Annenin duyguları ve kutsallığı

Tanrı'nın ilk kadından bu yana kadının içine koyduğunu sandığımız, "fıtrat" diye adlandırdığımız şey aslında bir anlatıdan, bir söylenceden ibarettir. Annelik anlatılarında değişmeyen tek çizgi ise erkek egemenliğinin korunmasıdır; bu asla değişmez.

Önceden bazı filmlerde, ‘annelik duygusu’ olarak pazarlanan ve annenin insanüstü bir güce sahip olduğu bir tema işlenirdi. Bu filmlerde, anne, bu özel ve tanrısal güç sayesinde bebekken kaybettiği çocuğunu, hiçbir somut veri olmadan, sadece bu duyguyla tanırdı. Genellikle filmin final sahnesi, anne ve çocuğun bu duygusal bağ sayesinde birbirlerine kavuşmasıyla son bulurdu. Bu kavuşma sahneleri, birçok izleyici için çok dokunaklı olurdu. Kavuşanlar sevinirken, izleyiciler de çoğu zaman sevinç ve derin bir hüzünle ağlardı. En sevinçli anlarda bile hüzün ve sevinç iç içe geçerdi. Peki, izleyicide bu hüzün neden oluşurdu? Filmlerde, bizim bir daha asla kavuşamayacağımızı bildiğimiz kayıplara, başkalarının kavuştuğunu görmek, içimizde bu arzu ve umudu canlı tutmanın sevincini uyandırırken, henüz kendimizin kavuşamamış olması ve belki de hiç kavuşamayacak olma düşüncesi de bir hüzün yaratırdı.

Anne-çocuk ilişkisi büyüme süresince sürekli olarak değişir ve dönüşür. Her değişimde eski bir durumu kaybeder, yeni bir ilişki biçimine geçeriz. Anne karnındaki hal, doğumla birlikte anne kucağına taşınır. Yürümeyle birlikte çocuk, anne kucağını kaybeder ve anneyle birlikte yürümeye başlar. Her gelişme, yeni’ye dair bir sevinç getirirken, yitirilmiş olanın geri gelmeyecek biçimde mutlak bir kayıp olduğunu da fark ederiz ve özleriz. Kavuşmak, bu kayıplarla, anlamlandıramadığımız ama bir daha bulamayacağımız yitiklerle de ilişkilidir. Annenin doğal halindeki bu içsel duygu, anne-çocuk ilişkisini regüle eder ve bilinmezde, karanlıkta dahi annenin yolunu bulmasına yardımcı olabilir. Yıllar sonra kaybettiği çocuğunu, sadece bu duygunun izini sürerek bulabiliyor. Güzel bir hikâye, ama aynı zamanda yanıltıcı bir hikâye...

İnsanın doğası

Çoğumuz, insanın bir "ilk" ya da "doğal" hali olduğuna inanırız. Daha sonra bu doğal halin, kültürle birlikte değiştiğini düşünürüz. Ancak bu değişimlere rağmen insanın özünde sanki bazı şeylerin değişmeden kaldığına dair bir inanç var. Fakat bu düşünce problemli. İnsanın gerçek "doğal" hali belki de cennetteki haliydi: çıplak, saf, henüz şeytana uymamış hali. Cennetten kovulmasıyla birlikte, insan yeryüzündeki yaşamında doğayı şekillendirirken bu doğallığı kaybetti. Kültür ve doğa düalizmi... Aslında "doğal" dediğimiz her şey, yeryüzünde kültürün etkisiyle oluşmuş, ‘ikinci doğa’ldır. Yani kültür, insanın ikinci doğası galiba.

Fabian Bernhardt, "İntikam" adlı kitabında, doğal olarak kabul edilenin aslında hiç de doğal olmadığını, "doğal" sandığımızın modern bir masaldan ibaret olduğunu yazar. Önemli modern devlet kuramcılarından sayılan Thomas Hobbes ise insanın ‘doğal’ halinde birbirine düşman ve yok edici olduğunu, bu vahşiliğin ancak devlet aracılığıyla kontrol altına alınabileceğini savunur. Hobbes, toplumdaki iktidar hiyerarşisinin gerekliliğini, yani devletin mutlak olması gerektiğini yazar. Ona göre, insan doğası vahşi, barbar ve ilkel olup, her insan diğerine karşıdır. Aslında ‘insanın doğası’ diye başlayan her anlatı her zaman sorunludur.

Uwe Wesel, "Matriyarkal Söylencesi" (Der Mythos vom Matriarchat) adlı eserinde, Amerika yerlisi İrokezler’in toplumsal örgütlenmelerinde böyle bir hiyerarşi olmadığını ve topluluklarının "düzenli bir anarşi" içerisinde yaşadıklarını yazar ve bu görüşüyle aslında dolaylı olarak da Hobbes'i eleştirir.

Bernhardt ayrıca "doğa" söylencesinin Aydınlanma döneminde devam ettiğine dikkat çeker. Bilindiği üzere, Jean-Jacques Rousseau, insanın doğal halini zamanla kaybettiğini ve bu doğal hale geri dönerek gerçek mutluluğa ulaşacağını savunur. Yani ona göre insanın bir doğal hali vardır ve bu doğal hal yitirilmiştir. Dinler ve ideolojiler de bu doğal hale vurgu yaparlar. İslam’da "fıtrat" kavramı, ilahiyatçı Şaban Ali Düzgün tarafından "insanın doğası" olarak tanımlanır.

Ancak insanın doğasının ne olduğu ve ilk haliyle ilgili elimizde bilimsel bir veri yok. İlkel toplumların, yani devletsiz yaşayan grupların vahşi ve barbar olduğu anlatısını da çoğu etnolog yalanlıyor. Bu toplumlar, gelenekler, ananeler, görenekler ve ritüeller aracılığıyla organize olur ve sorunlarını çözebilirler.

Birbirlerini sürekli vahşice katleden toplumların varlığı ise çoğunlukla masalsı bir anlatıdır. Annelik ve "doğal annelik duygusu" da benzer şekilde bir kurgu olup, gerçekliği tartışmalıdır. Annelik duygusunun doğal olduğunu savunanlar, bu tezi bedensel işlevlere dayandırarak biyolojik bir temele oturturlar: Kadın döllenir, hamile kalır, doğurur, süt verir ve emzirebilir. Bunlar bedensel işlevlere dayalıdır, yani biyolojiktir. Bu süreç aynı zamanda kutsal bir yaratma biçimi olarak da yorumlanır. Fıtrat da bedene aittir.

Ana sevgisi söylencesi

İbrahimi dinlerin anlatısında kadın/Havva Adem’den sonra 2. olarak yaratılır (birinci, asıl olan erkektir). Hatta bazı anlatılarda erkeğin kaburgasından, kemikten yaratılmıştır. Kadın erkeği ayartıp insanoğlunun cennetten kovulmasına, yeryüzüne sürgün edilmesine sebep olmuştur. Bazen işitiriz... İlk çocuktan sonra anne/baba ‘ikinci bir çocuğumuz olsun. Çocuğumuza yoldaş olur’. Farkında olarak ya da olmayarak ikinci çocuk birinci çocuğa yardımcı olsun, ona yoldaş olsun diye de dünyaya getirilir. İkinci çocuk birinci çocuğun animatörü, oyuncağı gibidir. Bu amaçla dünyaya gelen çocuk ister istemez kendi yerinin ve pozisyonun mücadelesine girmek zorunda kalır ya da kendisine yüklenen görevi üstelenerek birinci çocuğun yardımcısı olur... Havva da Adem’e yoldaş olsun diye yaratılan ikinci kişidir biraz da. (Kürt’ten Kardeş Olur mu, yazısında da buna işaret etmeye çalıştım. İkincilik rolü verilen çocuğun asıl görevi ağabeye/ablaya yoldaşlık etmek, onların hayatını kolaylaştırmaya hizmet etmek).

Elisabeth Badinter, annelik üzerine çeşitli kitaplar yayımlamış ve bu eserlerinde anneliğin tarihsel süreçteki değişimine ve bu değişime paralel olarak duygusal boyutundaki dönüşümlere dikkat çekmiştir. Badinter, anneliğin toplumda adeta kültürel bir proje gibi kurgulandığını ve şekillendirildiğini savunur. Bu bağlamda, farklı kültürlerde annelik deneyimleri birbirinden farklıdır. Örneğin, Fransa’da soylular, doğan çocuklarını eşler arasındaki ilişkiye bir engel olarak gördükleri için emzirmemiş, bebeklerini sütannelere vermişlerdir. Yani, bebeklik döneminde annelik "kiralanmıştır." O dönemde kadının öncelikli görevi erkeğini mutlu etmek, güzel görünmek, onu cezbetmek ve kamusal alanda erkeğine "layık" bir kadın rolünü oynamaktır. Aynı zamanda, soyun devamını sağlamak için erkek çocuk doğurmak da kadının görevlerinden biridir, ancak bu görevler arasında annelik yoktur. Bebekler sütten kesildikten sonra dadılara teslim edilirdi (E. Badinter, Macht und Ohnmacht einer Mutter [Bir Annenin Gücü ve Çaresizliği]). Bu dönemde yaşayan kadınlar için "analık doğası" da farklı bir biçimde tanımlanmıştır ve günümüzdeki annelik, annelik duygusuna da bayağı uzaktır.

Fransa’da bu model, daha sonra kapitalizmin önerdiği bir model haline gelir. Üretime katılan anneler, çocuklarını kreşlere, okullara veya akrabalara emanet ederek iş hayatına dahil olurlar. "Fransızlardan bize ne?" diyebilirsiniz, ancak bizim toplumumuzda da göz ardı ettiğimiz ya da farklı anlamlar yüklediğimiz benzer anlatılar mevcut: Örneğin, Muhammed de doğduktan birkaç gün sonra sütanneye verilmiştir ve onu büyüten asıl anne sütannesidir. Osmanlı şehzadeleri ise babalarının yanında, annelerinden uzak yetişmişlerdir. Babalarıyla salıncakta sallanan şehzade anlatıları yoktur ve bazıları daha sonra öldürülmüştür. Anadolu köylerinde ve kasabalarında da "sütanneliği" gibi bir kurum vardı. Annelerin memeleri yara olduğunda ya da sütleri yetmediğinde, sütü olan başka bir kadın, bebeği emzirirdi.

Geçmiş kültürlerde, bugünkü anlamda anneliğe verilen değer bulunmaz. Ayrıca, annenin annelik duygularıyla çocuğunu koruma içgüdüsü de yaygın bir olgu değildir. Her ne kadar kadınlık biyolojiye dayandırılsa, vajina veya erkeklik organının olmamasıyla ilişkilendirilse de annelik ve kadınlık birer kurgudur ve her kültürde aktif olarak şekillendirilir. Annelik doğası veya ilk günden bugüne kadar var olan evrensel bir annelik anlayışı yoktur. Farklı annelikler var. İnsan doğası ve anneliğin doğası üzerine kurulan cümlelere baktığımızda, genellikle bir "ilk durum" ya da "doğal hal" vurgusu yapılır ve bu halden uzaklaşmanın altı çizilir. Çocukluk endüstrisinin gelişimiyle birlikte, emzirme ve besleme de endüstrileşmiş ve kazanç getiren bir alan haline gelmiştir. Günümüzde, annenin birincil görevi olarak görülen birçok iş, bebek mamaları tarafından üstlenilmiştir. Yani, toplumsal değişimler ve toplumun ihtiyaçlarına göre annelik duygusu da değişir. Tanrı'nın ilk kadından bu yana kadının içine koyduğunu sandığımız, "fıtrat" diye adlandırdığımız şey aslında bir anlatıdan, bir söylenceden ibarettir. Annelik anlatılarında değişmeyen tek çizgi ise erkek egemenliğinin korunmasıdır; bu asla değişmez.

Ana sevgisi söylenceleri

Annelik kutsal bir şey... Öyle söylüyorlar. Anne olmakla birlikte gelen doğal bir sevgi olduğu düşünülür. Anne adalet demektir ve her anne her çocuğunu aynı sever... Bu söylemler kulağa hoş gelse de bazı çocuklar bu durumu farklı deneyimler. Anne Sevgisi kitabında Elisabeth Badinter, bazı kültürlerde annelerin çocuklarıyla ilişkilerinde yaşanan ikilemlere dikkat çeker: Çocuk ölümlerinin yüksek olduğu toplumlarda, ebeveynler büyük çocuklara daha fazla duygusal ve ekonomik yatırım yapar. Çünkü büyük çocukların hayatta kalma olasılığı daha yüksektir ve çabuk üretime katılmaları beklendiği için diğer çocuklardan öncelikli hale gelirler. Küçük çocukların ölme riski yüksek olduğundan, onlara yapılan yatırım daha riskli ve ölüm durumunda “ölü yatırım” olarak değerlendirilir.

Fark etmiş olabilirsiniz, anne-çocuk ilişkilerini ekonomik terimlerle anlatıyorum: yatırım, risk, ölü yatırım. Bu dil, ilişkileri sadece ekonomik bir bakış açısıyla ele alıyor gibi görünebilir. Belki de psikolojinin ekonomi terimlerini sorgulamadan kullanması üzerine düşünmemiz gerekir, çünkü bu ciddi bir soruna işaret ediyor. Ekonominin çok da insanca olmadığı bir dünyada insan ilişkileri üzerine düşünenlerin bu kavramlarla insancıl bir psikoloji oluşturmaları problemli olabilir. Neyse... Esas mesele, bazen anne-babalar, toplumsal düzeni sürdürebilmek için bize acımasızca gelen davranışlar sergilerler. Çocuklara karşı yumuşak davranmaktan kaçınırlar; anne, hayatın acımasızlığını çocuğuna kendi acımasız davranışlarıyla öğretir.

Günümüzde düşük yapan ya da kürtaj geçiren bir kadın, yıllarca süren suçluluk duyguları yaşayabiliyor. Bu durum, aslında içinde bulunduğumuz kültür ve bu kültürdeki duygusal yapı ile ilgilidir. Eskiden birkaç çocuğunu kaybetmiş ve hayatına devam etmiş annelerin yerini, çocukla olan ilişkisini daha duygusal temellerde organize eden anneler aldı. Bugün, çocuğunu katleden bir babayla aynı çatı altında yaşamaya devam eden bir anne fikri çok sorunlu, hatta imkânsız görünürken, geçmişte evladını katlettiren bir sultanın eşi, ilişkisini sürdürebiliyordu. O dönemin anneleri ile çocukları arasındaki ilişkiler farklıydı. Günümüzde çocuk, aşkın bir meyvesi olarak görülürken, o zamanlar aşka bu kadar çok ihtiyaç duyulmazdı.

Yeni Annelik

Günümüzde anne-çocuk ilişkisinde sevgi adeta icat edildi ve bu ilişkiye yoğun bir duygusallık eklendi. Burada eskiden annelerin çocuklarını hiç sevmedikleri anlamı çıkarılmasın. Günümüzdeki yoğun bağı kastediyorum... Bu duygusal bağ, hamilelik döneminde başlıyor. Anne, karnındaki bebekle ilişki kuruyor, onunla sohbet ediyor, ona müzik dinletiyor. Hatta hangi müzik türünün çocuğun daha zeki olmasını sağladığı bile tartışılıyor. Psikanaliz, emzirme dönemlerini inceleyerek, bu dönemdeki ilişkideki ayrıntılara vurgu yapıyor. Emzirme üzerine özel kurallar, talimatlar var: Bebek nasıl ne sıklıkla ve ne kadar emzirilmeli? Annenin bebeği gözlemlemesi, onunla sohbet etmesi gerektiği öğretiliyor. Ancak, yapılan yanlışlar nedeniyle ortaya çıkan patolojilerden de anne sorumlu tutuluyor. Kültür, babanın rolü, psikosoyal yaşam koşulları, ekonomik durum gibi etkenler değil, bebeğini emzirirken gözüne bakmayan anne patolojinin kaynağı olarak görülüyor.

Anne de kendi çağının bir çocuğu ve sonunda o da bir anne oluyor, fakat annenin de bir zamanlar çocuk olduğu genellikle göz ardı ediliyor. Eskiden çocuk ölümlerinin yüksek olduğu dönemlerde çok çocuklu aileler vardı ve ölen çocuğun yeri başka bir çocukla doldurulabiliyordu. Fakat yeni annelik anlayışında çocuk biricik ve yeri doldurulamaz. Çocuğu doğurmak, büyütmek, eğitmek, bağımsızlığını sağlamak, sevgiyi öğretmek, sosyalleştirmek, sağlığına dikkat etmek, yeterince hareket etmesini sağlamak, evi çocuğa uygun hale getirmek gibi sayısız görev artık annenin omuzlarında. Ve bu görevlerden birini ya da birkaçını yerine getiremeyen anne, çocuğun gelişiminde yaşanan sorunlardan sorumlu tutuluyor.

Her sorumluluğun sonunda ya sevinç ya da suçluluk duygusu var. Burada anlatmaya çalıştığım şey şu: Her anne, bir noktada başarısız olmaya mahkûm çünkü bu kadar farklı ve çelişkili görevi aynı anda mükemmel bir şekilde yerine getirmek imkânsız. Yeni annelik, imkânsızlık ve beraberinde gelen suçluluk duygusu demektir. Çocuk suç işledi, okulda başarısız oldu, eşinden ayrıldı, işten atıldı ya da iş bulamadı; tüm bu durumlarda toplumun karşısında her zaman sorumlu bir anne vardır. Badinter, Der Konflikt (Çatışma) adlı kitabında, toplumun mükemmel çocuklar beklediğini ve mükemmel çocukları ancak mükemmel annelerin yetiştirebileceğini yazar. Ancak, mükemmellik yoktur; bu bir fantezi, bir istekten ibarettir. Yine de anne, bu olmayanı oldurmak zorunda bırakılır. Annelik, görevler ve baskılarla oluşturulmuş bir tiranlıktır.

Biraz doğal olalım/Organik anne

Bir başka sorun da "doğallık" anlayışı. Evde doğal doğum, aile üyelerinin de hastanede doğuma katılması gibi uygulamalar yeniden popüler hale geldi. Hamilelikte "organik" beslenmeyen ya da çocuğunu organik olarak beslemeyen annelere canavar gibi bakılıyor. Günümüzde bazı kadınlar anneliği reddediyorlar ve bu reddedişlerinde haklılar. Abartılı "iyi annelik" mitolojisi, anneliği çok zor ve baskı altında bir rol haline getiriyor.

Terapilerde bir kadın büyüdüm, evlendim, iki çocuk yaptım diyor. Bu çok normal... Başka bir kadın da büyüdüm, okudum ve çalışıyorum diyor. Çocuğu yoksa biz neden çocuğunun olmadığını bu durumu patolojikleştirerek soruyoruz... Bu aslında çok ideolojik bir durum ve çoğumuz bunun farkında değiliz. Normalimizdeki anormallik. Çocuksuz yaşamaya karar vermek neden anormallik? Kadının bedenine dolaylı ve dolaysız müdahalelerin çeşitliliği size de itici gelmiyor mu? Çocuk yapmama kararı veren kadın değil de terapistin tutumunda bir anormallik var. Anne olmamayı tam dişi/kadın saymama durumu belki de. ‘Üç çocuk yapın’ nasıl anormalse ‘neden çocuğun yok’ sorusu da anormal eğer bu soru meraktan değil de anormalliğe vurgu içinse. Sınır ihlali ve sözlü taciz... Çünkü kadını kendisini gerekçelendirmeye zorluyor. Canı öyle istemiştir ve bunu sorgulayan savacı/hâkim pozisyonu çok sorunlu. Bu hakkı terapist nereden alıyor? Kadınlığı annelikten ayrı düşünmekte zorlanıyoruz... Ve bu kadının değil de bizim sorunumuz...

Eskiden ‘arkası yarın’lı radyo programları vardı. Sonra ‘devamı gelecek hafta’ olan diziler geldi hayatımıza... Yazınının devamı haftaya... Anneliğin kadınlıktan kurtarılması ve erkeğin de anneleşebilmesi üzerine...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi