Mithat Sancar: Çıplak devlet durumuyla karşı karşıyayız

HDP Eş Genel Başkanı Sancar, Ege İnsan Hakları Okulu’nda konuştu. Sancar, ‘Mevcut rejime karşı kötünün iyisini değil en iyiyi yaratacak imkanımız ve gücümüz var’ dedi.

Mithat Sancar: Çıplak devlet durumuyla karşı karşıyayız

Seda TAŞKIN

+GERÇEK- Bu yıl dördüncüsü düzenlenen Uluslararası Ege İnsan Hakları Okulu’nun 2022 Sonbahar Çalıştayı, "Adalet Krizi ve Hak Siyaseti" başlığıyla İzmir’in Şirince ilçesinde bulunan Nesin Köyleri’nde başladı. Açılış konuşmasını Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar yaptı. Sancar, Alternatifsizlik algısını yıkmaktır. Mevcut rejime karşı çıkarken bunun benzeri kötünün iyisine razı olma psikolojinden kurtulmaktır. Bunu yapacak irademiz, bunu yapacak gücümüz var.

"’Adalet Krizi’ başlığı altında bir sunuş yapmak gerekiyorsa, adaletin ne olduğuna dair de bir tanımlama beklenir ama yapmayacağım esasen adaleti tanımlamak o kadar kolay bir iş değil" diyen Sancar, teoride adaletle ilgili çok farlı yaklaşımların olduğunu söyledi. Sancar adalet tanımına ilişkin şunları söyledi:

"Adaleti tanımlamak gerekiyorsa, onu tanımlamaya çalışmak yerine adaletsizlik durumlarını ortaya sermek ve onları teşhis etmek, tanımlamak daha doğru olur. Adaletsizlik durumlarını esas alarak ancak adalet fikrine ulaşabiliriz. Adalet fikri de sırf bir akademik doyum sağlamak için tanımlanacak değil. Adaletsizlik durumlarını anlatırken, esas olarak buna karşı mücadelenin yollarını da birlikte oluşturabilmektir. Eğer bir krizden söz edilecekse, bu çok boyutlu hem ulusal hem küresel unsurları olan yaygın bir kriz durumdan söz etmek lazım.

ADALETSİZLİK SEFERBERLİĞİ

Bir adalet krizinden değil, bir adaletsizlik seferberliğinden söz etmek gerekiyor. Adaletsizlik seferberliği her alanda eşitsizliklerin, hak yoksunluğunun, dışlanmanın, baskının yaşanması demektir. Adaletsizlik seferberliği hem sınıfsal hem sosyal hem siyasal hem de yargısal alanlarda hem türlü hak yoksunluğunun keyfiliği ve eşitsizliğin hüküm sürmesi demek. Bunun sürekli derinleşmesi demektir. Bu derinleşmelerin en önemlisi, bu adaletsizlik seferberliğinin en belirleyici unsuru, eşitsizliklerin sürekli yaygınlaşması ve sürekli derinleşmesi diye cevap vermek mümkündür."

Hem Türkiye’de hem de küresel çapta büyük bir gelir adaletsizliğinin yaşandığının altını çizen Sancar, ulusal ve küresel kaynakların büyük bir bölümünün küçük bir azınlığın elinde olduğunu söyledi. Ülke nüfuslarının kaynaklardan pay alma oranının sürekli düştüğünü söyleyen Sancar, " İnsanlar yoksullaşma ve açlıkla karşı karşıya. Bu eşitsizliğin en önemli sonucudur. Elbette bunun pek çok yansıması var. Öte yandan mesela toplumsal dışlanma mekanizmalarının sürekli ve belli bir şekilde işlemesi de eşitsizlikleri arttırıyor. Hem kimliksel hem sınıfsal hem siyasal dışlanma ülkemizde örneklerini çokça yaşadığımız bir durumdur. Bu dışlanma aynı zamanda eşitsizliklerin de başka boyuta taşıyor ve büyütüyor" dedi.

Sancar konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Öte yandan bu durumların yarattığı başka önemli yapısal neticeler var. Kamu zayıflatılıyor, kamu fikri her açıdan tasfiye ediliyor. Biz kamu derken sosyal bir devlete göndermeyi anlıyoruz ama bundan ibaret değildir. Bir insan topluluğunun toplum haline gelebilmesi, kamu niteliğini kaybetmemesi ya da kamu niteliğinin güçlenmesi ile doğrudan bağlantılıdır. Bu düzende kamu olabildiğince etkisiz hale getiriliyor, getirilmek isteniyor. Toplumsallığın çözülmesi de bunun başka yansımasıdır.

‘HUKUK DEVLETİ TASFİYE EDİLİYOR’

"Benzetme yerindeyse orta çağ kılan topluluklarına dönüşme yani mahallelere ayrışma, birbirleriyle iletişim kanallarının ortadan kalkması da önemli bir sonuçtur. Yine siyaset işlevsizleştiriliyor bunun çeşitli sebepleri var. Oysa siyaset kamusal ve toplumsal yaşamın en önemli faaliyetidir. Hatta kamusallığın ve toplumsallığın temel dayanağı ve unsurudur. Bunun anlamsız hale getirilmesi, kitlelerin kaderlerine razı olması da hedefliyor. Yani kitleleri siyasetten uzaklaştırma, siyasetten soğutma ve umutlarını siyasette kesmek mekanizmalarını her yönüyle sürekli işletiliyor. Hukuk devleti tasfiye ediliyor, hukuk artık devletin sınırladığı, keyfiliğinin kısıtlandığı bir düzen veya araç değil, tam tersine devletin ve iktidarların keyfiyet altına alındığı bir yöntem paketi haline geliyor. Dolasıyla hukuk devletinden söz etmek de sürekli zorlaşıyor. Aynı şekilde liberal demokrasinin basit işleyişi de ortadan kalkıyor. En klasik liberal demokrasiye yönelik pek çok eleştiri yapılıyor fakat şimdi bu mekanizmaların ortadan kaldırılmak istendiğini görüyoruz."

‘ÇIPLAK DEVLET DURUMU İLE KARŞI KARŞIYAYIZ’

Bu haliyle tartıştığımızda nasıl bir devlet var diye sorarsanız, birçok sıfat kullanarak bu soruya cevap verebilirsiniz. Benim tercih ettiğim sıfat çıplaklıktır. Yani devlet ana kuruluş unsuru dışındaki bütün işlevlerinden soyutluyor. Yani çıplak devlet durumu ile karşı karşıyayız. Çıplak devletleri ve zor ve baskı aygıtlarına dayanan, varlığını zor ve baskı aygıtlarıyla sürdüren devlet demektir. Buna güvenlik devleti diyebiliriz. Hiçbir devletin hiçbir iktidar sadece çıplak, zorla doğrudan baskıyla varlığını sürdüremez, rızaya da ihtiyacı vardır. Toplumun önemli bir kesiminin rızasını da alması gerekiyor. İktidarın ya da devletin varlığını sürdürebilmesi için. Rıza nasıl üretiliyor.? Rıza üretiminde de çeşitli yöntemler bu anlayışı uygun yerlerde devreye sokuluyor. Güvenlik kaygısı bunların başında geliyor. Toplumları sürekli bir güvenlik kaygısı, insanların sürekli bir güvenlik endişesi içinde tutacak bir toplumsal düzen oluşturuyor. Aynı şekilde kaos korkusu bunun bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Otoriter sistemlerin çıplak devlet anlayışının dayandığı, beslendiği kaynaktır. Güvenlik içinde yaşamak istiyorsanız, kaostan kurtulmak istiyorsanız iradenizi ve haklarınızı güçlü bir otoriteye devretmelisiniz. Özgürlükleriniz ve iradeniz karşısınız da bu otorite sizlere güvenlik ve düzen sağlayacaktır.

Düşman söyleminin kamusal alana hakim kılındığını söyleyen Sancar, sürekli bir düşman varlığı propagandası yapıldığını söyledi. Sancar, konuşmasını şu şekilde sürdürdü:

"Eğer gerçek bir düşman varsa o büyütülerek toplumun güvenlik ve düzen kaygısının tehdidi olarak sunuluyor. Bu da devlette dışlama mekanizmalarını ve baskı aletlerinin daha yoğun devreye sokulmasını kolaylaştırıyor. Düşman söylemi aynı zamanda devletin bu çıplak taleplerini de desteleyen bir rıza kaynağı olarak da kullanılıyor. Yani sürekli bir düşman var bu çeşitli alanlarda karşınıza çıkabilir, mesela ekonomik krizin sonucu dış güçler olabiliyor. İçerde eğer bir bunalım ya da zorluk yaşanıyorsa içerde düşmanların çokluğundan kaynaklanıyor. Bu fikir yeni değil."

‘BEKA SORUNU MESELESİ’

"Sürekli bir savaş hali ve seferberlik psikolojisi canlı tutuluyor. Böylece kuvvetler ayrılığı, insan hakları, demokrasi mekanizmalar her an vazgeçilebilir teferruatlar haline getiriliyor. Bizim klasik Türkiye siyasetindeki egemenlerin jargonunda bunun adı beka meselesidir. Sürekli bir beka sorunu varsa, hukukta teferruattır diyorlar. Demokrasiden de vazgeçilebilir, çıplak halini bunun olağanüstü halle yaşadık. Her türlü baskıyı orada çok çeşitli yöntemlerle tecrübe ettik, deneyimledik. Halk egemenliği ilkesini, yerini milli güvenlik kaygısı veya mili güvenlik söylemi alıyor. Yani eğer milli güvenlik alanında bir tehdit söz konusuysa halk egemenliğiyle, halkın iradesi de yok sayılabilir, askıya alınabilir. Bunun tipik örneğini kayyım rejiminde yaşıyoruz. Yani beka söylemi ve milli güvenlik KHK’sı gerekçe gösterilerek, halkın oylarıyla seçilmiş onlarca belediye başkanı ve siyasetçi görevden alınabiliyor, yerlerine devletin çıplak gücünü kullanmak üzere ve rıza mekanizmalını işletmek üzere merkezden görevliler atanıyor."

"Öte yandan bütün muhalifler bu çerçeve içinde meşru kamusal alanın dışına sürüklenmek isteniyor. Yine bir örnek olarak HDP’ye karşı yürütülen operasyon, sindirme ve baskı yöntemleridir. En tehlikeli muhalif en fazla baskıya, zulme, dışlanmaya, keyfiliğe maruz kalan kitle olarak tanımlanıyor ve bu baskıcı yöntemler öncelikle en tehlikeli düşman sayılan bu kesim üzerinde tecrübe ediliyor. Burada pişiriliyor, sonra yavaş yavaş ülkenin bütününe yaygınlaştırılıyor. Böylece kademeli bir rıza üretim mekanizması da işletilebiliyor. Bunun başarılı olduğu alanlar var, durumlar var. En tehlikeli düşman bütün diğer kesimler için de tehdittir ve o zaman ona karşı ne yaparsak yapalım kimsenin itiraz etmemesi gerekir deniliyor. Bunda da en azından Türkiye örneğinde önemli oranda başarı sağlanabiliyor. Yani kayyım rejimine, Kürtler ve HDP ile birlikte mücadele ettiği siyasal oluşumlar dışında ciddi bir tepki gelmiyor. Ama sonra bu rejim ülkeye yayılıyor, normalleştiriliyor, sıradanlaştırılıyor. Bu da rıza üretim mekanizmalarının bir diğer yöntemidir."

‘TOPLUMUN BÜTÜNLÜKLÜ HAK MÜCADELESİ ENGELLENMEK İSTENİYOR’

"Ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda bu konuda bu iktidar ve rejim kendi açısından küçümsenmeyecek başarılar elde etti. Öte yandan rıza üretim mekanızmalarının bunlarla bağlantılı önemli başka bir unsuru da var. O da halka karşı yönetimi, halkı bölerek ayakta tutmak. Yani halkın ya da toplumun çeşitli kırılma hatlarını sürekli araçsallaştırmak. Böylece toplumsal kesimleri birbirine karşı bir düşman konumuna yerleştirecek zemini yaratmak. Bu fay hatları bu kırılma çizgileri etnik olabilir, dinsel olabilir, kültürel olabilir. Buraya başka örneklerde verilebilir; örneğin Türkiye’de şimdi en çok uygulanan alanlardan biri de yabancı korkusu ve düşmanlığı yani ulusal kimliğe ve ulusal güvenliğe tehdit olarak kodlanan başka bir kitlede de burada fay hatları arasına yerleştiriliyor. Bütün bunlar bu ülkede yaşadığımız örnekler ve şu anda yaşadığımız rejimi de tanımlayan nitelikler. Bu rejim bu niteliklerle işliyor ve ayakta kalmak için de her türlü yöntemi kullanmayı da mubah kılıyor. En çok da yararlandığı araçlardan biri de toplumu çeşitli açılardan bölmek ve bütünlüklü hak mücadelesini, toplumsal muhalefet dinamiğini engellemek."

‘KRİZLERDEN BESLENEN BİR YÖNETİM ANLAYIŞI VAR’

Bu sistemin Türkiye’ye özgü yanları kuşkusuz var. Neolieberalizm bu çalıştayın önemli bir başlığıdır. Neoliberalizmin dünyadaki gelişimi ve şimdi geldiğimiz aşaması bütün bu rejim özelliklerini çok güçlü bir biçimde üretiyor. Neoliberalizm uzun süre sadece ekonomik bir model ve ideoloji olarak kabul edildi. Oysa artık öyle değil. Bir yönetim, yöntemi, biçimi ve modeli haline gelmiştir. Neoliberalizm bir iktidar modeli de üretmiştir. Sadece sosyal devletin kazanımlarını sağlayan, sermayenin önündeki bütün ulusal, küresel engelleri ortadan kaldıran da politikalar bütünü değildir. Neoliberalizm aynı zamanda saydığım bütün krizlerin, adaletsizliklerin, küresel kaynağıdır. Peki Türkiye’ye dönersek neoliberalizm ile bağını kurmak istersek, bütün bu sistemler atılırken asıl kaynak ideolojik bütünlük değildir. Tam tersi stratejik bütünlük burada esas alınıyor. İdeoloji önemsiz demiyoruz, ideoloji her ülkede farklı biçimlerde bu sistemin bir temeli olarak kullanılır. Türkiye’de şimdi İslamcı, milliyetçi ideolojinin bütün bu işleyişi kolaylaştırmak için kullanılmasında olduğu gibi. Ama esas olarak stratejilerdeki birliktir.

"Bu devlet modeline güvenlik devleti deniliyor ama daha ileri götürerek bir savaş devleti demek de mümkün. Savaştan kastımız illa devletler arası savaş değildir, içerde toplumu sürekli bir savaş psikolojisi içinde tutmak ve bu duyguyu besleyecek yönetim tekniklerini kullanmak. Böyle bir devletin temel bir özelliği oluyor. Türkiye’ye baktığınızda kalıcı bir olağan üstü hal, olağanüstü bir güvenlikçi anlayış ve hep tekrarlanan somut çıplak savaş senaryoları. Hepsinin iç içe girdiği devlet, eşitsizlik üzerine yükselen, hak gaspı ile işleyen krizleri de kendi devamının kaynağı haline getirmeye çalışan yönetim biçimi ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya kaldığımız sorun basit bir iktidar değişikliği meselesinden ibaret değildir."

‘İDEOLOJİK RIZA ÜRETİM KAYNAKLARI ARASINDA ALTERNATİFSİZLİK ALGISI YAYGINLAŞTIRILIYOR’

"İdeolojik rıza üretim kaynakları arasında alternatifsizlik algısının sürekli olarak yaygınlaştırılması da var. Bu sistemin bir alternatifi yok algısı da her türlü iletişim aygıtı ile sürekli canlı tutuluyor. Çözüm ne? Öncelikle hedefleri belirlemek. Neye karşı mücadele ettiğimizi ve neyi istediğimizi bilmek çözümün anahtarıdır. Buna karşı ne yapmak gerekiyor? Dünyadaki örnekler Avrupa’yla sınırlı tutulursa yanlış değerlendirilmelere gidilir. Latin Amerika’da birkaç yıldır sol ve demokrasi dalgası yükseliyor. Bunlar seçimlere de yansıyor. Şili’den Peru’ya, Meksika’dan en son Kolombiya’ya kadar güçlü toplumsal hareketlere dayanan ortaklıklar kurulabiliyor, farklı toplumsal kesimleri temsil eden siyasal partiler belli ortak noktalar konusunda bir araya geliyorlar. Aslında Trump’ın kaybetmesi konusunda da Amerika’da en önemli dinamikler arasında çok çeşitli toplumsal hareketlerin mücadelesinin yattığı da görünmez kılınıyor.

Kadın hareketinden emek hareketine, siyahların hak hareketinden gençlik hareketine kadar Trump’a karşı adaletsizler sistemine karşı bir seferberlik vardı. Görünmez kılınan şey budur. Eğer bu adaletsizlik sistemini yenmek istiyorsan, öncelikle Latin Amerika’da örneklerini çarpıcı bir biçimde gördüğümüz bu yöntemi ciddiye almamız gerekiyor. Yani eşitlik talebi temelinde hak mücadelesini farklı kesimlerin birlikte yürütmesini sağlamak. En geniş demokrasi, eşitlik, özgürlük, emek birlikteliğini kurabilmektir. Eğer böyle yapılabilirse hem mevcut iktidara hem bunu besleyen rejime karşı güçlü bir alternatif de ortaya çıkar. Böylece toplumun alternatifsiz olduğu duygusu da aşılır. Bu geniş birliktelikler içinde hedeflerin önceliği konusunda farklılıklar da olabilir. Hangi hedefler olmalıdır sorusuna farklı kesimler değişik cevaplar verebilir. Bu iktidar gitsin sonrasına bakalım diyenler de olabilir. Ben bu son yaklaşımı ciddi sıkıntılı bulduğumu belirteyim. Sadece iktidarı göndermeye yönelik bir ortaklığın bu şartlarda yetersiz kalacağını düşünüyorum. Çünkü krizler derinleştikçe bunlardan beslenme yöntemleri de aşılıyor.

Sürekli yeni krizler yaratarak var olma yöntemi artık pek çok yönden zayıflamış durumda ve inandırıcılığın önemli oranda yitirmektedir. Yeni imkanların ortaya çıktığını söylemek de bir iyimserlik olmaz. Değişim ve dönüşüm için imkanlar da büyümüştür. Değişimi sadece iktidar kadrolarının yer değiştirmesi olarak anlamamak lazım. Tam tersine çok geniş toplumsal birliktelikleri bu adaletsizlik seferberliğine karşı harekete geçirebilmektir. O zaman sadece iktidara değil aynı zamanda rejime karşı da bir alternatif yaratılmış olur bunun hem toplumsal hem siyasal alan da hem kişisel yaşamlarda hem de ülke yönetiminde etkili bir güç haline gelmesi mümkündür. Bugün bizlerin oluşturduğu emek ve özgürlük ittifakı da bu çerçevede değerlendirilmelidir.

‘YAPMAMIZ GEREKEN BULUŞMALARI GÜÇLENDİRMEK’

Bu rejim toplumsal fay hatlarını kırılma çizgilerini araçsallaştırıyor, buna tepki gösterildiğinde de kimlik siyaseti suçlaması ithamı ortaya çıkıyor. Yani kimliklerin eşitliğini savunanlara karşı, kimlik siyaseti suçlaması yapılıyor. Oysa kimliklerin eşitliği talebi bir adalet talebidir. Kimliklerin bastırılması ve ayrımcılığa maruz kalmasına karşı mücadele bir adalet, eşitlik mücadelesidir. Kimlik siyaseti bir kimliği dayatma söz konusu olursa ancak bu olumsuz anlamına kavuşur, eğer dar anlamda kötü, karşı çıkılması gereken bir kimlik siyaseti tarif edeceksek bu kimlik dayatma zihniyeti olarak ancak tasvir edilebilir. Dolasıyla her türlü kimliksel dayatmaya karşı, kimliklerin eşitlik mücadelesi bir adalet mücadelesidir ve emek mücadelesiyle, özgürlük mücadelesiyle bütün bunlar iç içedir. Şimdi yapmamız gereken şey bütün bunları buluşturacak çalışmaları hem toplumsal hareketler hem de siyasal partiler düzleminde oluşturmak, büyütmek, güçlendirmektir. Alternatifsizlik algısını yıkmaktır. Mevcut rejime karşı çıkarken bunun benzeri kötünün iyisine razı olma psikolojinden kurtulmaktır. Bunu yapacak irademiz, bunu yapacak gücümüz var."

mithat sancar Adaletsizlik