Ayşe Çavdar
Tarikat-siyaset: Boşgösteren olarak din
Cemaat ve tarikatler babında yazacaklarım, bu cemaat ve tarikatlerin ürettikleri söylemsel malzemeyi gözden geçirirken kafama takılan sorular ve spekülasyonlardan ibaret olacak. Devleti ele geçirdikleri ve siyaseti emirleri altına aldıkları yolundaki iddia ve korkulardan uzak durmaya çalışacağım. Uzak durmaya çalışacağım başka bir mevzu ise "gerçek İslam" tartışması. Zira herhangi birinin "gerçek İslam"ı tarif etme yetkisine sahip olduğunu düşünmüyorum. İslam'ı diğer dinlerden ayıran en önemli özellik belki de bu. Her bir mü'min'e dinin sözünü kendi vicdanında anlamlandırma sorumluluğunu vermiş olması. Allah'ın "ben sana şah damarından daha yakınım" dediği bir dinin kullarının, şah damarıyla aradaki mesafeye kimi nasıl alacağı da kendi sorumluluğunda. O yüzden "gerçek İslam" tartışması dinin içeriğiyle değil, o içerik üzerinde söz sahibi olmak isteyenler arasındaki siyasi yarışmayla ilgili. Bu nedenle asıl enteresan ve verimli olan gerçek İslam'ın ne olduğunu değil, bu tartışmayı kimlerin, ne adına, hangi hedeflere ulaşmak için yaptığını araştırmak.
Hangi cemaati, tarikati siyasetle bağları üzerinden konuşmaya başlasanız, özellikle de konuştuğunuz insan bu tarikat ya da cemaate sempati duyan, onun hakkında olumsuz şeyler söylemekten imtina eden biriyse, "Yok, mümkün değil, onların hiç işi olmaz böyle işlerle" cevabını alırsınız. Çünkü siyasetle ilgilenmek "kötü" bir şeydir, dergâha siyaset sokulmaz. Siyaset en nihayetinde çıkarların müzakere edildiği bir yerdir ve bu müzakere her zaman ahlaki koşullarda ve halis niyetle yapılmıyor olabilir. Oysa dergâh, insanı o çıkarların şekillendiği nefsinden kurtarıp Allah'a götüren yolun başlangıcıdır. Bu yüzden de teorik olarak dergâhın o kirli siyasetle işin olmaması gerekir. Mürid görünüşte kendi kalbine gölge düşürmemek için reddeder bağlı bulunduğu dergâhın siyasetle ilişkisini. Bu türlü bir diyalogdan, mürşit ile mürid arasındaki bağın tarikatın yüksek çıkarlarını korumak için müridi yalan söylemeye değil belki ama hakikati görmezden gelmeye sevk eden bir dinamiği de olduğunu anlamak için kendi aklınızı sürekli yoklamanız gerekir.
Oysa tasavvuf fikrinin çıkış noktası da gelişim ve dönüşüm süreçleri de alabildiğine siyasidir. Çünkü tasavvuf nefisle bilinç arasındaki mücadeleyi şekillendirme iddiasındaki birçoğu kurumsallaşmış ve rekabet halinde bulunan geleneklere verilen isimdir. Mü'min tekinin ve mü'min teklerinin birlikte oluşturduğu topluluğun (ümmet bir dolu başka varsayım içerdiği için kullanmaktan kaçınıyorum) dünya işlerinde ne türlü bir ahlakı takip edeceklerini belirleme iddiasında olduğundan tarikat, kelimenin tüm anlamlarıyla siyasi bir örgütlenmedir.
Tasavvuf fikrinin öncülerinden Ebuzer, zenginden (ç)alıp yoksula veren, Allah yolunun "deli"si bir yiğittir. Ebuzer'in seçtiği yolla siyasi bir tercihte ve deklarasyonda bulunmadığı nasıl söylenebilir? Ibn Arabi, vahdet-i vücuttan, yani tüm kainatın Allah'ın sıfatlarının tecellisi olduğundan söz ederken siyasi bir manifesto yazmaktadır aslında. Allah'ın sıfatları alabildiğine geniş bir insanlık hali yelpazesidir. Kimi hallerde kimi sıfatların diğerlerinden çok anıldığını görürsünüz. Her bir sıfat o hali edinen, benimseyenin meşruiyeti haline gelir. Çünkü bütün hallerin yaratıcısı ve tarif edicisi Allah'tır. O gerektiğinde rahman ve rahim, esirgeyen ve bağışlayan; kimi zaman -nedense bu ara nadiren- adil; tercih edildiğinde -son zamanlarda daha çok- ed-darr, müntekim ve malik-ül mülk, dara düşüren, intikam alan ve mülk sahibidir. Tüm bu kavramlar ve bunların konuşulduğu, içeriklerinin tartışıldığı ve şekillendirildiği, bu sıfatlar arasındaki hiyerarşinin müzakere edildiği her alan, o müzakere ister mürşid-mürid arasında olsun ister mürşid ile devlet başkanı arasında dibine kadar siyasidir. Aynı nedenle, İslam toplumlarında siyasi kültürün şekillenmesinde, bu müzakerenin yapıldığı yerler arasında bulundukları için, tarikatler, dergâhlar, tekkeler son derece belirleyici bir rol oynarlar. Ve yine bu nedenle, o tarikatler hakkında söz sahibi olanlar yalnızca mürşidler ve müridler olamaz. Yani tarikatler mürşid ile mürid arasındaki mahrem ilişkinin kurulduğu, geriye kalanların dışarda bırakıldığı ayrıcalık alanları olarak konumlanamazlar.
Şu anda, mevcut politik koşullar nedeniyle tarikatler dediğimizde daha çok Nakşibendilerden bahsediyoruz. Hatta tüm İslam dünyasında bir hayli yaygın ve siyasi güce de sahip Nakşibendiliğin tamamından da söz etmiyoruz. Mevlana Halid'in adıyla anılan Halidiyye kolundan türemiş tarikatlerden söz ediyoruz. Yani büyük ölçüde tasavvufun 18'inci yüzyılın sonu, 19'uncu yüzyılın başındaki siyasi ve beşeri atmosferde kendini yeniden tarif ettiği bir dönemin ürünü olanlardan. Mevlana Halid, Süleymaniye yakınlarında doğmuş bir Kürt şeyh (d.1779). Ondan önceki en önemli durak İmam Rabbani (Ahmed Sirhindi, d.1564) ise Hindistan'da dünyaya gelmiş. Nakşibendiliğin, İmam Rabbani ile birlikte kendisine belirlediği ülkü, tasavvufla (mü'min merkezli İslam'la) şeriat (topluluk merkezli İslam) arasındaki kavgayı sona erdirmek. Bir bakıma Ebuzer'le (mü'min tekinin vicdanı ile) Muaviye (siyasi birliği temsil eden hegemonik projenin temsilcisi) arasındaki sürtüşmeyi sona erdirmek. Selefiler gibi Ebuzer'i şeriat düşmanı ilan etmekle yapmıyor bunu Nakşilik. Onun yerine tasavvufu şeriate giden yolun aracı olarak konumlandırıyor. Bu da Nakşibendiliğin son derece siyasi bir teşekkül olduğunu gösterir: Hedef şeriat, strateji tasavvuf. Bu şekilde araçsallaştırılmış bir tasavvufla, Ebuzer'in, Ibn Arabi'nin, Mevlana'nın, Yunus'un önerdiği tasavvuf arasındaki ilişkinin dostâne olduğu söylenemez. Çünkü güçlü siyasi birliklerin teşekkül ettiği dönemlerde mü'min tekine "Allah sana şah damarından daha yakın, cemaatini, cemiyetini değil, onu düşünerek kur hayatını" diye kendi siyasi varlığını cemiyet adına racon kesenlerden ayırma mesuliyeti veriyor bu hat. Böylesi bir mesuliyet yüklenmiş mü'min teklerinin, sultanların, padişahların, halifelerin hasretiyle kavruldukları bir ümmet ya da teba teşkil etmeyecekleri ortada. Dolayısıyla, Nakşibendiliğin kendisine biçtiği tarihsel rol büyük ölçüde bu mesuliyet bilincini mevcut siyasi birliğin çıkarları doğrultusunda evcilleştirmek olarak özetlenebilir.
Nitekim Anadolu'ya Simavlı Molla Abdullah (ölümü: 1491) tarafından getirilen Nakşibendiliğin en hızla yayıldığı tarih, paradoksal gibi görünse de, Osmanlı'nın kaybetmeye başladığı gücünü merkezileşerek ve modernleşerek yenilemeye çalıştığı dönemdir. II. Mahmud Yeniçeri Ocağı'yla birlikte Bektaşi tekkelerininin bir çoğunu yıktırır ve mülklerini ya Nakşibendi tarikatlere devreder ya satıp hazineye gelir diye kaydeder. Yıktırılmayan tekkeler o yereldeki Nakşibendi şeyhlere verilir. Dokunulmayan tek dergâh, müstesna vakıf statüsündeki Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı'dır. Ona da dönemin Nakşi şeyhlerinden Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi bir nevi kayyum olarak atanır. II. Mahmud'dan sonraki dönemde, Padişah Abdülmecid, tıpkı Cumhuriyet döneminde tüm tekkelere yapıldığı gibi, yasağı kaldırıp kendisini restore etmesine meydan vermek yerine, dedelerin ve babaların faaliyetlerini görmezlikten gelerek Bektaşiliği himaye eder (aslında kendisine bağımlılaştırır). Nakşibendi şeyhler Bektaşi tekke ve dergâhlarında kayyum olarak varlıklarını sürdürürlerken, Bektaşiler fiilen yine bu tekke ve dergâhlarda faaliyetlerine devam ederler (Bu bilgileri Mustafa Alkan'ın "Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesine Nakşibendi Bir Şeyhin Tayini: Merkezi Bir Dayatma ve Sosyal Tepki" makalesinden özetliyorum, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi'nin, 57'inci sayısı. Daha tafsilatlı bilgi için Muharrem Varol'un Islahat, Siyaset, Tarikat: Bektaşiliğin İlgası Sonrasında Osmanlı Devleti'nin Tarikat Politikaları, Dergâh Yayınları, 2013).
Yani nasıl oluyorsa, Osmanlı hanedanının Balkanlardan başlayan imparatorluk macerasına "rehberlik" ve eşlik eden Bektaşilik, II. Mahmud'un orduyu modernleştirme hamlesinde sakatlanırken, yerine ağırlıklı olarak o güne kadar Sünni Kürt ve Arap aşiretlerinin rağbet gösterdikleri, medrese geleneği aracılığıyla tasavvufu şeriat fıkhı ile meczeden Nakşibendilik desteklenir. Mevzuyu tarihsel bağlamı içinde okuyunca -Nakşibendilik -Anadolu'daki vahdet-i vücutçu tasavvuf gelenekleriyle ilişkisi bakımından- gayet yeni ve tepeden saray eliyle indirilen bir tasavvuf ekolü gibi durmuyor mu?
An itibariyle Türkiye'deki tasavvuf sahnesinde diğerlerine göre daha görünür olan Nakşibendi söylem, Cumhuriyet'in tekke ve zaviyeleri yasaklamasının yarattığı kırılmayı bir mağduriyet söylencesi olarak anlatıyor. Nakşibendiliğin nasıl olup da kısa zamanda onca yaygınlaştığı konusunda edilen kelam ise şöyle: "Falanca şeyh o kadar bilgiliydi, o kadar tesirliydi ki dönemin kaymakamları, valileri, kadıları gelip ona akıl danışırdı." Yani, devletin şeyhe gösterdiği teveccüh, söz konusu şeyhin ne kadar da doğru ve dürüst bir yol tutturduğuna delil olarak sunuluyor. Bir başka deyişle, dergâhla devlet arasında -bu yalnızca devlet Osmanlı iken geçerli değil- karşılıklı tanıma ve itibar üzerinden son derece siyasi bir ilişki tarif ediliyor.
Mesela Menzil Dergahı'nın yükseliş döneminin mimarı Muhammed Raşid Erol ile ilgili olarak, bir ilçe vaizi ve yüksek lisans öğrencisi olan Salih Özcan (Seyyid Muhammed Raşid Erol'un Hayatı ve Tasavvufi Etkisi, Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt 8, Sayı 2, Kasım 2016) şunları söylüyor, "Cumhurbaşkanı Turgut Özal kendilerini bir gün Çankaya'ya davet eder, Muhammed Raşid Efendi, 'Efendim bugün Türkiye'nin siyasi konjonktürüne ve insanların algısına bakıldığında siz buraya gelirseniz devlet, ben oraya gelirsem İslam zarar görür' diyerek bu daveti adaba uygun olarak geri çevirmiştir." Erol'un aşağı yukarı tüm biyografilerinde, sağ siyasi yelpazenin liderlerine ilişkin anlatılmış benzer anekdotlara rastlamak mümkün. Alıntı yapmak için genç bir vaiz ve öğrenci olan Özcan'ı seçmemin sebebi, dergâhın ve şeyhin geçerlilik ve meşruiyet kaynaklarının bugün bile aynı minvalde devam etmesi. Müridin nefsini terbiye etmek için devletlu bir dergâhı seçmiş olmasında siyasi bir şeyler yok mu sizce de?
İspat etmemekle birlikte aşağı yukarı tüm Nakşi tarikatler, geçmişte şu padişahın ya da şimdiki zamanda bilmem hangi siyasi liderin, belli etmese ve açıkça söylemese de kendi dergâhlarının müridi olduğunu söylenti şeklinde bile olsa yayarak siyasi meşruiyet aramayı sürdürüyorlar. Çünkü, tartışmaya son derece açık silsile fikri ve silsilelerle, müridler arasında pek az okunan, okunmadığı için anlaşılması, kavranması ve yeniden yorumlanarak gündelik hayatta bir karşılık bulması da mümkün olmayan onca literatürden çok daha yakın ve sıcak, üstelik somut karşılığı olan bir meşruiyet kaynağı teşkil ediyor siyaset ve devletin sunduğu iktidar bağlamı.
O zaman niye müridler sürekli "bizim dergâhın siyasetle bir alakası yok" diye tekrar edip dururlar? Bu söylem söz konusu yapıların modern mü'min tekinde yarattığı yarılmanın derinliğine işaret eder. Çünkü mürid için siyaset kirli bir oyun alanıdır, oysa tarikate kirlerinden arınmaya, onu cennete götürecek temiz bir yola girmeye gelmiştir. Hayır kimse kandırılmaz ya da aldatılmaz. Mürid de bu söylediğine inanmaz aslında, fakat buna inanmaması söylemesine mani olmaz. Karşı karşıya olduğumuz hal bir yalan değil yarılmadır. Tarikatlerin, İslamcılığın ve farklı türde dindarlıkları birbirleriyle rekabet halinde oldukları zayıf noktalarından yakalayıp hegemonik projesine dahil eden "muhafazakâr demokrasi"nin güvenilmezliğinin kaynağı da bu yarılmadan besleniyor oluşudur.
Ibn Arabi'ci tasavvufun önceliği, mü'min tekinin kendi iç bütünlüğünü inşa etmesidir. Bu da gerektiğinde verili düzene, cemaate, cemiyete, siyasi birliğe, o içsel bütünlüğü bozan her ne varsa ona başkaldırma sorumluluğu verir mü'mine, iktidardan uzak durma, bir bakıma ortodoksiden sapma sorumluluğu... Bu türden tasavvuf, geniş anlamda bir siyaset içerir. Bugün çoğunlukla adını duyduğumuz, şemalini gördüğümüz tarikatler ise, İslam dünyasının yaşadığı siyasi serüven çerçevesinde kendi varlıkları ile içinde bulundukları hegemonik projenin varlık koşullarını birlikte okuyarak inşa edilmiş dar anlamda bir siyasetin temsilcileri. Bu ikincilerin öncelikli meselesi tarikatin varlığını ve bütünlüğünü korumak, sürdürmek. Gerekirse müridin bir mü'min teki olarak içsel bütünlüğünün bozulması adına gözetilen bir öncelik bu.
Esenyurt'ta bir alan çalışması yaparken konuştuğum bir esnaf, "sizden sonra kiminle görüşmemi tavsiye edersiniz" diye sorduğumda, komşusu olan başka bir esnafı işaret edip, "Müslümandır ama güvenilir insandır" demişti. Önce farkına varmadım ne dediğinin, sonra cümleyi zihnimde tekrar edince beynimden vurulmuşa döndüm: "Müslümandır ve güvenilir insandır" değil, "Müslümandır ama güvenilir insandır"... Yani, Müslüman'ın güvenilmez değil, güvenilir olması istisna. Tarikatlerin siyasetle yaşadıkları vuslatın dindarları getirdiği yer böylesi bir menzil. Cumhuriyet'in tekkeleri kapatmasıyla da başlamış değil bu dönüşüm. Daha peygamber hayattayken başlayan siyasi çekişmelerin dine ve dindarlığın siyasetine ne türlü bir şekil verdiği ile ilgili. Cumhuriyet döneminin, Anadolu İslam'ı anlamında buna yaptığı en büyük "katkı" herhalde dini dindarın meselesinden ibaret görmesi, Diyanet'i ise dindarın da söz konusu meseleyi büyütmeden geçiştireceği bir kurum olarak teşkil ettirmesidir.
AKP'ye yakın kamuoyu araştırma şirketlerinden MAK, geçtiğimiz aylarda Türkiye'nin dindarlığını ölçen bir araştırma yaptı. Buna göre Kur'an'ın Türkçe meailini okuyanların oranı yüzde 17. Yazdıkları raporda araştırmacılar şöyle dile getirmişler tepkilerini: "Müslüman olduğunu söyleyen bir kişinin o dinin temel kaynağı kitapta ne yazdığını bilmemesi kadar hayret verici bir şey olamaz." Oysa hayret edilecek bir şey yok bunda. Müslümanlar çok uzun zamandır yalnız o kitapta değil, herhangi bir kitapta yazanla iletişim kurmayı reddediyorlar. Müslüman kalabilmek için yapıyorlar bunu, çünkü dünya ile din arasında bir seçim yapmak zorunda kalmak istemiyorlar. Arzu ettikleri şey, dinin dünyadan yana yaptıkları seçimleri onaylayıp ruhlarını olası cehennem azabından korumasından ibaret. Bu arzu mevcut dünyaya herhangi bir düzeyde herhangi bir itiraz içermiyor. Sözünü ettiğimiz tarikatler ise dünyadan yana yapılan bu seçimi kutsayacak bir formül üretmiş durumdalar. Bu formülün bileşenlerine baktığımızda gördüğümüz İslam, kendi varlık stratejilerini dine dönüştürmüş tarikat ve cemaatlerin boşgöstereni olmanın ötesinde bir işleve sahip değil. Gerçek din bu mudur, değil midir? Kim bilir? Ama elde kalan budur...