İnci Hekimoğlu
Sokağa çıkma yasağı ve hekimler
TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) birkaç gün önce bir rapor yayınladı.
Hani arada bir gözümüze ilişen ama sanki gündelik hayatın parçasıymış gibi önümüzden sessizce kayıp giden "sokağa çıkma yasağı" duyurularına ilişkin.
Rapora göre, 16 Ağustos 2015’ten, 1 Ekim 2018’e kadar toplam 11 il ve en az 50 ilçede en az 332 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş.
Diyarbakır’da 190, Mardin’de 53, Hakkâri’de 23, Şırnak’ta 13, Bitlis’te 18, Muş’ta 7, Bingöl’de 7, Dersim’de 6, Batman’da 6, Elazığ’da 2, Siirt’te 7 kez yasak ilan edilirken, Hakkâri’nin Şemdinli ve Bitlis’in Hizan, Güroymak, Mutki, Tatvan ve Merkez ilçelerine bağlı çeşitli köy ve mezralarda ise saat kısıtlılıkları dâhilinde en az 21 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş.
Bölgede süren çatışmalar ve operasyonlar nedeniyle…
Rakamlara ve bölgedeki etki alanına bakınca, ‘sokağa çıkma yasağı’ yerine, ülkenin bir bölümünde arada bir sokağa çıkabilme hakkı tanınıyor desek daha doğru olur.
Saatlerce, günlerce ve bazen aylarca sokağa çıkamamanın ne demek olduğunu bir düşünün.
Yalnız orada yaşayanların sokağa çıkamaması değil, yasağın kapsama alanında olan.
Güvenlik güçleri dışında dışarıdan kimsenin sokulmaması demek aynı zamanda.
Yetkililerin insafına terk edilmiş; medyanın, sivil toplum kuruluşlarının, milletin temsilcisi vekillerin olup biteni izlemesine izin verilmeyen, sıkı sıkı kapatılmış bir karanlık oda adeta.
Ne yaşanıyor, hangi çığlıklar yükseliyor, hangi iniltiler fısıldanıyor, hangi yaralar açılıyor, hangi öfkeler bileyleniyor, hangi acılar katmerleniyor bilmiyoruz.
Hangi yardım çığlıklarına kör ve sağır kılınıyoruz, bilmiyoruz.
Bildiklerimizden tahmin yürütebiliriz ama.
"Sokağa çıkma yasağı" artık bu ülke tarihinde Nusaybin, Şırnak, Cizre başlıkları altında yerini aldı.
Hele Cizre…
Cizre demek, bir karanlık bodruma sığınmış aç, susuz, yaralı insanların, her gün bir yakınını ölüme göndermesi demek,
O bir bir eksilişleri adeta canlı yayında an be an izleyip, 'hashtag' çaresizliği ile yetinmek demek,
Çoluk çocuk onlarca insanı kurtarmakla görevli ambulansların dekordan öteye geçememesi demek,
Hipokrat Yemini’nin peşinden giden sağlık görevlilerini aylar sonra "terör örgütü üyesi" olmakla suçlayıp, hücreye tıkmak demek.
***
Bütün yaşamsal risklere rağmen Cizre’de bir bodrum katında kurtarılmayı bekleyenleri almak üzere yola çıkan 9 hekim, bir anestezi teknikeri, 3 hemşire ve ambulans şoförü şimdi "Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma" ve "Terör Örgütü Propagandası Yapma" suçlarından yargılanıyorlar.
14 sağlık çalışanının avukatları adına Ziynet Özçelik’in Mardin 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na verdiği iddianameye yanıt niteliğindeki dilekçeden anlıyoruz ki, dava buharlaşmış bir ihbarcıya dayandırılarak açılmış.
Tutanaklara göre, Yasin Yılmaz adlı ihbarcı ifadeye bile çağrılmamış.
İddianamenin dayandığı diğer unsur ise 4 TEM polisinin ifadesinden ibaret.
Suçlama "şüphelilerin örgütün çağrısına uyarak fikir ve eylem birliği içinde Cizre’ye doğru hareket ettikleri, güvenlik güçleri tarafından geçmelerine izin verilmediği, örgüt mensuplarını sivil vatandaş olarak gösterip çatışma bölgesinden çıkarmak ve kaçmalarını sağlamak için bölgeye geldiklerini ve böylece atılı suçu işledikleri" şeklinde.
İyi de, o günlerde Sağlık Bakanlığı’na bağlı görevliler de, bizzat bakanlığın talebiyle ambulans ile Cudi Mahallesi’ne gidip yaralı insanları almak üzere harekete geçirilmiş ama çatışmalar nedeniyle yaklaşamadıklarını neredeyse bütün medya organları haber yapmıştı.
Bu durumda iddianameye göre, aynı suçu Sağlık Bakanlığı mensupları da işlemişti, öyle mi?
Kaldı ki aynı dönemde, Tabip Odaları başta olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu, CHP ve HDP milletvekilleri, sanatçı ve aydınlar, yani toplumun farklı kesimlerden onlarca açıklama yapılarak sivillerin çıkarılması için yaşam koridoru açılması çağrısında bulunulmuştu.
Maalesef işe yaramamış, Cizre’ye girilebildiğinde de o duvarlarına "bodrumda aşk başkadır" yazanların imza attığı bir kırımın bütün korkunç izleri gün yüzüne çıkmıştı.
Yanmış çocuk bedenlerinden kalabilen parçalar dahil…
Avukat Ziynet Özçelik’in not düştüğü gibi; "hekimliğin insan yaşamını gözetme davranışı, mesleki etiği ve insancıl hukuk normlarının hayat bulduğu yerdir, suç haline getirilemez."
Ama ancak polis devleti değil hukuk devleti olduğu sürece.
Avukatların iddianamenin hazırlanış biçimine ilişkin "yürütme organı tarafından güçlendirilen kolluk tarafından uygulanan bu yöntem ve kolluğun bu biçimlendirici müdahalesine karşı duramayan yargı kurumu ne yazık ki ulusal ve uluslararası hukuk öğretisi tarafından bilinen ve üzerinde eleştirel çalışmaların yapıldığı bir olgu, yeni tür hegemonya kurma ve yönetme biçiminin yansımalarıdır" tespitleri ve,
"Yargılanan hekimlerin ve sağlık personelinin kendilerini bağlı saydıkları değerler; insan yaşamının biricikliğine, korunmasına dair mesleki etik değerlerdir. Bu değerlere uymak için hekimlik andı gereği kimseden emir, talimat almazlar. Aynı zamanda bu değerler pek çok hukuki metinde de norm olarak varlık kazanmıştır" hatırlatmasının sonuçlarını gelecek duruşmada göreceğiz.
Umarız bu sonuç dilekçede alıntılandığı gibi "yargı aygıtının zayıflaması ve onun giderek artan bir şekilde yürütmenin özerk bir parçasına dönüşmesiyle polise boyun eğişi, hukuk devleti şeklinin yok olmasının yapısal unsuru" olarak kayda geçmez.