Yetvart Danzikyan

Yetvart Danzikyan

Bu yıkımdan da elbet bir gün dönülür

16 Nisan kuşatılmışlıktan çıkmanın referandumudur. Bu referandum, kaderimizi elimize alıp almayacağımızı oylayacağımız gün olacak, belli ki.

Yetvart Danzikyan

Yani, mantıken öyle olması gerekir. Başlıktaki iddia, beklentiden bahsediyorum. Milletvekillerinin, parti başkanlarının, belediye başkanlarının, gazetecilerin hapse atıldığı, gazetecilerin en iyi ihtimalle işsiz kaldığı, kanalların kapatıldığı, hocaların, araştırma görevlilerinin sorgusuz sualsiz itiraz hakkı olmadan üniversitelerden kapı dışarı edildiği bu OHAL rejiminden elbet bir gün dönülür. Toplumlar uzun vadede böylesi karanlık dönemlerden çıkarlar. Çıkarlar da nasıl çıkarlar ve bu iyi kötü işleyen etik kodların iktidar tarafından darmaduman edildiği dönemlerin yaralarını sarmak ne kadar zaman alır ve döndüğümüzde kendimizi ne halde buluruz?

Bunun yanıtına kafa yormadan önce belki de –tarihsel düzeyde- neyle karşı karşıya olduğumuzun üzerinden şöyle bir geçmekte fayda olabilir. Açıkçası, Cumhuriyet tarihinde yeni bir dikta türü ile karşı karşıyayız. Bundan önceki otoriter rejimlerin çoğu, devlet kaynaklı, gücünü devletten alan rejimlerdi. Toplumsal olarak belki bir karşılığı vardı ama bunlar geçici ve zayıf destekler, karşılıklardı. İlk fırsatta, toplumun büyükçe bir kısmı yine parlamenter sisteme dönüş yolunda bir irade sergiliyordu. 1960 darbesi sonrası da böyle oldu, ‘71 muhtırası sonrası da, keza ‘80 darbesi sonrasında da. Mesela ‘80 darbesini ele alalım. 1982 Anayasası’na ezici çoğunlukla evet diyen toplum bir yıl sonraki seçimlerde cuntanın işaret ettiği parti yerine daha "serbest piyasa" dostu gibi gözüken Özal’a oy vermişti. Yani Kenan Evren ile bir anlamda işi kalmamıştı artık. Ancak iş bununla da kalmadı. Birkaç yıl sonra 1987 yılındaki referandumda siyasi yasaklı olan Ecevit, Demirel, Türkeş ve Erbakan’ın siyasete dönmesi lehine (kıl payı ile de olsa) oy kullandı. Özal’ın, yani iktidardaki partinin tüm karşı yöndeki propagandalarına, "12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?" argümanlarına rağmen. Yani tüm kusurlarına rağmen içinde yaşadığı sistemden ve aktörlerinden vazgeçmeye yanaşmadı.

Dolayısıyla belki ‘60 sonrasındaki alışkanlıklara bakılarak, şöyle bir model bile çıkarılabilir. Seçmen, ağır da olsa seçimler yoluyla tercihini, tutumunu belli ediyor, kendisini temsil ettiğini düşündüğü siyasetçilere yönelik darbelere belki ilk anda karşı çıkmıyor, ama ilk fırsatta da yine kendi tercihine dönüyordu. 60’ların iklimi, darbeye rağmen, sonrasında DP’nin devamcısı olan AP’yi (1965’te % 52 ile) iktidara taşımıştı. 60’ların sonlarında başlayan sol dalga ise ‘71 muhtırasına rağmen ‘73’te (ortanın solu’na yönelen) CHP’yi yüksek sayılabilecek bir oy ile iktidara taşımıştı. (CHP aynı oy oranını muhtemelen 2002’deki seçim sistemiyle alsaydı tek başına iktidar olurdu. Hatırlayalım, CHP 1973 seçimlerinde % 33,3 oy alırken AKP 2002 seçimlerinde % 34,3 oy almıştı. Bu sonuçlarla CHP ‘73’te Meclis’te tüm vekillerin % 41,1’ini temsil ederken AKP 2002’de Meclis’teki tüm vekillerin % 66’sını temsil etmekteydi. CHP’nin ‘77’de ise % 41,4 oranında oy aldığını akılda tutalım. CHP bu oy oranına rağmen Meclis’teki toplam vekillerin % 47,3’ünü temsil edebildi. Yani AKP’nin 2002 seviyesinin yanına bile yaklaşamadı. ) 70’lerin tüm çalkantısı ve derin devlet hamlelerine rağmen bu dalga CHP’yi hep yukarıda, suyun yüzeyinde tuttu.’80 sonrasında da darbesinin tozu pası atıldıktan sonra bile seçmen AP-CHP ikili sistemini (SHP’nin 89 yerel seçimlerinde birinci parti olmasını unutmayalım) 90’ların başlarına kadar suyun üzerinde tuttu.

Bu modelin aslında 28 Şubat sonrasında bile işlediği düşünülebilir. Postmodern darbe sonrasındaki ikinci seçimde seçmen RP’nin "piyasa dostu" farkla devamı sayılan AKP’yi tercih etti. Burada esasında şunu söylemek lazım: Bu model AKP dönemimde de varlığını sürdürdü. AKP’nin 2013’teki Gezi direnişi öncesi ve sonrasında otoriter rejimi iyice yerleştirmesi karşısında seçmen, 2015’teki 7 Haziran seçimlerinde yine hamlesini yaptı ve AKP’yi en azından tak parti iktidarından indirdi. Yani bu modelleme, kimi istisnaları, sapmaları hariç tutacak olursak 50 yıl boyunca kendi içinde bir tutarlılık göstermişti. AKP’ye nasıl baktığını da belli etmişti.
7 Haziran 2015 sonrası ise belki de ayrı bir çerçeve gerektiriyor. Artık ondan sonrası Türkiye’nin darbeci devlet aklının yine devreye girdiği bir süreç. Nasıl ki ‘80 öncesinde devlet, toplumun artık kendi çektiği çizginin dışına çıktığını düşündüğü için çatışmaların artmasını bekleyerek, kontrgerillayı devreye sokarak darbenin zeminini hazırlamışsa, 7 Haziran sonrasında da artık AKP’nin devraldığı devlet aklı, yepyeni bir muhalefet dinamiğinin büyüdüğünü ve toplumun kendi çizdiği o boğucu çizginin dışına çıkmaya başladığını fark ettiği anda çatışmaların artmasını körükleyerek, çözüm sürecini bozarak, kendi 18 Brumaire’inin, yani 1 Kasım ve sonrasının koşullarını hazırladı. Ne ilginçtir ki burada da en büyük yardımcısı MHP oldu. (MHP ‘80 darbesi sonrasında olduğu gibi şu dönem bittiğinde de ‘biz ne yaptık?’ diyecek mi acaba..Göreceğiz.)
Velhasıl karşımızda yeni bir durum var artık. Seçmen tercihleri devlet operasyonları ve savaşlarla –bir kez daha- darmadağın edilmeye çalışıldı. Şu tarihsel mekaniği kavrayamayan CHP kritik anlarda devletinin yanında yer aldı. Bu devlet, AKP olsa bile. Ve bu otoriter rejim, bundan öncekilerden farklı olarak hem derin devlet imkanlarını eline aldı hem de her gün milliyetçi ve İslamcı bir ideoloji zerk ettiği, agresifleştirdiği bir seçmen desteği kazandı. (Bu denklemde Gülen Cemaati’nin katkısını da unutmamalıyız elbette)

16 Nisan referandumu, bu kuşatılmışlıktan çıkmanın referandumudur işte. Bu yıkımdan nasıl döneceğimizi artık konuşmaya başlamanın tarihidir. Devletin ve iktidarın korkusu bundandır. Sermayenin "Aman devletimizi kızdırmayalım" diye "Hayır" diyeceğini açıklayan haber spikerlerini kovması bundandır. 16 Nisan, kaderimizi elimizi alıp almayacağımızı oylayacağımız gün olacak, belli ki. Bu yıkımı nasıl onaracağımızı konuşacağız sonra da. Umarım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yetvart Danzikyan Arşivi