birlikte ele aldığınızda bu konuda dersiniz?

Ali Haydar Konca- Demin de söylediğim, gibi bir toplum böyle yönetilemez. Toplumun her kesimine bir baskı cenderesi uygulanıyor. Demokrasiye dönmemiz lazım ve bunun anahtarı Kürt sorunudur. Baştan söylediğim sözü yine söyleyeyim, Kürt sorunu ile demokrasi sorunu iç içe geçmiştir. O nedenle bütün siyasi, sivil, demokratik güçlerin bu iki sorunun iç içe geçtiğini kavraması ve kendini ona göre mevzilendirmesi gerekiyor. Biri çözülmeden, diğeri çözülmez. Kürtlerin de bunu çok iyi anlaması gerekiyor. HDP tabanı bunu çok iyi anlamıştır. HDP’nin Türkiyelileşme, Türkiye partisi olma çabasının temelinde de bu öngörü, bu derin mantık yatıyor. O nedenle de bütün demokratik güçlerin, çözüm sürecinin yeniden başlaması için çaba sarf etmesi gerekiyor. Parlamento içerisinde kolaylaştırıcı mekanizmalar oluşturmak suretiyle, denetlenebilir bir şekilde çözüm sürecinin yeniden başlaması şahsen dileğimdir. Türkiye’nin sorularını çözmek de buradan geçer. Ama nesnel olarak baktığınız zaman Türkiye’de sükûnetin sağlanması, kolektif aklın egemen olabilmesi, sağlıklı düşünebilme mekanizmalarının gelişebilmesi, iktidar açısından biraz Ortadoğu’daki, Suriye’deki, Rojava’daki gelişmeler bağlıdır büyük oranda. Oradaki dengelerin yerine oturması ve Suriye ölçeğinde Kürt sorununun stabilizasyona girmesi hali, Türkiye’de çözüm sürecine başvurma iradesini güçlendirecektir. Ancak orada dengeler oturmadan burada çözüm sürecinin başlayacağına dair maalesef çok fazla ümit beslemiyorum açıkçası.
Tabii, Büyük Ortadoğu politikası, enerji meseleleri, küresel güçlerin hegemonya kurma çabaları nedeniyle Ortadoğu yeniden paylaşım mücadelelerine sahne oluyor. Bu Ortadoğu’nun kaderi oldu. Biz umuyoruz ki Türkiye Ortadoğu dengelerinde sürekli zikzaklar çizen bir politika yerine daha sağlıklı, daha uzlaşmacı, barışa yönelik, savaştan uzak,İnsan haklarına dayalı bir kolektif aklı egemen kılsın. Suriye’yi de, Irak’ı da, İran’ı da kapsayacak bir çözüm modeli üretmiş olsun. Dileğim odur…

İshak Karakaş- Çok teşekkür ederim değerli düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için…

Ali Haydar Konca- Ben teşekkür ederim. Umarım Türkiye hak ettiği yere gelir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Tulgar & İshak Karakaş Arşivi