Psikolojinin Pisliği 7-Sınırlar Çekmek, Sınırları Korumak… Bu, İdeolojik Bir Meseledir

“Hakikati bilen” biriyle konuşmak isteyen, bir hocaya ya da bir mürşide gidebilir. Ama terapist, hakikati değil, bireyin kendi gerçeğini keşfetmesini sağlamaya çalışır.

Psikologların çok sevdiği ve insanları eğitmekten keyif aldığı bir konu var: Sınırları korumak. Sınır çizmek, sınırları göstermek, haddini bilmek ve bildirmek… Sosyal medyada, yarı-faşist bir edayla ulus bekçiliğini savunan, adeta sınır polisi gibi davranan psikologlar var. Çok yüksek tonda ve bu meseleyi sadece psikolojik bir olgu sanarak konuşuyorlar.

Richard Sennett’in Autorität (Otorite) adlı bir kitabı var. Orada, otorite ile bilgi arasındaki ilişkiyi inceler ve bir orkestra şefi metaforuyla konuyu anlatır. Otorite, bağıran, çağıran, baskı kuran biri değil, kendinden emin olanın yarattığı etkidir. Otorite, özellikle çocuklar için bir gereksinimdir. Eğer anne-baba kendilerinden emin, öngörülü ve karar verebilen bireylerse, çocuğun içsel çelişkilerini azaltarak onu rahatlatabilirler. Örneğin, hastalanan bir çocuk korkar ve yaşadığı acıyı bir felaket olarak deneyimler. Eğer anne-baba güven verici bir şekilde çocuğun iyileşeceğini öngörüyor ve bunu hissettirebiliyorsa, çocuk onları olumlu bir otorite olarak algılar. Çünkü otorite, tedirginliği azaltır ve çocuğa yönelim kolaylığı sağlar.

Otoritenin gücü, karşısındakinin gereksinimlerini bilmesinden gelir. Ancak, bu bilgi, otoritenin kötüye kullanılmasına da yol açabilir. Sosyal medyada sıkça gördüğümüz “Sınır çizelim, sınırlarımızı koruyalım” söylemi, aslında bir tür güvensizliği örtme, kestirmeden çözüm üretme ve bir mucize yaratma arzusunu da içeriyor.

Sınırların Politik ve Kültürel Anlamı

Ulus-devletler oluşmadan önce, imparatorluklar ve devletler etki alanları üzerinden tanımlanıyordu. Bu sınırlar yaklaşık ve esnekti. Ancak ulus-devletler, sınırları çok daha belirgin hale getirdi; duvarlar ördü, silahlı askerlerle korudu. Vatan, vatanın sınırları ve vatanın korunması kavramları önemli hale geldi. Bu sınırlar içinde yaşayanlar ulus olarak tanımlandı ve her ulus, yaşadığı alanın tamamını kendi vatanı olarak gördü. Böylece vatan sahipliği, beraberinde sınırları savunma ve bölünmezlik kaygısını getirdi.

Kolektif kültürlerde sınır anlayışları ve sınır duyarlılıkları daha farklıdır. Bireysel kültüre geçiş sürecinde sınır anlaşmazlıkları bazen bu iki kültür arasındaki farklarla da ilgilidir. Kolektif kültürlerde, bireyin sınırlarından çok ailenin veya grubun sınırları önemlidir ve bu sınırlar kararlılıkla korunur. Namus, şeref, saygı gibi kavramlar, aynı zamanda kültürel sınırları da ifade eder.

Ancak bu tutum değişiyor. Bireyselleşmeyle birlikte sınır anlayışı da dönüşüyor. Birey, nerede başlayıp nerede bittiğinin, sınırlarının ve etki alanlarının farkına varma ihtiyacı duyuyor. Artık insanlar kendi sınırlarını koruma çabası içine giriyor ve bunu sürekli yapmaları gerektiğine inanıyorlar.

Bu dönüşüm, sınır ihlalleriyle ilgili farklı algılara da yol açıyor. Örneğin, kolektif kültürde para aileye aittir ve herkes ihtiyacı kadarını ailenin onayıyla kullanabilir. Ancak bireysel kültürde, herkesin kendi banka hesabı ve kredi kartı vardır. Kolektif kültürde bir kardeşin diğerinin parasını kullanması sorun teşkil etmezken, bireyci kültürde bu istismar olarak değerlendirilir.

Terapistler Neden Sınır Bekçiliği Yapıyor?

Kolektif kültürlerden bireyselleşmeye geçiş sürecinde, birey kendi sınırlarını netleştirme çabasına girer. Sınırlarını koruma gerekliliği hem ideolojik hem de psikolojik bir mesele haline gelir.

Ancak burada kritik bir nokta var: Terapistler neden sınır bekçiliği yapıyor? Danışanlarını da kendi sınırlarını koruyan askerler haline getirme çabası nereden geliyor?

Sınır ihlallerinin tecavüz, taciz ve suistimal olduğunu biliyorum ve bu tür ihlallere karşı kesin bir mücadele yürütmek gerektiği konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Ancak burada vurgulamak istediğim başka bir şey var: Hayatta zaten yeterince sınır var. Hayatın bir sınırı var: ölüm. Gecenin sonu var, mevsimlerin dönüşü var. Dünyanın, denizin, ırmağın, havanın sınırları var.

Terapinin konusu, insanın bu doğal sınırlarla ilişkisini nasıl konumlandıracağı ve onlarla nasıl baş edeceğidir. Yeni sınırlar çizmek veya duvarlar örmek değil. Yeni sınırlar inşa etmek ve yapay sınırları korumak, ulus-devletlerin işidir, terapistlerin değil. Bir psikoterapist, sınır karakolunda nöbetçi asker gibi davranmamalıdır.

Kapitalizm, Psikoloji ve İtaat Mekanizmaları

Kapitalizm, kendi sınırlarını ve kurallarını dayatırken, insanlık tarihinde bilinen birçok sınırı da ortadan kaldırıyor. Eleştirel psikanalist Klaus-Jürgen Bruder, Wie kommt es, dass die Beherrschten die Meinung der Herrschenden übernehmen? adlı makalesinde, yönetilenlerin yönetenlerin fikirlerini nasıl benimsediğini anlatır.

Bir kişi, birine itaat ettiğinde, kendisiyle itaat ettiği kişi arasında bir fark vardır. Ancak, itaat eden kişi, bu itaatini kişiselleştirmek zorundadır. Yani, kendisine dayatılan fikirleri kendi fikirleriymiş gibi dile getirir. Böylece, ilk itaat gizlenir, görünmez hale gelir.

Bu mekanizma, psikolojide nasıl işliyor? Kapitalizmin dayattığı normlar, bir süre sonra psikolojik kavramlar haline geliyor. Ancak asıl sorun, bu konular üzerine yeterince refleksiyon yapılmaması. Psikoloji, insanın iç dünyasını özgürleştirmesi gerekirken, bazen iç dünyasının istilasına dönüşebiliyor.

Aile Terapisinde Benzer Bir Durum Var

Aile terapilerinde sıkça karşılaştığımız bir durum var: Aile içinde yaşanan sorunlar nedeniyle terapiye başvuran kişiler, aileyi sağlıklı hale getirmek istiyor. Ancak burada temel bir soru ortaya çıkıyor: Aile zaten sağlıklı bir kurum mu?

Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde, aileye eleştirel bir yaklaşım getiren bir tez bulunur. Patriyarka eleştirisi, birçok anlamda ailenin de eleştirisidir. Çünkü aile, yaşanan eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin merkezi halindedir. En çok şiddet de aile içinde yaşanır. Dinler, aileyi kutsal ilan ederek ona dokunulmazlık zırhı kazandırır. Devletler de bu kurumu koruma altına alır. Ancak bu korumanın ardında, ailenin yarattığı adaletsizliklerin gizlenmesi yatar. Sonuç olarak: Aileyi sağlıklı hale getirmeye çalışırken, ona eleştirel bakmayı ihmal etmek, kötülükleri korumak anlamına da gelebilir.

Öfke Yönetimi mi, Duygu Manipülasyonu mu?

Günümüzde sosyal medyada sıkça karşılaşıyoruz: “Öfkenizi nasıl yönetirsiniz?”, “Korkularınızı nasıl kontrol edersiniz?” gibi başlıklar, duyguların bir tür “kontrol edilmesi” gereken olgular olarak sunulduğu bir pazarlama anlayışını yansıtıyor. Bu söylem, duyguların özgün deneyimler olmaktan çıkarılıp, yönetilmesi ve bastırılması gereken unsurlar hâline getirilmesini teşvik ediyor. Peki, bu gerçekten duygu yönetimi mi, yoksa duyguların manipüle edilmesi mi?

Duyguların bastırılması, onları dönüştürmek ya da anlamaktan farklıdır. Freud, “bastırılanın şiddetli dönüşü” kavramından bahseder. Bastırılan duygu ortadan kalkmaz; aksine, zamanla farklı ve çoğu zaman daha yıkıcı bir biçimde geri döner. Öfkeyi yönetmek adı altında aslında öfkenin nedenlerini anlamak yerine, onu gizlemek ve üzerini örtmek amaçlanıyorsa, uzun vadede bireyin içsel çatışmaları daha da derinleşebilir… Sanıyorum AKP’de bastırılanın geri dönüşüne bir örnektir. Bastırılan, ehlileştirilmeye zorlanan dinciliğin şiddetli/zalim geri dönüşü. Başka bir benzerlik ulus devletin azınlıkları bastırma çabası… Kürt Hareketi bu çerçevede de anlaşılabilir.

Ayrıca şu soru önemlidir: Bazı öfkeleri neden bastırmak zorundayız? Adaletsizlik, haksızlık ve zulüm karşısında hissedilen öfke neden “yönetilmesi” gereken bir sorun olarak görülüyor? Öfke her zaman yıkıcı bir duygu mudur, yoksa bazen adalet arayışının bir parçası mı olmalıdır? Bu noktada, modern psikolojide yaygınlaşan “duygu yönetimi” söylemi, bireyin kendi duygularına yabancılaşmasına neden olabilir. Yani duyguların manipüle edilmesi…

Duygusal Manipülasyon: Sahte Benlik ve Uyarlanma Mekanizmaları

Daha önce bazı yazılarımda bu konudan söz etmiştim. Bizim kültürümüz, kültür kuramlarına göre kolektif bir kültürdür. Bu kültürün en belirgin özelliklerinden biri, bireysel olanı en aza indirmesidir. Bunu yaparken de duyguları, bireysel arzu ve eğilimleri ya bastırır ya da manipüle eder.

Mesela, babası tarafından üzülen bir çocuk, babasından nefret ettiğini söylediğinde cezalandırılır. Çünkü kolektif kültürde çocukların babalarına karşı negatif duygular hissetmeleri kabul edilmez; yani babadan nefret etmek yasaktır. Bu nedenle çocuk, babasını, annesini ya da kardeşini sevmek zorundadır. Halbuki sevgide zorlama olmaz. Zoraki sevgi mümkün değildir yani…

Ayrıca çocuklukta içselleştirilen bazı ilişki dinamikleri, bireyin duygularını bastırma ya da manipüle etme biçimini belirleyebilir. Örneğin, dengesiz bir anneyle büyüyen bir çocuk düşünelim. Bu çocuk, hayatta kalabilmek için annesine varoluşsal olarak bağımlıdır. Ancak, annesine olan öfkesini dışa vurduğunda cezalandırılacağını bildiğinden, kendi öfkesini içine atmak zorunda kalır. Öfkesi zamanla kendisine yük olmaya başlar ve bir çıkış yolu arar.

Bu durumda çocuk, annesinin suçunu üstlenerek bir tür denge kurmaya çalışır. “Annenin vurduğu yerden gül bitti” sözü, tam da bu durumu anlatır: Çocuk, annenin şiddetini şiddet olarak görmemeye başlar; çünkü gerçeği bu şekilde çarpıtmak, onun için hayatta kalma stratejisidir. D.W. Winnicott’un “sahte benlik” (falsches Selbst) kavramı burada devreye girer: Birey, gerçekte hissettiklerini bastırarak, çevresinin beklentilerine uygun bir benlik geliştirir. Bu mekanizma, yetişkinlikte de kendini gösterebilir. İnsanlar, sahte bir benlik oluşturarak, toplumsal beklentilere uyum sağlamaya çalışırlar. Örneğin, bir komedi filminde ne zaman gülüneceğini belirleyen kahkaha efektleri gibi, medya ve toplum da bize ne zaman üzüleceğimizi, neye yas tutacağımızı ve nasıl hissetmemiz gerektiğini dayatır. Duyguların standartlaştırılması, bireyin kendi özgün deneyimini yaşamasını zorlaştırır.

Duygu Kapitalizmi: Pazarlanabilir Duygular

Arlie Russell Hochschild’in “Satın Alınmış Yürek” (Das gekaufte Herz) kitabında anlattığı gibi, günümüzde duygular artık pazarlanabilir birer ürüne dönüşmüştür. Hochschild hostesleri inceler… Havayolu şirketleri, hosteslerine tehlike anında korku hissetmek yerine gülümsemeyi öğretir. Burada hissedilen korku bastırılır ve üzeri bir gülümsemeyle ve rahat davranışlarla örtülür. Benzer bir şekilde, modern terapi anlayışında da duyguların açıkça ifade edilmesi yerine “kontrol edilmesi” teşvik ediliyor. Sosyal medyada ‘öfkenizi kontrol etmenin 3/4/5 yöntemi’ türünden ilanlar.

Bu noktada, popüler psikoloji ve pozitif psikoloji, duyguları yönetmenin, aslında onları bastırmak anlamına geldiği bir söylem geliştiriyor. Psikanaliz ise, tam aksine, bastırılan duyguların nasıl ve neden bastırıldığını anlamaya çalışır. Fakat günümüz terapilerinde, negatif duyguların üzeri pozitif mesajlarla örtülüyor. “Öfkenizi yönetin” söylemi, öfkenin neden var olduğunu anlamaktan çok, onu görünmez kılmaya yönelik bir çaba hâline geliyor.

Hochschild, sosyal psikolojideki “bilişsel uyumsuzluk” (kognitive Dissonanz) kavramından yola çıkarak, “duygusal uyumsuzluk” (emotionale Dissonanz) kavramını geliştirir. Bilişsel uyumsuzluk, bireyin sahip olduğu iki çelişkili inanç veya bilgi arasındaki gerilimden doğar. Bunun klasik örneği, tilkinin ulaşamadığı üzüme “koruk” demesidir. Tilki üzümü yemek ister ama ulaşamaz, bu yüzden üzümü değersizleştirerek kendi içsel huzursuzluğunu gidermeye çalışır.

Duygusal uyumsuzluk ise, bireyin hissettiği duygu ile dış dünyaya göstermesi gereken duygu arasındaki çelişkiyi ifade eder. Cenazede komik bir an yaşayan birinin gülmesi. O duruma uymayan bir duygunun oluşması. Bu uyumsuzluğu gidermek için gülmeyi bastırabilir veya dilini ısırabilir… Günümüzde “öfke yönetimi” adı altında sunulan birçok teknik, aslında bireyin duygusal uyumsuzlukla baş etmesine yönelik yöntemlerdir.

Ancak burada temel soru şudur: Bu duygular neden bir sorun hâline geldi? Bu sorunun tarihi ve gelişimi nasıl şekillendi? Bugüne kadar bu duygular nasıl çözüme ulaştırılıyordu? Bu soruları sormadan, bireyin duygularını “yönetmeyi” öğretmek, aslında onu kendi iç dünyasından koparmaktan başka bir işe yaramayabilir.

Psikoterapi mi, Duygu Optimizasyonu mu?

Psikoterapi günümüzde giderek daha fazla bir hizmet sektörüne dönüşüyor. Hasta-terapist ilişkisi bazen bir müşteri-memnuniyet ilişkisine indirgeniyor. Peki, bir terapist danışanını “mutlu” etmek zorunda mıdır? Yoksa terapi, kişinin kendi içsel çatışmalarını anlamasına yardımcı olan bir süreç midir?

Terapinin bir hizmet sektörü hâline gelmesi, aynı zamanda hastanın bağımlı hâle gelmesi riskini de doğurur. Danışanın “velinimet” olarak görülmesi, terapistin onun hoşuna gidecek çözümler üretmesini teşvik edebilir. Bu da duyguların bir tür optimizasyon sürecine sokularak, piyasa ekonomisine uygun hâle getirilmesine yol açar.

Ute Frevert, “Güçlü Duygular” (Mächtige Gefühle) adlı kitabında, “kolektif utanma” kavramına vurgu yapar. Günümüzde toplumun dayattığı duygusal normlar, bireyin ne zaman utanacağını ne zaman yas tutacağını ve neye öfkeleneceğini belirler. Bireyin kendi duygularıyla bağlantısı giderek koparken, standartlaştırılmış ve pazarlanabilir duygular, “duygu kapitalizmi” içinde şekillenir.

Bu noktada, asıl mesele duyguları nasıl yöneteceğimiz değil, duygularımızın neden sorun hâline geldiğini anlamaktır. Psikanaliz, bu sorunun kökenlerine inmeye çalışırken, bazı terapi yaklaşımları genellikle semptomları ortadan kaldırmaya, ya da duyguları “yönetilebilir” hâle getirmeye odaklanır. Ancak gerçek bir değişim, duyguların bastırılmasıyla değil, onların neden ve nasıl ortaya çıktığını anlamakla mümkündür.

Psikolojik Çöp: Duyguların Dışsallaştırılması ve Terapinin Rolü

Eleştirel sosyal bilimlerde kullanılan önemli kavramlardan biri dışsallaştırma (Externalisierungsgesellschaft), yani dışarı atma olgusudur. Bu kavram, refah toplumlarının kendi rahatlıklarını sürdürmek için başkalarını sömürerek nasıl varlıklarını koruduklarını açıklar. Stephan Lessenich (Neben uns die Sinnflut) dışsallaştıran/dışarı aktaran toplum kavramıyla kapitalist ülkelerin kapitalizmin negatif etkilerini dış ülkelere (yoksul ülkelere) taşıdıklarını anlatır. Ekonomik dışsallaştırma, kapitalist ülkelerin ucuz iş gücünü kullanmasını, iyi yetişmiş insan kaynağını transfer etmesini ve doğal kaynakları sömürmesini içerir. Aynı zamanda, kendi ülkelerinde oluşan fiziksel atıkları da başka ülkelere göndererek çöp sorununu dışsallaştırırlar. Türkiye’nin Avrupa’nın çöplüğü hâline gelmesi buna iyi bir örnektir.

Günümüzde faşist partilerin göçmenler üzerinden sözde sorun çözme yöntemlerinde de benzer bir durum var. Almanya’da üç nesildir yaşayan yabancıların çocukları suç işlediklerinde, bu kişilerin sınır dışı edileceği sürekli dile getiriliyor. (Bunu Suriyeliler için Türk ırkçılarının söylediklerine de aktarabilirsiniz.)

Oysa bu çocukların dedeleri Türkiye’den buraya gelmiş. Anne, baba ve çocuklar ise burada doğup büyümüşler. İşledikleri suçlar, bu toplumun yaşam koşulları ve sosyalleşme süreçleri içinde şekillenmiş. Yani, bu toplumdaki sorunlarla ilişkili suçlardan ötürü bu insanları sınır dışı etmek istiyorlar. Burada, suçu üreten koşulları düzeltmek yerine, bu toplumda yetişen suçluları dedelerinin geldikleri ülkelere ihraç etmeye çalışıyorlar.

Dışsallaştırma, yalnızca ekonomik ve ekolojik düzlemde değil, psikoanalitik düzlemde de bir savunma mekanizması olarak ele alınır. İnsan, çocukluğundan itibaren kötü olanı dışsallaştırarak kendi iç dünyasını “temiz” tutmaya çalışır. Örneğin, kreş çağındaki bir çocuğa dökülen suyu kimin döktüğü sorulduğunda, suçu oyuncak ayısına ya da masadaki başka bir objeye atabilir. Yetişkinler de benzer bir şekilde, kendilerine ait olumsuzlukları dışarıya yansıtarak başkalarını suçlama eğilimindedir. Irkçılık, komplo teorileri ve düşman algısı da genellikle bu mekanizmanın bir sonucudur. Kürtler, solcular, “dış güçler” gibi kavramlar, toplumun kendi içinde tutmak istemediği olumsuzlukları bir “öteki” üzerine yıkma eğilimini gösterir.

Bunu çocukluktan gelen bir örnekle de açıklayabiliriz: Altını ıslatan bir çocuk bile “Ben yapmadım” diyerek inkâr eder. Bu mekanizma, tarih boyunca da kendini göstermiştir. Tevrat’ta, Tanrı Adem’e neden günah işlediğini sorduğunda Adem’in verdiği yanıt: “Ben masumum, Havva beni ayarttı.” Yani insan, kendi hatalarını bir başkasına atma eğilimindedir.

Terapistler, danışanların psikolojik çöplerini atabilecekleri kutular mıdır?

İnsanların terapiste anlattıkları aslında terapiste bırakılan bir emanettir. Terapist bu emaneti alır ve saklar. Anlatılanlar, bir anlamda geri dönüştürülebilirdir, çünkü danışanın kabul edebileceği bir hale geldiğinde tekrar ona geri verilir. Anlatılanlar ne kadar zor ve korkunç olursa olsun, sonunda sahibine geri döner. Ancak terapi süreci boyunca danışan, bu yükü taşıyabilecek bir güce ulaşmış olur.

Bir de terapistin kaçınmaması gereken bir durum vardır: Hastasına gerçeği söylemek ve onu kendi gerçeğiyle yüzleştirmek. Bunun yanında, hastanın yaşadıklarında ne kadar pay sahibi olduğunu konuşmak da önemlidir. Böylece, danışanın sürekli suçu başkalarına atma eğiliminden kaçınması ve kendi sorumluluğunu fark etmesi de sağlanır.

Özgüven mi, Narsizmin Cilalanması mı?

Birine “Sen çok değerlisin” demek, onu gerçekten değerli hissettirir mi? Yoksa bu, yalnızca bir narsistik cilalama mıdır?

Bu konu, özellikle çocuk terapilerinde ve süpervizyon süreçlerinde sıkça tartışılır. Özdeğer duygusu, gerçekçi bir temel üzerine inşa edilmezse, kişiye sahte bir özgüven kazandırabilir. Örneğin, oyun terapisinde terapist çocuğa sık sık bilerek yenilerek (pedagojik yenilgi) onun kendisini “becerikli” hissetmesini sağlayabilir. Ancak bu bir tür hiledir. Gerçek beceri yerine, çocuğa bir illüzyon sunulmuş da olur. Bu tür hileli oyunlarda çocuk hiçbir zaman kendi oyun gücünü/becerisini ölçemeyecektir. Büyük ihtimalle arkadaşlarıyla onadığında da yenileceğinden terapist güvenilir biri olmaktan çıkacaktır.

Bu hile, çocuğa gerçek özgüven kazandırmayabilir; yalnızca hile yapma konusunda ustalaşmasını sağlayabilir. Terapiste karşı sahte bir özgüven göstererek, kendisini güçlü hissettirme oyununa katılır. Oysa özgüven, ancak gerçeklik sınavından geçerek oluşur. Ortalama zekâya sahip birine sürekli “Sen çok zekisin” demek, ona gerçek bir özgüven kazandırmaz. Hayat ona er ya da geç gerçekliği gösterecek ve bu çelişki, özgüvensizlikle sonuçlanacaktır.

Bu nedenle, terapinin işlevi kişiyi sahte bir illüzyona kaptırmak değil, onun kendisiyle dürüst olmasını sağlamaktır.

Psikolojide Bilgi ve Deneyimin Farkı

Günümüzde, psikologların psikolojik rahatsızlıkları ve fenomenleri uzun uzun açıklamaları, o sorunların çözümü için yeterli değildir. Eğer bilgilenmek psikolojik sorunları çözebilseydi, halk eğitim kursları veya televizyon dersleriyle herkesin sorunları çözülebilirdi.

Psikanaliz, pedagojik ya da didaktik bir bilgi aktarım süreci değildir. Bireyi yeni ve farklı bir deneyime davet eder. Psikoloji yalnızca bilgiye dayalı bir disiplin değil, aynı zamanda insanın kendisini deneyimleyebileceği bir alan olmalıdır.

Öğrencilerime psikoanalitik eğitimi verirken fark ettiğim bir şey var: Psikolojik bilgiyi öğrenmek, bazen kişinin kendi sorunlarını gizleme konusunda daha usta hâle gelmesine neden olabiliyor. Bilgilenmek, kişinin savunma mekanizmalarını güçlendirebilir ve onun içsel direncini artırabilir. Bu yüzden terapi, yalnızca bilgilenmek değil, başka bir şekilde ilişkilenmeyi öğrenmektir.

Bilinç düzeyinde gerçekleşen değişimler, her zaman bilinçötesini etkilemez. Çünkü bilinçötesinin kendi mantığı ve işleyiş biçimi vardır. Freud’un “derinlemesine çalışmak” dediği şey de tam olarak budur: İnsanlara, kendi gerçeğini gösterebilmek.

Terapi, Bir Nasihat Kurumu Değildir

“Size yük olan şeylerden kurtulun. “Sizi üzeni bırakın.” Bunlar kulağa hoş gelen cümleler olabilir ama terapi bu değildir. Anne ve babalar çocuklarına nasihat ederek sorunlarını çözebileceklerine inanırlar. Oysa hepimiz defalarca bu tür nasihatleri duymuşuzdur ve genellikle etkisiz olduklarını biliriz. Bu yüzden insanlar terapiye gider.

Çünkü terapi, bir hakikat dayatma yeri değildir. “Hakikati bilen” biriyle konuşmak isteyen, bir hocaya ya da bir mürşide gidebilir. Ama terapist, hakikati değil, bireyin kendi gerçeğini keşfetmesini sağlamaya çalışır.

Son olarak, psikoloji yalnızca bir bilgi disiplini değil, bireyin kendi deneyimini yaşayarak anlamasına imkân tanıyan bir alan olmalıdır.

Sakalsız bir oğlanın tragedyası… Son sözü şairler söylemeli… Ölüler konuşmazmış… Ölmeden önce Arkadaş Zekai Özger söylemiş: bir gün elbette/zeki müreni seviceksiniz/ (zeki müreni seviniz).

Devam edecek…