Seran Vreskala
'Önce kadın seyircinin starı oldum, gazino kadınlar için özgür bir dünyaydı'
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – Urfa doğumlu ama aslında çok karışık bir aile yapısı var; bu yüzden kendisine ‘Mezopotamya çocuğuyum’ diyor. Bir kere zamanının çok ötesinde bir kadın. 70’lerde onun yaptıklarını bırakın, yapabilmeyi düşünmek bile imkansızdı neredeyse. Korku nedir bilmediği için karşısına çıkan her fırsata ve her aşka bodoslama dalmış. Bu anlamda o kadar cesur ki 15 yaşında yurtdışına çıkabilmek için açlık grevi yapmış, Madrid’den Belçika’ya otostopla gitmiş; içi hayvanlarla dolu bir kamyona bile binmiş. Aşk için her şeyden vazgeçen kadınlardan, hatta Hollywood’dan bile.
İnanılmaz bir espri yeteneği var. Kendisiyle dalga geçmeyi çok seviyor, bunu sahnede de yapıyor ve kendisiyle dalga geçenlere de gülüyor. Konserinde dans eden punkçılar da görüyorsunuz, örtülüler de. Onun alanında ötekileşme tamamen kayboluyor. Bugüne kadar da hep böyle olmuş. Herkesi ruhen kucaklamasından, kimseyi dışlamamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sahneye çıkarken ve sahneden inerken mutlaka seyirciyi gözleriyle bir tarıyor. Herkesi görmeye çalışıyor ve kilitleniyor. O an o kadar güçlü bir an ki saldırın dese saldıracaklar sanki. Barış Manço’nun platonik olarak ona aşık olduğu söyleniyor; bundan bahsedince gülümseyerek ‘biz çok iyi bir arkadaştık, Dede Korkut masallarını ondan dinlemişimdir hep’ dedi sadece. Sanatçının devletten çok halka ait olduğunu, gerekirse sıfırdan başlayabilmesi gerektiğini düşünüyor. Ara Güler’i eleştirenleri yadırgıyor; ‘Picasso’yu Dali’yi nasıl çekmişse herkesi de öyle çeker; keşke kaybetmeden evvel gidip kapısını çalıp beni de çeksene deseydim’ diyor.
Karşılaşırsanız hemen gidin sarılın, aynı heyecan ve sevgiyle size karşılık verdiğini göreceksiniz. Temastan asla korkmayan bir kadın. Öyle ki en popüler zamanlarında dinleyicilerinin sevgisine cevap verebilmek için kostümlerini parçalamalarına bile müsaade etmiş. Canlı sevgisi onun için her şeyden önemli. Çünkü kendisi aynı zamanda bir mutasavvıf yani sufi… Tasavvuf inancını benimsediğini bugüne kadar kimseye söylememiş, bana da hayat arkadaşı Buyar Ağabey söyledi. Bu konuda konuşulmayacağını düşündüğünden, Seyyal Hanım’ın ağzından birkaç şey alabildim. Müzisyen Aydın Buyar Şencan’la 40 küsur yıl evvel grubu için gitarist arayışı içerisindeyken bir pavyonda tanışmışlar ama tanışmadan evvel Buyar Ağabeyin evinde Seyyal Taner’in posterleri varmış. O gün bugün arkadaşlığı sürdürmüşler; sonradan da beraberliğe dönüşmüş. Buyar Ağabey ile müthiş bir enerjileri var; birbirlerini büyük bir heyecanla dinliyorlar hala, aynı hikayeleri yüzüncü kez dinliyor olsalar bile. Pizza, şarap ve sohbet eşliğinde 40 yıllık bir zaman yolculuğuna çıktık beraber.
Normalin dışında ve çok cesur bir kadınsınız; çocukluğunuzdan beri böylesiniz anladığım kadarıyla. Yurtdışına gidebilmek için açlık grevi bile yapmışsınız.
(Gülüyor) 15 yaşındaydım. Açlık grevini, aileyle didişmeyi, her şeyi göze almıştım gerçekten. Ortaokuldan mezun olduktan sonra vınn buradan Madrid’e gittim. Ama gidebilmek için elimden ne geliyorsa hepsini denedim.
Urfalı bir kız çocuğu nasıl bu kadar cesaretli olabilir?
Urfa’da doğdum ama Urfalı değilim. Orada büyümedim yani. Anneannem Rumelili, eşi yani dedem Urfalı. Anneannem Gaziantepli, babam Kafkasya kökenli Erzincanlı bir aile. Babam asker. Dedem de Urfa’da toprak ağası. Oranın çok önemli, büyük aşiretlerinden Küstozadelerin başı… Arazileri, kervanları falan yönetiyor. Şecereye bakıldığında bir 500 yıl evvele giden bir sülaleden bahsediyorum. Şimdiki Atatürk Barajı’nın bulunduğu arazide dedemin köyleri var hala. Bilmem ne ağacı şimal oluyorsa, bilmem ne ağacı cenup oluyor; o kadar büyük. Elimizde hala tapular var, inanamazsın, 100 metrelik bir alanı doldurur. Ama devletle olan kadastro meseleleri yüzünden, 6 bin dönümü falan tartışmalı durumda.
Siz de bir nevi toprak ağasısınız o halde; biraz hanımağa bir tarafınız var gibi.
Aydın Buyar Şencan: (Gülerek) Öyle diyorlar bazen, o kelimeyi kullanıyorlar. Baskındır biraz.
Seyyal Taner: Ama o bilinçten gelmiyor o kelime, daha çok ruhen öyleyim ben.
Güçlü kadınlarda o baskın tarafın olması çok doğal.
O sende de var, görebiliyorum. Savaşçıyız biz, amazonuz yani.
Gerekirse memenin teki kesilir yani.
Aynen öyle. Dağlanır gerekirse. Savaşmak için ne gerekiyorsa yapılır ve yaparım da.
Üstelik çok geleneksel ve muhafazakâr bir yapıdan geldiğiniz halde durum böyle. O yaşta Los Bravos gibi bir müzik gurubunu nereden biliyordunuz ki?
Öyle de bizim ailenin 100 senedir yerleşim yeri Şehzadebaşı, Laleli, Beyazıt, Şişli, Maçka olmuş. Toprak ağasıyız ama Urfa’da yaşamamışız ki. 28 Eylül’de hasat zamanı orada doğmuşum ama burada büyüdüm. Amerikan Kız Koleji’nde okudum. O yıllarda dünyayı sallayan Alman Rock grubu Los Bravos’un Fitaş Sineması’nda konseri vardı, organizasyonu yapanlar da aile dostumuz olduğu için kulise gidebildik. Orada uzun boylu, mavi gözlü, yakışıklı bir adam -menajerleriymiş- yanımızdan geçerken bir anda bana döndü ve ‘who are you?’ dedi. Şaşırdım, cevap veremedim. Sonra kartını çıkartarak ‘Bu grupla İspanya’da bir film çekeceğiz. Latin kökenli kızlar oynayacak ve sen çok Latin’e benziyorsun. İlgilenirsen bizi ara’ dedi.
Ellerinde Latin mi kalmamış?
Adam İspanya’da film çekecek, Latin’e beni benzetiyor. Ne alaka, değil mi?
Demek sizi çok beğenmiş. Çok ufakmışsınız ama.
Öyle, çok ufaktım. Ama İspanya’ya gittiğimde 17 yaşım bitmek üzereydi. 18’ime orada girdim. Hiç öyle bir merakım da yoktu, biliyor musun? Film çekeyim, sahneye çıkayım falan. Bir tek müziği ve dansı çok seviyordum. Zaten küçüklüğümde Madam Olga’dan klasik bale eğitimi, şan dersleri falan almıştım. Ailemdeki herkes enstrüman çalar, şarkı söylerdi. Hepsinin sesi güzeldir. Müzik ve dans kesin genetik bir durum olarak var. Üstüne de biraz eğitim kattınız mı, bu hale geliyor.
E, gözünüz yüksekte değilse, İspanya’ya neden gittiniz?
(Gülüyor) Adamın daveti beni baştan çıkarmış. Bak ben çocukluğumdan beri iki ülkeye hastaydım; biri İspanya, diğeri de Hindistan… Boğa güreşleri, Flamenkolar, gitarlar, danslar falan hep hayalimdi. Bir de Hint müzikleri, dansları, kıyafetleri çok ilgimi çekerdi. Adam da gelip tesadüfen İspanya deyince, bütün akan sular durdu. Açlık grevine girdim anneannemin evinde.
Genelde açlık grevleri işe yaramıyor gerçi.
Benim annem babam ayrı olduğu ve anneanneyle büyüyen bir çocuk olduğum için, anneannemi ikna edersem bütün sülaleyi ikna etmiş olacaktım. (Gülüyor) Annem babam ayrıydı ama sevgisiz büyümedim ben. Dayılarım babam oldular. Anneannem annem oldu. Annem hem babam hem annem oldu. Baba eksikliğini bana hiç hissettirmediler. Çok sevildiğimi biliyordum. Bu yüzden ikna edebildim herkesi.
Hiç korkmadınız mı o yaşta?
Hiç korkmadım. Korkuyu bilmezdim ben ya! Gittiğim yer medeni bir ülkeydi, e İngilizcem de vardı okuldan. İspanyolcayı da orada öğrenirim diye düşündüm ve 3-4 ay içinde de çat-pat konuşmaya başlamıştım.
Sonra grubun solisti Peter Harold’la flört etmeye başladınız ve evlendiniz. O da çok ufak bir kızla ilgilenmiş resmen.
Yok yahu! Annemin vekaletiyle gittim ama biz flört etmeye başladığımızda 18 yaşımdaydım ve hemen evlendik zaten. Ama çok küçük evlendiğimiz için evliliğimiz çok uzun sürmedi ve boşandık. İki farklı kültürün şimdi bile yan yana gelmesi zorken o zamanları düşün bir de. Adam müzisyen, bir dünya starıydı; ben de hayata daha yeni başlıyordum, müzik yapmak ve dans etmek istiyordum.
Bir kızınız var o evlilikten, Melanie. Babasıyla büyümüş. Bir annenin evladından ayrılması çok zor olmalı!
Olmaz mı? Benim için de onun için de çok zordu. Ona iyi bir gelecek sağlamak için onun adına en doğru kararı verdik. Yokluğumu hissettirmemeye çalıştık. Ben de babası da ona o kadar aşıktık ki! Ben her fırsatta gidiyordum onu görmeye zaten.
18 YAŞINDA BİR KIZ ÇOCUĞU İÇİN TUHAF BİR HAYAT
Türkiye’nin en güzel vücutlu kadınlarındanmışsınız. Burçin Orhon, Çiğdem Tunç da buna dahil gerçi. Ses dergisinin kapağında kırmızı mayoyla bir pozunuz var; photoshop’un olmadığı yıllar, beliniz herhalde 50 santim falan…
Benim annem de teyzem de öyleydi. Zamanının en güzel kadınlarıydı. Annem Claudia Cardinal’e benzerdi. Ben de hiç durmazdım ki ama! Deliler gibi ata binerdim. Her gün El Cordobes’in (İspanya’nın en ünlü matadorlarından) çiftliğine gider ata binerdim. Çok iyi ata bindiğim için oradakilerin dikkatini çekiyordum. Hem fiziğim çok iyi hem acayip enerjik bir kızım hem Türküm; herkes benimle ilgilenirdi. Bir gün Paramount Pictures’ın prodüktörü Ted Richmond beni Hollywood’a götürmek istedi. Fakat eşim Harold bunu istemedi çünkü beni kaybedeceğini hissetti. O zaman ben de ona çok aşık olduğum için gitmedim.
Ama yine de Hollywood aktörleriyle bir filminiz var. Yul Bryner, Robert Mitchum, Charles Bronson vs.
Madrid’de çekildi o film ve aşağı yukarı 5-6 ay sürdü. Sevillanas Stüdyoları Madrid’e 30 km uzaklıktaki dağlarda bir set kurdular; çadırlar, kameralar, tirenler, kostümler, atlılar, kovboylar, Meksikalılar, kiliseler; anlatamam sana, tam anlamıyla bir masal gibiydi. O tarihte düşünsene, vinçlerde kameralar çalışıyordu. O kadar ünlü isim oynuyor ve ben de onların arasında dolaşan bir kızdım. Hepsiyle muhabbetim vardı, hep sohbet ederdik.
Türk olduğunuzu duyunca nasıl tepki göstermişlerdi?
Çok şaşırmışlardı.
Biliyorlar mıydı Türkiye’nin nerede olduğunu falan?
Hepsi de biliyordu Türk kimdir, Türkiye nerededir… Ama ‘sen nasıl becerdin buralara gelmeyi’ demişlerdi bana. Benim çok özel olduğumu düşünürlerdi. Deli gibi bir çocuktum, hiçbir şey bilmiyordum ki, farkında değildim hiçbir şeyin.
18’inci yaş gününüzde Yul Bryner parfüm hediye etmiş size.
Evet. Beni gerçekten sevmişlerdi. Diorissimo isimli bir parfüm hediye etmişti bana. Çok kibar davranırlardı settekilere, ama beni başka severlerdi.
Bronson ile birlikte olduğunuzu okudum bir yerde.
Yok canım, o benim dedem yaşındaydı. Onun karısı Jill İreland -toprağı bol olsun- benimle abla gibi ilgilenirdi. Çok tatlı bir kadındı.
Ne tuhaf bir hayat 18 yaşında bir kız çocuğu için. Ünlü bir müzisyenle evli, Hollywood’un en ünlü aktörleriyle film çekiyor, onlarla ahbaplık ediyor falan. Nasıl rengarenk bir hayat!
Öyleydi gerçekten. Düşünsene, dünya çapında ünlü müzisyen bir kocam var; hep yanımda, beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan, hep kontrol eden, yönlendiren, destekleyen…
Sizinle evlenebilmek için Müslüman bile olmuş.
Ya, öyle. Bir ara annemleri görmek için Türkiye’ye geldiğimde peşimden gelmişti. Annemi evlenmemiz için ikna etmeye çalıştı. Ufaktım, bir de yabancı bir adam; hiç istemedi annem. Ama inatla diretince, annem çıkar yol olarak Müslümanlığı bahane etti. O da gitti, Taner ismini alarak Müslüman oldu benim için.
Hala Müslüman mı? Yani boşandıktan sonra hala aynı dinde mi kaldı?
Bilmem. Hiç sormadım (Kahkaha atıyor). Şansıma hep sevgi dolu aileler gördüm. Benim o kadar tatlı, o kadar güzel bir kayınvalidem vardı ki. Çok kıymetli, kaliteli, klas, asil, inanılmaz görgülü, bilgili, her şeyi anlamaya çalışan, sahip çıkan, anaç bir kadındı. Muhteşem bir kadındı. Oğlunu da beni de kızımı da her şeyi, herkesi idare ederdi.
O filmde bir gerilla kızını canlandırmıştınız, bunu burada yapsaydınız hapse atılırdınız belki de.
Her şey olabilir valla, ne diyeyim! Sonuçta gerçek hayat değil ki, film o yahu!
Ama Füsun Demirel ‘bir gerilla annesini oynamak isterdim’ dediği için sosyal linçe uğradı. Uzun süre iş bulamadı.
Londra’ya taşındı işte. Mahalle baskısı korkunç bir şeydir; hayatı zindan eder adama. Geçen hafta birlikteydik, müthiş bir oyuncudur. Oyuncu dediğin herkesi oynar.
Hollywood’a gitmemeniz hayatınız için büyük bir dönüm noktası olmuş. Hiç ‘keşke gitseydim’ dediğiniz oluyor mu?
Bazen acaba gitseydim ne olurdu diye düşünüyorum ama gitmediğim için pişmanlık duymuyorum, çünkü benim zaten çok güzel bir hayatım oldu.
TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ; YEŞİLÇAM’DAN GAZİNOLARA
Türkiye’ye dönünce senarist Arda Uskan’a âşık oldunuz.
Buraya geldikten sonraki en büyük aşkım Arda oldu. Burada kalmama nedendi.
O da size çok aşıkmış; tanıştığımızda bana sizin için "Türkiye’de gelmiş geçmiş dans edip şarkı söyleyebilen tek kadın Seyyal’di" demişti. Sizi sahnelere atan da o olmuş.
Attı resmen. 21 yaşımda falandım. Selda Bağcan, Ferhan Üçoklar, Halil Ergün’le o zamanlar çok kankaydık. Hep beraber gezerdik. Ama aklımda sahne mahne yok daha. Birkaç film yapmıştım, Arda da baktı ki hiç o taraklarda bezim yok, çünkü Türk sinemasını sevmemiştim. Bana göre çok yanlıştı buradaki sinema. Türkiye de kendine güvenen bir kadına hazır değildi o tarihte.
80’lerde bir erotik filmler furyası oldu. Sizce askeri cuntadan sonra halkın biraz rahatlamaya ihtiyacı olduğu için mi öyle bir dönem yaşadı Yeşilçam?
Belki. Tam benim sinemaya girdiğim dönemdi. Türk sinemasının şekil değiştirdiği bir dönem… Birkaç filmde oynadım ama baktım ki bakış açıları farklı, sevemedim. Arda ‘senin bunların arasında ne işin var’ diyerek bana şarkıcılığın önünü açtı zaten.
Ama soyunmaktan da hiç çekinmediniz.
Yoo, niye çekineyim ki? Batı kültürüyle büyüdüm. Orada insan bedenine ayıp gözle bakılmaz ki! Ayıp diye bir kelime yok zaten. Sete gittin, yönetmen sana ‘şu kapıdan kombinezonla girecek sonra onu çıkarıp atacaksın’ dediğinde ‘ay utanırım’ dersen zaten oyuncu olma! Yönetmene hayır deme şansın yok; zaten oyuncu sahnenin gerektirdiğini utandığı için yapmıyorsa, oyuncu değildir.
Türkan Şoray kuralları da o yıllar çıkmamış mıydı?
Gerçek sinemada öyle kurallar olmaz. Batı’da gülerler adama. Paramount Pictures, Bask yönetmenler, dünya starları, muazzam bir set ve Batı vizyonunu görmüş genç bir kız olarak geliyorsun, sinemadan sana teklif geliyor; göle gireceksin diyorlar, olur diyorum. Doğal olan bu çünkü. Ne var ki bunda? İnsan bedeninden utanır mı yahu?
Ülke için büyük bir olaydı tabii kadınların soyunması. Siz bir kapı açmış olabilirsiniz o anlamda.
Benden önce Feri Canseller vardı gerçi ama benim filmlerim o kadar erotik değildi; ben daha çok maskülen, ata binen, ok atan, Kızılderili kızlarını oynadım. Yeşilçam’da o zaman bu tarz Western filmleri yapılıyordu.
İlk kez 76’da sahneye çıktığınızda bir gecede şöhret olmuşsunuz. Haldun Dormen sizin için ‘sahnelere bir leopar düştü, dikkat edin’ demiş.
Hakikaten bir gecede olup bitti her şey. Daha evvel de hiç sahneye çıkmışlığım yoktu. Beni sahneye çıkmam için ikna ettikten sonra Neşet Ruacan’a teslim ettiler. 10 gün kadar sıkı bir çalışma yaptık. O zaman hep yabancı dilde şarkı söylüyordum. Neşet’le çok iyi anlaştık ve beraber süper bir repertuvar çıkardık. Kostümler için çok zaman harcadık. Benim en önem verdiğim konulardan biriydi. Farklı, sıra dışı ve kimsede olmayan kostümlerle çıktım hep.
Dans ederken ruhunuzu bir şey ele geçiriyor sanki. O an siz siz değilsiniz.
Evet, aynen öyle. Dans ederken o an ben o mekanda yokum sanki. Ben benlikten çıkıyorum. Kendimi yitiriyorum. Orada dans eden ben değilim, başka bir güç, başka bir enerji. Ritmin içinde yok oluyorum. Ruh uçukluğu mu denir buna, bilmiyorum. Kimseye de bağımlı dans etmem, tek başıma ederim. Eskiden nereye gitsem tek başıma çıkar, pistte dans ederdim. Bütün millet kenara çekilirdi. ‘Bu nasıl bir kız, ne tuhaf bir şey, bu nasıl bir enerji’ diye bana bakarlardı. Eski dansçılar ya da mekancılar çok iyi bilirler, Seyyal çıktı mı bütün müşteri kenara çekilir. (Gülüyor)
Dansınızda seksi olmaya da çalışmıyordunuz; hatta neredeyse tuhaf denecek hareketler bile yapıyordunuz. Belli bir tarzınız da yok.
(Gülüyor) Yok. Her şey var dansımda. İçimden nasıl geliyorsa. O anda ruhum ne diyorsa o. Öyle seksi olmak için bir çabam da olmadı hiç. Bunu en iyi bilen İzzet Öz’dür. Özkan’ın (MFÖ Özkan) karısı Aysun Aslan var ya, benim hem dostum hem bale hocam hem dansçım hem canım ciğerimdi. Devlet ve Opera Balesi’nde koreograftı; onunla elektriğimiz, enerjimiz, ruhumuz o kadar enteresan bir şekilde tutar ki, İzzet de buna çok şahit olmuştur. ‘Bu kadar tuhaf bir koreografi ve bu kadar tuhaf bir ruh hali nasıl çıkar bir insandan’ der; ‘ben ömrüm boyunca böyle bir şey seyretmedim, bir daha da seyredemem’ diye de anlatırdı.
Zeki Müren tarzıyla, makyajıyla, kostümleriyle bir fark yaratarak, kıraathanelerde bile kendinden sanat güneşi diye saygıyla bahsettirmişti; bu kadar homofobik bir ülkede bunu başarması bir çığır açmaktır bence. Siz de bu anlamda bir çığır açtınız sanki.
Kesinlikle. Bu konuda asla tevazu göstermem. Bana kadar kimse sahnelerde benim yaptığımı yapmamıştı. Dans eden yoktu bir kere. O kostümler, o koreografiler, repertuvar kimsede yoktu. Üstelik bir kadının leopar kıyafetlerle sahneye çıkıp, deli gibi dans edip şarkı söylemesinin halk tarafından bu kadar kabul görmesi, kendini kadına da erkeğe de sevdirmesi o zamana kadar görülmüş bir şey değildi.
LGBTİ bireyleri de sizi çok seviyor. O yıllarda bile öyleydi. Kendini bu kadar özgürce ifade eden bir kadın bizim sembolümüz olmalı diye mi düşünüyorlardı acaba? Sebep neydi sizce?
Aynen sebep bu diye düşünüyorum. Tam tercümesi, kendilerini bende bulmalarıdır. Yapmak istedikleri şeyleri yapan, onları temsil eden biri var karşılarında. Danslarım, kostümlerim, makyajım, şarkılarım, tarzım, esprilerimle beni kendilerine yakın görüyorlar. Ben de bayılıyorum onlara. Onlara olan yaklaşımım, insaniyetim farklıdır; bizim aşkımız, arkadaşlıklarımız çok uzun yıllara dayanır. Kendim de Zeki Müren hayranı bir kızdım zaten. Onunla da İzmir Fuarı’nda 2-3 kadro beraber çalıştık.
Anlatsanıza biraz onu.
Olağanüstü bir insandı gerçekten. Sanatçı kimliğini, efendi duruşunu zaten anlatmaya gerek yok. İnsani tarafı çok değerliydi. Adaletli ve merhametliydi çok. Herkese hak ettiği şekilde davranırdı ve insanların hakkını verirdi. Cümlelerini bile hak ettikleri şekilde kurardı. Diksiyonu, artikülasyonu, dili kullanma şekli müthişti. Çok seçiciydi. Müthiş bir tarzı vardı, ondaki zevk herkeste yoktu. Beni ve yaptıklarımı çok sever, takdir ederdi.
Hiç sizi üzenler oldu mu? Hakkınızda kötü konuşanlar falan.
Hiç olmadı. Eleştirenler bile olmadı. Herkes o kadar olumlu yaklaştı ki! Ben önce kadınların arkadaşı, kadın seyircinin starı oldum. Erkekler sonra geldi. Önce kadınlar sevdi, sahiplendi beni. Onlar sevdiğinde zaten ailenin içine giriyorsun. Aileye girebilmek kadından geçer. Maceracı ya da sansasyonel değildim; bir arayışım yoktu. Bedenimi sergiledim ama asla ucuz olmadım.
Bana biraz da Dalida’yı hatırlatıyorsunuz; o da sizin gibi biraz. Aşk için her şeyi yapmış. Zamanının çok ilerisinde olmuş hep; müzikleriyle, kostümleriyle. Fiziği de inanılmaz. O da sizin gibi hep yabancı şarkılar söylemiş.
Olabilir. O da savaşçı, amazon kadınlardan. Dünyada bu saydıklarınızı yapabilen kadınların sayısı çok az. Onunki de inanılmaz bir hikâye. Mısır’dan çıkan küçücük bir kızın dünya starı olması gerçekten bir mucize. Bunu başarabilmek için sadece güzel fizik, yetenek yetmiyor işte; vizyonun da olması lazım. Öyle olunca yürüyüşün de oturuşun da farklı oluyor. Dalida gibi, Brigitte Bardot ya da Marilyn Monroe gibi kadınların seksi olmak için bir şey yapmasına gerek yok. Mesela ilk kıyafetlerimi diken büyük usta, duayen modacı Yıldırım Mayruk’un, beni ilk gördüğünde ilk ettiği lafı hiç unutmam; ‘ben seni giydiremem, soyarım ben bu vücudu’ dedi. Çuval da giysem başka türlü duruyordu. Özel bir çabaya gerek yoktu. Bahsettiğim kadınlar da aynen böyle kadınlar. Bunun kiloyla değil enerjiyle ilgisi var bence.
"ROLLİNG STONES, AC/DC HATTA RAİNBOW’DAN ‘KİLL THE KİNG’İ BİLE SÖYLÜYORDUM"
Gazino çok önemli bir kültürdü ama yok oldu şimdi. Çocukluğumda Lunapark Gazinosu’na giderdik anneannemle; her çarşamba kadınlar matinesi olurdu.
Aile matinesi de pazar günleri yapılırdı. (Hüzünlü bir şekilde gülümsüyor) O kadar üzgünüm ki! En son Caddebostan Maksim kapandı. Ülke için o kadar büyük bir eksiklik ki bu. Bugün gazino kültürü devam ediyor olsaydı, her şey bambaşka olurdu. Gazino, Türkiye’nin mevcut olan bütün sanatsal ve kültürel faaliyetlerinin bir arada toplandığı, tüm sanat etkinliklerinin birer temsilcisinin olduğu ve hepsinin bir kadroda buluştuğu bir harikalar diyarıydı. Her tür seyirciyi her konuda tatmin eden görsel ve işitsel bir şovdu bizimki. Gelen seyirci biliyordu ki inanılmaz bir şeye şahit olacak.
Solistler arasında gazino geleneği gibi kurallar var mıydı? Mesela ana solistin repertuvarına kimse dokunamaz falan.
Olmaz mı? Bunlar konuşulmazdı bile. Söylenmeden uygulanması gereken bir saygı çizgisiydi. Eğer solistin repertuvarı orada yazılmışsa, kimsenin bir şey söylemesine gerek kalmazdı. Kimse de öyle bir saygısızlığa yeltenmezdi. İşinden olurdu çünkü. Gerçi bu kural benim için geçerli değildi, benim repertuvar kimsede olmadığı için… (Gülüyor) Benim için hiçbir kural geçerli değildi çünkü benim yaptığımı kimse yapmıyordu zaten, o yüzden ben ne yapıyorsam kabul görmek zorundaydı. 9 sene Fahrettin Bey’le çalıştım, bir kere bile şunu giyme, şunu söyleme, şunu yapma demedi. Beni tamamen özgür bıraktı.
Sizin arkanızda da müthiş sanatçılar çalmış, size eşlik etmiş.
MFÖ’den tutun, İpucu Beşlisi, Grup Lokomotif’e kadar… Aydın’ın, Sedat’ın, Mustafa’nın olduğu 25. Saat gurubu arkamda çalarken ben Roger Daltrey de Tina Turner da söylüyordum. Bırak onları, AC/DC’den hatta Rainbow’dan Kill The King’i bile söylüyordum.
Hem de kadınlar matinesinde... Ev hanımlarına…
Aynen öyle. Kadınlara Rock ve metal dinlettim ben. Dolmayla gelip, Seyyaaaaal diye bağırır, üstümü başımı parçalarlardı. Her gece 3-4 tane kostüm değiştirirdim bu yüzden. 40 dakikalık şovda en çok kostüm değiştiren bendim. Kıyamet kopardı. Kadınlar çıldırırdı gerçekten. Hakikaten kıyafetlerimin çoğu parçalanmıştır ve ben buna müsaade ederdim. Öylece dururdum, tamam ne yapıyorsanız yapın diye. O sevgiye bir şekilde karşılık vermek zorundasınız. Ben de kıyafetlerimi parçalamalarına izin verirdim. Çok yüksek enerjiyle çıktığında aldığın reaksiyon da çok yüksek oluyor. Londra’dan getirdiğim, kar makinaları, sis makinaları yani görmedikleri ne varsa ben karşılarına getiriyordum. Onlar için müthiş görsel bir şov değildi sadece, evde yapamadıkları ne varsa yapabilecekleri, özgür bir dünyaydı gazino kadınlar için.
Nasıl bir duygu o kadar sevilmek? Sizden bir parça almak uğruna sizi parçalamayı göze alacak kadar sevilmeyi düşünemiyorum.
Aşırı sevgi parçalar. Çok besleyici, çok motive edici olduğu kadar da korkutucu. Siz de aynı karşılığı vermeye çalışıyorsunuz ama asla onlar kadar sevebilmeniz mümkün değil! Hiçbir zaman sahnede durarak şarkı söylemedim ben, interaktif bir ruhum olduğu için seyircilerle iletişim, kurdum, direkt temas halinde oldum hep. Göz, beden temasını hiç kaybetmedim. Bana dokunmalarına izin verdim. Ulaşılabilir olmak istedim. Bu kadar basit.
Solistlerin üstte olabilmek için birbirleriyle kavga ettiği, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalıştığı bir sektörde, her solist alt kadrosunda ille de sizi istermiş.
Hakikaten öyle. Bülent, Zeki Bey, Emel, Muazzez, Gönül gibi isimlerle çalıştım ben. Onlar çekilmeye başladığı zaman gazinolardan ben de çekildim. Ama o star savaşlarının içinde olmadım hiç. Hepsiyle anlaşırdım ve hepsine gitmeye çalışırdım. Kimseyi küstürmek istemezdim. Hepsini çok severdim, hepsi de benim için çok değerlidir.
Uzun yıllar aynı enerjiyle devam ettiniz sahnelere.
10 Kasım hariç hiç evde oturduğumu hatırlamam. O zaman 10 Kasım’da ülkede her yer kapandığı için, sadece o gün tatil yapardım. 15 sene hiç durmadan çalıştım. Aynı gece 3-4 tane gazinoda çıktığımı bilirim. Çünkü Fahrettin Aslan birer kadro yapardı; bir kadro Taksim’e bir kadro Bebek Maksim’e, bir kadro Taşlık Maksim’e bir kadro da Caddebostan Maksim’e… Solistlerin çoğu da ‘Seyyal Taner olmazsa kadroya girmem’ dediği için, gece deli gibi oradan oraya koştururdum. İstanbul’da o zaman köprü falan yok, vapurlarla gitmek zorundasın. O koca ekiple, üstünde sahne kıyafetin, çoğu zaman vapurda değiştirirdim üstümü. 3-4 araba arka arkaya giderdik, arabalı vapurların önünde sıra beklerdik. Öyle ben sanatçıyım, açın kapıları durumu da yok. Bir sahneden inip, öbür sahneye ateş üstünde kendimizi attığımızı bilirim. Öyle tuhaf zamanlardan geçtik.
Paraya para dememişsinizdir herhalde.
Valla en yüksek parayı ben alıyordum ama o yıllarda 1 kuruş bile kazanamadım çünkü gelen bütün parayı kostümlere, çıkan en son teknolojilere harcadım. Hep sahneme yatırım yaptım. Müzisyenlerin çaldıkları aletleri bile ben aldım. Yeni moog’lar çıkmış, sintizayzır içine şu sesi ilave etmişler, hemen menajeri gönderiyorum, o alıyor, gümrük parasını bile ben veriyordum. O tarihlerde çok zordu bunları araştırmak, getirmek… Neden kendime amazon kadını diyorum? İşte bu yüzden. Gördüğüm saygıyı gerçekten hak ettim çünkü çok emek verdim.
Anadolu turnelerinde de sahnenizi, kıyafetlerinizi hiç değiştirmeden oralara taşımızsınız.
Öyle gerçekten. O zaman sahne alacağınız kültür mekanları, stadyumlar falan yoktu. Sineması olan yerler kolaydı bizim için ama bazı ilçelerde traktörleri yan yana koyarak, onları sahne yapıp çıktığımızı bilirim. Bak, o kadar deliydim ki, İstanbul’da Maksim’de hangi teknolojiyi, hangi aksesuarı, hangi koreografiyi kullanıyorsam, aynısını yapıyordum. Her teçhizatı, her detayı, şovla ilgili her şeyi yanımda götürürdüm. Kostümlerim bile aynıydı. Aman Anadolu bunu anlamaz diye düşünmedim hiç. O tarihlerde TRT tek kanaldı, ekranlar İstiklal Marşı’yla kapanırdı. Her şarkıyı, kendini falan tanıtamazdın turnaya çıkmazsan. Anadolu’nun her köşesine giderdik. Bazı turneler vardı, 180 gün sürerdi. 6 ay turne olur mu? Ben evden çıktım mı, aylarca geri dönemezdim. Bir girdiğim bir ilçeye bazen birkaç defa daha girmek zorunda kalırdım. O kadar talep vardı ve ben tüm Maksim’i oralara yanımda götürürdüm. Onlardan hiçbir şeyi esirgemedim; başka türlü Seyyal olunmazdı.
Siz de yasaklılar kervanındaymışsınız bir ara. Cenk Koray’ın atkısını alıp başınıza taktınız diye TRT’den yasak görmüşsünüz.
Evet ya! Programda Naciye isimli şarkımı söylüyorum, Cenk’in şalını alıp başıma sardım. Kumaşın üstünde de Arapça yazılar varmış. Nereden bileyim? O anda dikkat bile etmedim. Ama 1 yıl ekrandan uzaklaştırıldım. Yahu Arapça yazsa ne olacak ki?
DEDESİ GAZİ ANTEPLİ HACI BEKTAŞ VELİ’NİN POSTNİŞİNİ İMİŞ
Güzel kadınların üzerinde hep bir toplum baskısı vardır. Biraz kilo alsınlar, hemen eleştiri yağmuruna tutulurlar; yaşlansınlar, en acımasız eleştiriler onlara yapılır. Resmen psikolojik bir şiddettir bu; size de yapıldı mı hiç?
Bana çok yaptılar bunu. En çok da kadınlar yaptı. Ay ne kadar kilo almışsın diye o kadar söyleyen oldu ki! Uzun yıllar çalıştıktan sonra 10 küsur sene ara vermişim, biraz kilo almaya hakkım yok mu? Kime ne? Aldığım gibi vermeyi de bilirim ama ben mutluysam size ne? O kadar rahatsız olmuştum ki bu eleştirilerden. Sanki güzelliğini yitirdiğinde kabul görmeyecekmişsin gibi.
Yaşlanmaktan korktunuz mu hiç?
Hiçbir zaman.
Sufilik hikayeniz nerede başladı?
Dedelerden. Benim dedem Divan edebiyatını yazmış bir adam. Kendisi Gazi Antepli Hacı Bektaş Veli’nin postnişini (dergâhta posta oturan, yani o dergâhın başında bulunan şeyhe verilen isim) imiş. Yani postun sahibi, temsilcisi, mirasçısı imiş.
El verenlerden… Peki, siz el aldınız mı?
ST: Benim el almama lüzum yok, ben kadınım. Ailede o eğitimden geçerek geldim zaten.
ABŞ: Babası pir veya şeyh olana şeyh-zade derler. O yüzden o eli almasına lüzum yok çünkü o bir şeyh-zade.
ST: Bu konuşulmaz ama. 42 senedir konuşmamışım, şimdi de konuşmam.
Peki, hayatınızda aktif olarak yaşıyor musunuz inancınızı?
ST: Tabii. Bunun için inanmak yetmez ama. Evrensel bilinci açık bir ruh olman gerekiyor. Çocukluğumda bu bilincimin açılmasında anneannemin çok etkisi var. Çünkü anneannemin babası postnişin. O manevi gücü, desteği, o bilinci reel hayata uygulamanın yöntemlerini anneannemden öğrendim.
ABŞ: Seyyal’in rol modeli anneannesidir. Toprakları olan gerçek bir hanım ağaymış ama aynı zamanda da bu maneviyata sahipmiş. Seyyal de o terbiyeyle, o mistik kavramlarla büyümüş. Onun reel dünyadaki bu aktivasyonların temelinde yatan da bu ruh. Postnişin olan dedesinin hayatını anlatan kitabı da bende.
Hiç öyle büyük bir aydınlanma yaşadınız mı?
Kendimce yaşadım, ama senin bahsettiğin o büyük aydınlanma öyle okuyarak, gezerek, yaşayarak falan olmuyor. Zaman içinde oluyor. Sen onu fark etmiyorsun zaten, önce başkaları fark ediyor. Sen o kadar Hindistan’da yaşadın, aydınlandığını düşünüyor musun?
Bendeki durum ‘tam aydınlanacağım, bir gülme geliyor’ durumu…
Demek konsantrasyonun daha tam oturmamış. Bir dengesizlik var. Bu senin elinde olan bir şey çünkü. Korkun da engel oluyordur kesin; bilinmeyen falan yok, her şeyi biliyoruz biz. Allah’ı tanıyanda korku olmaz.