'Kürtlerle birlikte görünmemek gözümüze inen bir perde'
Emre ÜNSALLI
ARTI GERÇEK - Grup Yorum’un toplumsal muhalefetin tüm kesimlerinin sesi olarak rüzgar gibi estiği yılların solistlerinden Hilmi Yarayıcı. Yarayıcı o dönemlerde de üniversitelerde, işçi ve memur eylemlerinde, maden ocaklarında bir nevi halkın vekilliydi. Toprak altında kalan madencilerin, köyleri yakılan Kürt halkının, özgür üniversite isteyen gençlerin kısaca eşitlik ve adalet isteyen tüm insanların sesi oldu. Kürtçe şarkı söylemenin yasak olduğu dönemlerde Kürtçe söylediği için işkence gördü.
1 Kasım 2015 Genel Seçimleri'nde CHP Hatay Milletvekili olarak Meclis çatısı altında halkın vekilliğini sürdüren Hilmi Yarayıcı, Anayasa Referandumu öncesi Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmayla CHP içindeki sol sesi cılız da olsa duyulur hale getirdi. Roboski, bölgede şehirlerinde yerle bir edilen ilçeler, sokaklarda alınması engelenen cansız bedenler, Taybet Analar... Kısaca, zulme tavır alırken bir çok sol siyasetçinin atladığı, açıkça söylenmekten uzak durduğu ne varsa Meclis kürsüsünden dile getirdi.
CHP Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı ile git gide görünmez olan zulmün yakın tarihini, AKP’nin ülkeye dayattığı savaş politikalarına karşı CHP’nin solunun nasıl bir siyaset üreteceği üzerine konuştuk.
Bir açıklamanızda Erdoğan’ın ve AKP’nin savaş suçlusu olduğunu ve savaş suçundan yargılanması gerektiğini söylemiştiniz. Geçtiğimiz ay Meclis'ten bir savaş tezkeresi geçti. CHP’nin bu tezkereye destek vermesi eleştirilere neden oldu. Siz ve sizin gibi düşünen milletvekillerinin bu tezkereye tepkisi nasıl oldu?
Zaten Erdoğan’ın da en büyük korkusu bu değil mi? Can Dündar, Erdem Gül ve Enis Berberoğlu’nun yargılanması da bu nedenle değil midir? Suriye savaşında cihatçı çetelere nasıl destekler sunulduğu bilinmiyor mu? Ülkemiz başta IŞİD ve El Nusra olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen cihatçı katillerin geçiş güzergâhı haline getirilmedi mi? IŞİD’in, Nusra’nın katliamlarında, ülkemizden giden silahların seri numaralarını dahi görmedik mi? Elbette ki bunların tamamı insanlık suçudur ve bu suçu işleyenler bir gün mutlaka bunun hesabını vereceklerdir.
'BİR HALK BAĞIMSIZLIK İRADESİ ORTAYA KOYUYORSA SAYGI GÖSTERMEK GÖREVİMDİR'
Şimdi aynı savaş dili Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi için kullanılmaktadır. Yandaş basın her gün savaş diliyle yüz yıllık emperyal niyetlerin gerçekleştirilmesi çağrısında bulunuyor. Kendi Kürtlerinle ortak yaşama iradesini gösterme, kendi Kürt sorununu çözme, ondan sonra Irak Kürdistanı bizim için ulusal tehdittir deyip sınırda savaş tatbikatlarıyla gözdağı vermeye çalış. Bu kabul edilemez bir durumdur. Yapılan, bir halkın iradesinin oylanması ve kendi kaderini belirleme çabasıdır. Buna saygı duymaktan başka hiçbir seçenek doğru değildir. Gelişmeleri sadece Barzani üzerinden okumak da doğru değildir.
Elbette yaşama soldan bakan birisi olarak farklı önermelerim olabilir, ancak bir halk, bağımsızlık yönünde bir irade ortaya koyuyorsa, o iradeye saygı göstermek görevimdir. Nokta!
Bu bakış açısıyla gündeme getirilen tezkereyi bir savaş tezkeresi olarak değerlendirerek, oylamasına katılmayı bile ilkelerime ve savunduğum değerlere aykırı bulduğum için katılmadım.
AKP’nin politika üretemediği ve gitgide derinleşen çatışmalı sürecin içine sürüklediği Türkiye için nasıl bir politika üretilmeli?
Fatih Yaşlı, yazısında "yoksulluğun idaresi için cehalete, cehaletin idaresi için ise yoksulluğa ihtiyaç vardır ve bunun için de eldeki en iyi araç, en iyi silah dindir" diye yazmış.
Doğru ve son derece yerinde bir tespit. Ülkemizde Siyasal İslam, özü itibariyle net bir ideolojiye sahip olmaması dolayısıyla hiçbir zaman emperyalizme ve kapitalizme karşı olmamış, birlikte her zaman güce yaslanmayı tercih etmiş, iktidar olma adına herkesle her türden ittifaka girmiş, son derece pragmatist bir akımdır. AKP’nin kurucu kadroları daha Refah Partisi içinde iken tercihlerini yapmışlardı. Emperyalizme ve uluslararası sermayeye biat etmeden iktidar olamayacaklarını görmüşlerdi. Bunu gördükleri ilk anda yanında yetiştikleri Hoca’ya ihanet etmekte bir an olsun tereddüt etmeden üzerlerindeki milli görüş gömleğini çıkararak bugünkü AKP’yi kurdular ve neoliberal politikaların yılmaz bir uygulayıcısı oldular.
'SİYASAL İSLAM HİÇBİR ZAMAN EMPERYALİZME KARŞI OLMADI'
Uluslararası sermayeye eklemlenmiş politikalarıyla her zaman sermayenin emrinde, halkın aleyhine ne varsa hayata geçirdiler. Kamu kaynaklarını yap-işlet-devret projeleriyle yandaşlarına rant olarak dağıtırken; tarımı, hayvancılığı bitirdiler, köylüğü tasfiye ederek, onları şehirlerde karın tokluğuna çalışmaya terk ettiler. Halkı, gelirlerinin çok çok üzerinde borçlandırarak görece müreffeh bir yaşam yanılsaması yarattılar. Eğitimde, sağlıkta reform yaptıklarını iddia ettiler, ders kitaplarını ücretsiz dağıtırken eğitimin içeriğini boşalttılar, özel okullar aracılığıyla eğitimi paralı hale getirdiler, katkı paylarını adım adım arttırdılar, şimdi de şehir hastaneleri aracılığıyla sağlık hizmetlerini tamamen paralı hale getirdiler. Örnekleri uzatmak mümkün.
O zaman şu soru akıllara geliyor; halkın aleyhine bu kadar gelişme yaşanırken nasıl oluyor da bu kadar oy alıyorlar? Burada Fatih Yaşlı’nın yazısındaki din olgusu devreye giriyor. AKP kuruluşunun ilk gününden bu yana sürekli olarak dini, ideolojik bir araç olarak kullandı. Bazı liberal aydınların da desteğiyle "Müslümanlara hep baskı uygulandı." tezini neredeyse tek gerçek olarak kabul ettirdi. Bunu kabul ettirdikten sonra da "Vesayeti kaldırıyoruz" yalanlarıyla dini yaşamı tüm topluma dayatmaya başladılar. Oysa hepimiz biliyoruz ki İslamcıların "Zulüm gördük" söylemleri hiçbir zaman yalandan öteye geçmedi. Darbeler her zaman solun üzerinden bir silindir gibi geçerken, İslamcılar sürekli devletin himayesinde palazlandılar. Onlar palazlanırken 17 yaşındaki Erdal Eren’imiz yaşı büyütülerek idam edilmekteydi. Diyarbakır, Metris, Mamak ve daha bir çok cezaevinde devrimciler akıl almaz işkenceler yaşamaktaydı.
'GÜCÜ ELE GEÇİRDİKLERİNDE FAŞİZMİ AÇIĞA ÇIKARDILAR'
İslamcılar yarattıkları sahte tarihle iktidarlarını sürdürürken hırsızlıklarını, yolsuzluklarını hep din maskesiyle perdelemeyi başardılar. Din ve cehalet en büyük silahları oldu. Cehaletin katkısını gördükçe eğitimin içeriğini boşaltmaya daha bir ağırlık verdiler. Cehalet aynı zamanda ırkçı faşist düşüncelerin hızla yayılabildiği mükemmel bir zemindir. Bununla birlikte din sosuna bulanmış ırkçı Türk-Sünni islam anlayışı, Gezi direnişi, 17/25 Aralık gibi süreçlerde ağır yara alan iktidar için, adeta can simidi olmuştur. Savaş ve ötekileştirici dilin lümpen kitleler üzerindeki etkisini gören iktidar, bugün toplumu ortasından ikiye bölmüş durumdadır. Ve bölünmüşlüğün kendi tarafında yer alan kesimini diri tutmak için milliyetçi politikalar ve savaş dilini ülkeye hakim kılmıştır.
Tarihinin hiçbir döneminde direnmemiş, her zaman gücün gölgesinde yaşamış siyasal İslamın, gücü ele geçirdiğinde özündeki faşizmi açığa çıkardığını net olarak görüyoruz. Bu faşizm, parlamenter mücadelenin sonunu da bize göstermiş bulunuyor. Dolayısıyla artık demokrasi güçlerinin parlamento dışında mücadele yöntemlerini ivedilikle hayata geçirmesinin zamanı gelmiş hatta geçmek üzeredir.
Sol da Kürt siyasal hareketi de demokrasi güçleri de ortak bir paydada bir araya gelmelidir. Laiklik, özgürlük ve insan hakları temelinde bir arada yeni mücadele yöntemlerini hayata geçiremezsek faşizm hepimizi teslim alacaktır.
'CHP KÜRT FOBİSİNİ BİR YANA BIRAKMALI'
Bu süreçten, Kürtlerin dışlanmasıyla çıkmak da mümkün değildir. İktidarın milliyetçi, sağ bakış açısının ayrıştırıcı dilinin bizi bölmesine izin vermemek sürecin en doğru tavrı olacaktır. Tabi burada CHP’ye büyük bir görev düşmektedir. Kürt fobisini bir kenara bırakıp, soldan yeni bir siyasetin öncülüğünü yapmanın kaçınılmaz bir görev olduğunu görmesi gerekiyor. Sürekli sağdan oy alma adına sağ söylemlere sarılmak sanıldığı gibi iktidarın kapısını aralamayacaktır. İngiltere seçimleri sosyal demokrat söylemlere inanan partimiz için derslerle doludur. Güncel politikaların dışında sol bir söylemin, başarının anahtarı olduğunu göstermiştir.
Sizin de hatırlattığınız gibi 12 Eylül zindanlarında Diyarbakır hapishanesinde yatmış bir Kürt köylüsünün yanında Türkiyeli devrimciler ve sol sosyalist düşünceye sahip insanlar konuşurken utanırdı. Çünkü onlar vahşet yaşadı biz zulüm. Yine sizin de dediğiniz gibi acıları yarıştırmak edebimiz değil ancak ne oldu da bu insanların acıları ve yaşadıkları zulüm görünmez oldu?
Solun tamamına haksızlık etmek istemem ama önemli bir kısmında zulme tavır karşısında bir çifte standart görüyorum. En uzak coğrafyalardaki zulümlere tavır konulurken yanı başımızda Kürtlere uygulanan zulümler her nedense görmezden geliniyor. Bunun en somut örneğini hendek trajedisinde gördük. Hendekler nedeniyle çatışmaların ilk yaşandığı süreçte milletvekili dostum İlhan Cihaner ile birlikte Diyarbakır’a gittik. Yaşanan acılara bizzat tanıklık ettim. Hendek siyasetini doğru bulmamakla birlikte orada yaşanan hak ihlallerine duyarsız kalmamız mümkün değildi.
'AMALARLA FAKATLARLA SİYASET YAPMADIM'
Siyaset yanlış olabilir ama orada göz göre göre insanlar ölüyordu. Gencecik insanların birer birer toprağa verildiği, Taybet ananın dramına tanık olduğum, anaların evlatlarının cansız bedenlerini buzdolaplarında saklamak zorunda kaldığı bir süreçte "ama"larla, "fakat"larla siyaset yapmayı doğru bulmadım. Döner dönmez meclis genel kurulunda tepkimi net bir şekilde ifade ettim.
Ancak iktidarın özellikle 7 Haziran seçim sonuçlarını kabul etmemesiyle savaş diline tekrar sarılması zulmü kat be kat arttırdı. Bu zulüm sadece Kürt coğrafyasıyla da sınırlı değil artık. Aynı zulüm İstanbul’dan Hakkari’ye tüm ülkeye egemen. Berkin’in, Ali İsmail’in, Ethem’in, Dilek Doğan’ın, Yılmaz Öztürk’ün ve daha onlarca kişinin açıkça katledilmesi iktidarın muhaliflerini ezerken milliyet ayrımı yapmadığının göstergesidir. Hal böyle iken hayata soldan bakan birisi olarak katledilenin kimliği, benim bakacağım bir ayrıntı olamaz.
Bugün yine göz göre göre ölecek olmalarına göz yumulan Nuriye ve Semih ile piknik yaparken katledilen köylüler, aynı zulmün kurbanlarıdır. Ama ne yazık ki ülkeye egemen olan sağ ve milliyetçi bakış açısı solun bir bölümünü de esir aldığı için gerekli duyarlılık gösterilmiyor. Karamsar değilim, bunları aşabileceğimize inanıyorum.
CHP içinde Türkiye’deki zulmün yakın tarihi anlatıldığı zaman birçok farklı resim çiziliyor. Siz Türkiye’deki zulmün yakın tarihini nasıl anlatırsınız?
Roboski, Taybet Ana, bölgede yerle bir edilen ilçeler, tutuklanan parti başkanları, ölüm oruçları sırasında cezaevlerinde katledilen insanlar anlatılmadan bir zulüm tarifi mümkün olabilir mi? Elbette mümkün değil. Roboski’yi Taybet Anayı atlayarak bir zulüm tarifi yapılamaz. Zulmün tarihi de esas olarak bu iktidarla da başlamıyor. Zulüm bir devlet politikası olarak on yıllardır muhalif her kesime uygulanmaktadır. Çorum katliamı da, Maraş katliamı da, Sivas Katliamı da, 90’lı yıllardaki köy yakmalar, faili meçhuller, batıdaki yargısız infazlar da, bugünün Gezi süreci ve Cizre’sine ulaşan bir sürecin kesintisiz devamıdır.
Dokunulmazlıklar konusunda Mecliste CHP’nin tutumu eleştirilmişti. Başta HDP’li siyasetçilerin, parti başkanlarının tutuklanmasını, milletvekilliklerinin düşürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun siyasete nasıl bir etkisi oluyor? Biz bu değerlendirmeyi CHP’den hiç duymadık.
Dokunulmazlıklar konusu gündeme ilk düştüğü anda, solda yer alan milletvekili arkadaşlarımızla buna şiddetle karşı çıktık. Hatta parti organlarımıza bu konu hakkındaki görüşlerimi yazılı olarak ilettim. Ne yazık ki "Kürt siyaseti ile birlikte görünmeme" anlayışı sosyal demokrat duruşumuza, evrensel değerlere aykırılığa, demokrasiye, halk iradesine aykırılığa karşı gözlere inen bir perde oldu. Yine de arkadaşlarımızla beraber epey mücadele verdik ama başarılı olamadık. Tasarı meclise geldiğinde de komisyonda, partimizin resmi görüşüne rağmen dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır dedik. Komisyondan geçip genel kurula geldiğinde de 15 civarında milletvekilimiz dışında hayır dedik. Gerçi CHP’li vekillerin tamamı hayır deseydi de sonuç değişmeyecekti. Ama önemli olan ilkesel bir duruş sergilemekti. Bir çok arkadaşım gibi şahıs olarak bu konuda gerekli tavrı ortaya koyduğumu düşünüyorum.
'KÜRT SİYASETİ İLE BİRLİKTE GÖRÜNMEME GÖZÜMÜZE İNEN BİR PERDE OLDU'
O dönem, parti merkezine sunduğum görüşlerimin haklılığını bugün üzülerek görüyorum. Süreç sadece HDP’li vekillerin tutuklanması, belediyelere kayyım atanarak Kürt halkının iradesinin gasp edilmesiyle tamamlanmayacaktır. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasıyla partimize dönük irade gasplarının devam edeceğine inanıyorum. Genel başkanımızın dahi tutuklanmayla tehdit edilebildiği bir süreçte birçoğumuzun dokunulmazlıkları kaldırılacak ve tutuklanabileceğiz. İktidarın OHAL rejimiyle fiilen hiçbir işlevi kalmamış olan meclise dahi tahammülü kalmamıştır. 15 yıldır adım adım örülen faşizm, halk iradesi, seçim, demokrasi gibi kavramların içeriğini tamamen boşaltmıştır. Tek adam diktatörlüğünde sıra artık AKP’nin de seçilmişlerine gelmiştir. Belediye başkanlarının zorla istifa ettirilmesinin Kürt belediyelerine kayyım atanmasından çok farkı yoktur.
'SEZGİN TANRIKULU'NUN HEDEF OLMASINA İZİN VERMEYECEĞİZ'
CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu son zamanlarda yaptığı açıklamalarla hedef haline getirildi. Ancak CHP, parti yönetimi olarak sahip çıkmıyor. CHP'nin solu da sahip çıkmaz ise kim sahip çıkacak bu siyasetçiye?
İktidar, Sezgin beyin ortaya koyduğu iddiaların gerçekliğine karşı milletvekilimize yönelik bir linç kampanyası başlattı. Bunu suçluluğun bir ifadesi olarak değerlendiriyorum. Nitekim ortaya konan belgeler ve tanık ifadeleri Sezgin beyin haklılığını kanıtlamıştır. Bu linç kampanyasına tamamıyla sessiz kaldığımız iddiasına katılmıyorum. Destek sadece sosyal medya aracılığıyla olmaz.Gerek kürsüde, gerek alanlarda aynı dili kullanmak da bir destektir. Ama insan hakları duyarlılığı hepimizce bilinen, Sezgin dostumuzun kirli söylemlerle hedef gösterilmesine izin vermeyeceğimizin de bilinmesini isterim.
Siz yıllar önce de şarkılarınızla halkın sesi ve bir anlamda vekiliydiniz. Şimdi mücadelenizi meclis çatısı altında, siyasetle halkın vekili olarak sürdürüyorsunuz. İkisi arasında nasıl bir fark var?
Bugün siyasetteki tıkanıklığı göz önünde bulundurursak, milletvekili olmanın yanında bir de sanatçı olarak halkın sesi olmak daha anlamlı geliyor. Sanatçı olarak çok daha geniş bir kesime ulaşıp, estetik bir söylemle halkın sesi olmak güzel. Ama röportaja vesile olan konuşmamda olduğu gibi, böylesine bir süreçte doğru bir tavırla, tarihe not düşmek de son derece anlamlı.