Pelin Cengiz
Paris Anlaşması’nın 5. yılında dünya iklim krizinin, Erdoğan kendisinin ateşini düşürme peşinde
Paris İklim Anlaşması’nın kabulünün üzerinden tam beş yıl geçti.
Eleştirilecek, eksik bulunacak, geliştirilecek yanları olmakla birlikte 12 Aralık 2015 tarihinde Fransa’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Convention on Climate Change - UNFCCC) 21’nci Taraflar Konferansı'nda kabul edilen anlaşma, küresel anlamda düşük karbon ekonomisine geçişte şu ana kadar eldeki en kapsamlı, en uygulanabilir metin niteliğini taşıyor.
Bu anlaşmanın en önemli özelliği, tüm ülkelerin beyanlarından oluşan katkılara dayanacak bir sistem inşası kuracak olmasıdır.
Paris İklim Anlaşması’nın uzun dönemli temel hedefi, sanayileşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışının ideali 1,5°C’nin, mümkünse 2°C’nin olabildiğince altında tutulmasıdır. Bu hedef petrol, kömür gibi fosil yakıtların kullanımının azaltılması, geçiş, uyum ve çıkış politikalarıyla terk edilmesi ve yenilenebilir enerjinin artırılması prensibine dayanıyor.
Anlaşma, tüm paydaşlara, yatırımcılara, işletmelere, sivil toplum örgütlerine ve politika yapıcılara temiz enerjiye küresel olarak geçişin vazgeçilmez olduğuna ilişkin açık bir mesaj gönderiyor.
Bir uluslararası hukuk metni olarak anlaşmanın her ne kadar ülkeleri bağlayıcılığı olmadığı söylense de, küresel sıcaklık artışının 1,5°C’de sınırlandırılması hedefi bağlayıcılık içeriyor.
Paris İklim Anlaşması, 22 Nisan 2016 tarihinde New York’ta düzenlenen üst düzey bir törenle Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCC) taraf ülkelerin imzasına açıldı.
Türkiye, bu toplantıda anlaşmayı imzaladı ancak TBMM’de onaylamadı.
Anlaşma, 5 Ekim 2016 tarihinde küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55’inin en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda 4 Kasım 2016’da yürürlüğe girdi.
Bundan sonraki süreçte ülkeler anlaşmayı kendi parlamentolarına getirerek onayladı.
Şu anda anlaşmaya taraf olan ancak onaylamayan Türkiye ile birlikte yedi ülke var: Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya, Yemen…
Gelelim Türkiye’nin yıllardır değişmeyen ve bu gidişle de değişmeyecek pozisyonuna ve anlaşmayı imzalamama sebebine…
Türkiye’nin anlaşmayı onaylamama gerekçesi olarak temel argümanı, iklim anlaşmasının yükümlülüklerini yerine getirdiği takdirde "Yeşil İklim Fonu" olarak adlandırılan finansal yardımlardan yararlanamayacak olması iddiasına dayanıyor.
Çünkü, temel olarak bu finansal yardımlar iklim krizine neredeyse hiç etkisi olmadığı halde en çok etkilenen ada ülkeleri ve yoksul ülkeler için ayrılıyor.
Doğal olarak, özellikle 2020 sonrası dönemde yeni iklim rejiminin hedeflerini ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağını ortaya koyan Paris Anlaşması kapsamında gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere mücadele ve uyum için finansman desteği sağlaması öngörülülüyor.
Hedef 2020 yılı itibariyle gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere her yıl en az 100 milyar dolar kaynak aktarması olarak belirlenmişti.
Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanma şansı Paris Anlaşması ile başlayan süreçte şimdilik mümkün değil.
Kırılganlık seviyesi benzer olmasa da benzer gelişmekte olan bazı ülkeler fondan yararlanabilirken, Türkiye’nin yararlanamıyor oluşu Paris Anlaşması’nın Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi bağlamında ele alınıyor olması ile ilgili bir konu.
Türkiye’nin Ek-1 üyesi olarak gelişmiş ülkeler statüsünde değerlendirilmesi Yeşil İklim Fonu’na erişimi engelleyen bir faktör. Ek-1’de 40 ülke ve Avrupa Birliği ülkeleri bulunuyor.
Hem kesin azaltım sorumluluğu yüklenen ülkeler (Ek-1) hem de azaltım için mali ve teknolojik yardım sağlamakla yükümlülüğü arasındaki ülkeler (Ek-2) arasında yer alması, Türkiye’nin yaklaşık 30 yıl boyunca bu listelerden çıkmak dışında başka hiçbir iklim diplomasisi hedefi koymamasına neden oldu.
Bu hedefsizliğin bir uzantısı olarak, 1992’de Rio’daki zirveye katılan Türkiye, Ek-1 ve Ek-2 tartışmaları yüzünden 1994’te yürürlüğe giren Çerçeve Sözleşme’ye taraf olmak için 2004 yılına kadar bekledi.
Türkiye’nin, "sorunu çözme" çabası yönündeki ayak diretmesi şu ana kadar olumlu bir sonuç getirmedi. Türkiye’nin belli açılardan argümanlarında haklılık payı olabileceği şerhini de koyarak, eylemsizlik ve politikasızlık bir politika değildir.
Dünyada, iklim diplomasisi de böyle işlemiyor üstelik.
Bu Türkiye’nin elini güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Türkiye, küresel iklim politikalarında bir aktör olarak yer alması fırsatını kaçırıyor.
Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı (Nationally Determined Contributions - NDC) beş yıl önce sunulduğu üzere emisyon artışından 2030 yılına kadar yüzde 21’e kadar bir artıştan azaltım olarak açıklandı ve bir daha güncellenmedi. Yapılan hesaplar, Türkiye’ye ait baz patikanın da azaltım patikasının da küresel sıcaklık artışını sınırlama hedeflerinin yakınından bile geçemediğini gösteriyor.
İklim politikaları açısından dünyada hareketli ve iddialı bir döneme girildi: Avrupa Birliği 2030 için yüzde 55’lik bir iklim hedefi belirledi, Çin 2060 için karbon nötr olma hedefini açıkladı. Japonya, Güney Kore, Güney Afrika ve Kanada ise sıfır emisyon planlarını açıkladı, ABD ise, Joe Biden’ın kazandığı başkanlık seçiminin ardından Paris Anlaşması’na geri dönüyor.
Bu gelişmelerle birlikte iklim diplomasisi artık uluslararası ilişkilerin ayrılmaz bir parçası haline geliyor.
Türkiye’nin 1990’lardan bu yana küresel iklim görüşmelerinin parçası olmasına rağmen sorumluluk almaktan kaçınması sebebiyle ortaya çıkan "iklim eylemsizliği" giderek daha fazla göze batıyor.
Anlaşmayı onaylayıp, tartışmalara girebilse, oyunun dışında kalmayıp yeni iklim rejiminin ve diplomasinin gereklerini yapsa, belki bu sorun şimdiye kadar çözülmüştü.
Çünkü Türkiye emisyon azaltımı ile kendini bağlamak istemiyor, kömürlü termik santrallerden, madenlerden, nükleer santral yatırımlarından, denizlerdeki doğalgaz kaynaklarını çıkarmaktan vazgeçmek istemiyor. Uluslararası kamuoyunun önünde herhangi bir taahhüt altına girerek elini kolunu bağlamak istemiyor. Yenilebilir enerji yatırımlarını, biokütle santrallerinde lastik gibi maddeleri yaktırarak kirli sanayileri kalkınma için, büyüme için kullanmak istiyor. İklim kriziyle mücadele kapsamında düşük karbonlu ekonomiye küresel düzeyde geçilmesi meselesi insanların yaşamlarını, üretim ve tüketim biçimlerini değiştirecek köklü bir değişim öngörüyor. Türkiye, israf ekonomisinden vazgeçmek istemiyor.
Bunlar, 21’nci yüzyılın ruhuna aykırı…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Azerbeycan seyahati sırasında, "Paris İklim Anlaşması ile ilgili 2015'te Paris'teyken müzakerelerde Türkiye adına birtakım talepleriniz olmuştu ve yerine getirileceği taahhüdü verilmişti ama hala yerine getirilmedi. Son G20 Zirvesi'nde de siz bu konuda şerh düştünüz. Müzakereler devam ediyor mu? anlaşmayı Meclis'ten geçirmeyi düşünür müsünüz?" sorusu soruldu.
Erdoğan, konuyla ilgili eski Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve Almanya Başbakanı Angela Merkel'in, "Gelişmekte olan ülkeler statüsünde size yapılması gereken destekleri yapacağız" şeklinde verdikleri sözü tutmadıklarını belirtti. Bunun üzerine konuyla ilgili her toplantıda, "Sözünüzü tutmadınız. Sözünüzü tutmadığınız için ben buna imza atmam. Ama sözünüzü tutar da Türkiye'ye yapılması gereken desteği yaparsanız, o zaman imzayı atarım" dediğini hatırlatan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Suudi Arabistan'daki G20 toplantısında yine bunu yerine getiremediler. Hep bize dayatma yapmaya çalışıyorlar. İşte 'Bu 20'de 20 çıksın. Bunu başaralım' diyorlar. Dedim ki 'Yani kusura bakmayın, 20'de 20 çıkacaksa, 20'de 20'nin vereceği onayla bunun çıkması lazım. Siz bu onayı vermiyorsunuz, bizi köşeye sıkıştırıp 'gel işte buna evet' de ve 'Riyad G20 toplantısı başarılı bir şekilde sonuçlandı desinler' diyorsunuz. Hayır. O zaman ne olacak? İşte Paris'teki toplantıda, 'orada şöyle olur, böyle olur vesaire.' Ne oldu? Bizim imzamız olmadan 19'la bu çıkmış oldu. Şimdi Londra'da yapılacak toplantıda bu konu yine önümüze gelecek. Tabii biz orada şerhimizi en geniş manada ortaya koyacağız. Çünkü bizi gelişmiş ülkeler statüsünde tuzağa düşürmek istiyorlar. Olay bu."
Bu sözler herhangi bir politikanın parçası değil…
Yukarıda da bahsettiğim üzere, Paris İklim Anlaşması kapsamında 2020 itibariyle Yeşil İklim Fonu’nda yıllık 100 milyar dolar finansman yardımı yapılması hedefleniyor.
Türkiye, 2020 yılının ilk 10 ayında sadece yerli kömüre 100 milyon lira destek verdi. Son dört yıllık destek ise 230 milyon lira.
Diğer yandan sadece ekim ayında kapasite mekanizması kapsamında "piyasa şartlarında çalışması zorlaştığı" gerekçesiyle 39 kömür, gaz ve hidroelektrik santraline 211 milyon lira ödeme yapılıyor.
Türkiye 2019 başından bu yana yaklaşık iki yıllık sürede büyük kısmını döviz kurlarını baskılamak üzere Merkez Bankası rezervlerinden 133 milyar doları havaya saçarak heba etti. Üstelik bu işlemler şeffaflıktan uzak şekilde gerçekleştirildi. Kur düşmediği gibi ne uğruna harcandığı belli olmayan rezervler eksi seviyelere indi. Türkiye’nin rezervleri, Merkez Bankası’nın döviz yükümlülükleri ve swap ile alınan ödünç miktarlar düşüldüğünde eksi 49 milyar dolara geriledi.
"Kendi evindeki ziynet eşyalarını" böyle kolayca har vurup harman savuran Türkiye, yoksul ülkelerin "evi yıkılmasın" diye kullanılacak 100 milyar dolarlık kolektif fondaki paraya göz dikiyor. Bu, Türkiye ekonomisinin önündeki en büyük sorunlardan biri. İsraf ekonomisinden, Hazine garantili projelerden vazgeçilmezken, Merkez Bankası'ndaki yedek akçeleri bile Hazine'ye devredildi.
Türkiye’yi kim niye iklim finansmanı mekanizmalarından faydalandırsın?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye atmosfere sera gazlarını saladursun, evdeki hesaba kitaba hiç bakmadan "bizi uzağa düşürüyorlar" diyor. Tuzak Türkiye’nin kendi evinde. Bu Erdoğan’ın gelişmelerden doğru bilgilendirilmediği gibi bir ihtimali ortaya çıkarsa da, Türkiye’nin acil olarak finansal kaynaklarını doğru, adil, eşit ve şeffaf şekilde kullanmaya başlaması için önemli bir fırsat.
Son olarak bitirirken, Konda ve İklim Haber’in yeni yayınladığı "Türkiye’de İklim Değişikliği ve Çevre Sorunları Algısı 2020" araştırmasına atıf yapmak gerekli. Araştırmanın sonuçlarından şu yazıda bahsetmiştik.
Toplumda her iki kişiden biri iklim krizinin Covid-19’dan daha büyük bir kriz olduğunu düşünürken, toplumun yüzde 70’i iklim krizinden endişe duyarken, gözünüzü, kulağınızı bu gerçekliğe kapatamazsınız…