Ertuğrul Günay
Evet, krizin nedeni sadece ekonomik değil!
Türkiye, 2010'lu yıllara girerken dünya turizminin yükselen yıldızlarından biriydi. Ülkeye -kara kapılarından çalışmak için gelenler ve yurt dışında yaşayan TC pasaportlu girişler hariç- gelen yabancı ziyaretçi sayısı açısından dünyada 6., turizm geliri açısından 9. sıraya yerleşmiş durumdaydık.
2011-12-13 yıllarında ABD ve Çin gibi kıt'a çapında iki büyük devletten ve Avrupa'nın geleneksel turizm ülkeleri olan Fransa, İtalya ve İspanya'dan sonra Türkiye geliyordu.
Önümüzdeki hedef ilk beşe girmek, sadece gelenlerin sayısını değil, asıl elde ettiğimiz geliri yükseltmek, bunun için de daha yüksek kültür ve gelir grupları hedefine yönelmekti.
2012 yılında, uygulanan turizm politikalarının yetkili ve sorumlusu olarak Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, dünya turizm otoriteleri tarafından 'Avrupa'nın En İyi Turizm Örgütü' seçildi; Dünya Turizm Örgütünün (DTÖ/ WTO) merkezi olan Madrid'te yapılan bir törenle ödül aldı.
Türkiye turizmi 2014'den sonraki yıllarda ciddi sorunlar yaşadı.
Özellikle 2016 ve 17 yılları tam bir geriye gidiş oldu. Hem gelenlerin sayısı, hem de turizmden elde edilen gelir -ki 2012 sonunda bu rakam 30 milyar dolara ulaşmıştı- neredeyse dibe vurdu.
Sıralamada yerimiz ilk 10'ların içinden 20'lerin gerisine gitti.
Bu dönemlerde turizm sektörü bileşenlerinin, Bakanlık dahil, gayret ve girişimleri, teşvikler ve tanıtım çabaları olumsuz tabloyu değiştirmeye, olumluya çevirmeye yetmedi.
Aynı yıllarda Akdeniz ülkeleri, özellikle Yunanistan ve İspanya yüksek doluluk oranlarına ulaştı; Mısır bile Akdeniz havzasında Türkiye'nin kayıplarından karlı çıkan ülkeler arasına girdi.
Oysa bu yıllarda Türkiye'nin turizm altyapısında da, hizmet ve sunum kalitesinde de hiçbir olumsuzluk, dünyada -turizm açısından- markamızı olumsuz etkileyecek bir olay yaşanmamıştı. Türkiye'nin turizm altyapısı da, hizmet kalitesi de çevre ülkelerle kıyaslanmayacak düzeyde iyi ve yüksekti.
Bütün bunlara karşın bir çöküş yaşadık. Çünkü Türkiye turizmi, turizmden kaynaklanan olayların değil, ülke düzeyinde yaşanan başka olayların bedelini ödedi. Çeyrek yüzyıllık başarı öyküsü ciddi sorunlarla yüzyüze kaldı.
2013 yazındaki Gezi Parkı Olayları ve ardından yaşananlar Avrupa'daki olumlu Türkiye imajının sorgulanmasına yol açtı; takip eden yıllarda Suriye'den kaynaklanan olaylar, mülteci dalgası, ülkenin çeşitli yerlerinde patlayan bombalar, Suruç, İstanbul ve Ankara'daki IŞİD saldırıları, 2015 Kasımı'nda Rus uçağının düşürülmesi ve benzer gerginlikler, Türkiye'yi güvensiz, güvenliksiz bir ülke görüntüsüne soktu.
Gelenlerin sayısı da, gelir ve kültür düzeyleri de -amaçlanın tam tersine- düştü.
Bu yıl turizm bir ölçüde -2016-17'ye göre- toparlanıyor, gelenlerin sayısı artmaya başladı. Ama niteliği toparlamak niceliği arttırmaktan daha zor.
Türkiye'nin doğal ve geleneksel en büyük pazarı olan Avrupa'da sorunlar sürüyor; yüksek gelir gruplarının başında gelen Kuzey Ülkelerinin tedirginliği devam ediyor. Varlıklı turist gruplarını ülkeye taşıyan kruvaziyerler rotasını henüz yeniden bize çevirmiş görünmüyor; birkaç yıl önce geleceğe dönük umut verici talepler ve doluluk yaşadığımız kongre turizmi gündemden düşmüş durumda.
Türkiye turizmi, bütün altyapısına, hizmet kalitesine, sunum zenginliğine karşın, kendi dışında yaşanan gerginliklerin ve güvenliksiz ortamın bedelini ödedi ve ne yazık ki daha bir süre ödemeye devam edecek.
*** *** ***
Şimdi bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Krizi biz, işsizlik, yatırımsızlık, üretimsizlik, ülke dışına kaçan sermaye, pahalılık, zamlar ve artan vergiler üzerinden değil, döviz ansızın yükselince görmeye, konuşmaya, tartışmaya başlıyoruz.
Herkesin anlayacağı gösterge de -gözümüze sokulan bir parmak acımasızlığıyla- bugünlerde ortaya çıktı.
Dolar, 4 liradan 7 liraya fırladı, şimdi 6'lara çekilmeye çalışılıyor.
Oysa gidişin hiç iyi olmadığını birkaç yıldır içerıde dışarıda ısrarla anlatmaya çalışan ciddi bilim insanları ve uygulamacılar var.
Seçimlerden bir ay kadar önce, ünlü ekonomist Russell Napier'in, İsviçre'nin önemli gazetesi Neue Zürcher Zeitung'a verdiği mülakatta, Türkiye'yi büyük bir ekonomik krizin beklediğini, seçimlerin ardından Türk Lirası'nın hızla değer kaybedeceğini söylediğine ilişkin bir makale okuduğumu iyi anımsıyorum. O tarihte ne Brunson tartışması vardı, ne Trump'ın twitter salvoları.
Ne yazık ki, seçim sürecinde iktidar ve muhalefetin önde gelen sözcüleri durumun ciddiyetini anladıklarını gösteren tek cümle etmediler; adaylar da karşılıklı 'cülus bahşişi' vaadi yarışına girdiler.
Birkaç gündür Tv'lerde konuşmalarına ruhsat verilen ekonomistleri, bankacıları dikkatle dinliyorum. Tümü büyük bir gayretle, ekonomimizin bu krizi hak etmediğini, ödemeler dengesi, cari açık, uzun ve kısa vadeli dış borç ve benzer rakamları vererek anlatmaya çalışıyorlar.
Oysa, yıllardan beri sadece inşaat, müteahhitlik ve özelleştirmelerle ayakta tutulmaya çalışılan, üretimi, tarımda bile tüketimini karşılamayan, üstelik giderek savurganlaşan bir ekonomik gidişin sonunun ne olacağını görmek için ekonomi alimi olmaya gerek yok.
Bir evin bütçesini yönetmeyi bilen, bu gidişin sonunu görebilir.
Ayrıca bütün bu verimsiz ve üretimsiz tablo içinde Türkiye, 2014'ten bu yana 6 seçimin yükünü taşımak, bedelini ödemek zorunda bırakıldı.
Tv'lerde bunları söylemiyorlar.
Ama doğru söyledikleri bir nokta da var:
Türkiye'nin yaşadığı bu kriz, 'tümüyle' ve sadece ekonomik nedenlerden kaynaklanmıyor; ekonomi dışından nedenleri de var, kuşkusuz.
Bunu söyleyenler haklı. Ama sözlerinin devamını getirmiyorlar.
Getirenler de gerçeği söylemiyor, işin kolayına kaçıyor, 'dış güçler, hainler, düşmanlar' vs diyerek topu taca, sorumluluğu dışarıya atmaya çalışıyor.
Yazımın başında, Türkiye turizminin yaşadığı sıkıntıların büyük ölçüde kendi dışında yaşanan olaylardan, ama başka ülkelerden değil, bizden, bizim sorunlarımızdan kaynaklandığını anlatmaya çalıştım.
Ekonomide de benzer bir tablo var. Siyasal gerginlik ve bölünmüşlükler, hukukun siyasallaşmış, devlet yönetiminin tümüyle taraflılaşmış görünümü, haklarında henüz hüküm yokken insanların mal ve işletmelerine el koyan toptancı yargı kararları, ekonomiye, ekonomi dışı etkenler olarak olumsuz etki yapıyor.
Başkalarını suçlamadan, düne kadar yakın olduğumuz, yarın da ihtiyaç duyacağımız ülkelere savaş ilan etmeye kalkmadan önce, kendi eksiğimizi, yanlışımızı görüp düzeltmeye çalışmak işi kolaylaştırabilir.
Güven verici ve gerçek hukuk devleti işleyişine kavuşmak, adaleti her alanda geçerli bir ilke haline getirmek, sadece siyasal bir talep değil, ekonominin de, demokrasinin de birinci ihtiyacıdır.
Adalet üzerinde işleyen hukuk düzeni, bir milletin birliğinin de, bir devletin bekasının da en büyük güvencesidir.
Ekonominin de, demokrasinin de sağlığı ve sağlamlığı buna bağlıdır.
Bunu görmekte geciktiğimiz sürece, sorunlarımızı sadece erteleriz, ama hiçbirini çözmüş olmayız, olamayız.