Okyanusya’da bir 'Mahalle' ya da Kötülüğün İktidarı
Josef Hasek KILÇIKSIZ
"Bilinç hiçlikten öncedir ve kendini, varlıktan devşirir." J. Paul Sartre
Birbirini tanıyan bilen, başkasının yardımına koşan, birbirini koruyup kollayan insanların yaşadığı mahalle miti acaba arkasında nasıl bir şey saklıyor?
Mahalle, iktidar-taraftar/merkez-çevre ilişkisinde periferiyi temsil eder.
Kapalı devre sosyallik, bir kabilenin olabileceği kadar sosyalliktir. Mahalle farklı olana vahşi bir "aynılıkçılık" dayatan bir aynılıklar kalabalığıdır. Mahalle bu bakımdan erki yeniden üreten, «Big Brother»’ın uyukladığı mikro sosyalliğin alanıdır.
Mahallelinin her türlü algı operasyonuna olumlu cevap vermesinin nedeni aidiyet bunalımıdır. Bu çapraşık durum, siyasiler ile mahalleli arasında kurulan klientalist (müşteri) ilişki nedeniyledir. Müşteri olarak görülen ve kendisiyle alışveriş ilişkisi kurulan mahalleli, hak/hukuk ihlallerine, belgeli yolsuzluklara, ahlaki ve vicdani suçlara, yalan dolana, kayırma, iş kapısı ya da sosyal yardımlar karşılığında gözlerini kapar. Mahallelinin siyaseten sınıfsallaşamamasının nedeni işte bu girift, klientalist ilişkidir. Bu bakımdan, mahalle aslında sınıfsızlarla aidiyetsizlerin barınağıdır.
Bu müşteri ilişkisinin başat karakterini mahalle topografyası içine yerleştirdiğinizde, oradan aynı şekilde düşünen, başka mahalleden olanı dışlayan, tek tip görünüşü ile insanları robotlaştırmaya bir adım daha yardım eden "kabadayıdan" başka bir şey elde edemezsiniz.
Kabadayı, mahalle kavramına hâkim olması gereken iyimser havanın içine yedirilmiş bir olumsuzlamadır. Kabadayı, namus bekçiliği yapmak, vatan-millet-sakarya güzellemeleriyle muhalif herkese karşı kin beslemek, örf, adet ve gelenekler çığırtkanlığı yaparken "karı kıza gitmek" gibi ahlaki kriz anlarından oluşan bir çelişkiler toplamdır. Bu yönüyle faşizan kitle mobilizasyonunun baş kışkırtıcısıdır.
Türkiye’de «mahalle» kültürünün derin sosyal kökleri bulunuyor. Son Bekçi yasasına da yansıyan, bekçinin çarşılarda, park ve bahçelerde, yürüme, gezinti ve eğlence alanlarında uygunsuz bulduğu her türlü davranışa müdahale edebilir duruma gelmesi, "fuhuş yapıldığından şüphe edilen yerler" şeklinde ifade edilen görev tanımının soyutluğundan hız alan yetkilerini İslami mahallenin erk aracılığıyla seküler mahalleye müdahalesi olarak okumak gerekir. Bu tür düzenlemeler mahalle kültürünün siyasi iktidar aracılığıyla sürdürülmesine ilişkin örnekler olarak göze çarpıyor.
Türkiye’de herkes sadece kendi mahallesi ve kendi kabilesinin dertleriyle dertleniyor. Başka mahalledeki faşizan uygulamalar diğer mahalle sakinlerinin umurunda değildir.
Başka mahallenin derdiyle dertlenmek kötülük iktidarının affedebileceği bir şey değil zaten. Kimliği veya aidiyeti fark etmeksizin haksızlığa ve zulme uğrayan herkesin derdiyle dertlenen evrenselci bir mahalle kültürü ne yazık ki Türkiye’nin siyasi geleneğinde bulunmuyor. Bu paradoksu peşin siyasi reçetelerle açıklamak gerçekten zor.
Halkını; onların dışındaki gerçek dünyadan kopararak, kendi yalanları ve efsanelerine tutsak eden, diktatörlüğün çok ötesinde sanal ve yalanlar üzerine kurulu bir ülke yaratan büyük biraderin yönettiği bir ülkedir Okyanusya. Thomas More'nin "Ütopya"sı ve Campanella'nın "Güneş Ülkesi"ne sosyolojik bir karşı sav, bir karşı ütopya niteliğinde olan Orwell'in 1984 'ü (Okyanusya) kalbi, beyni ve ruhu mengene gibi sıkan, bireyin üzerine çöreklenip nefes alma olanağı bile tanımayan bir karabasandır. Bu yönüyle de Türkiye’nin siyasi gerçekliğiyle yakın benzerlikler taşıyor.
Okyanusya belleksiz muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı önemli bir uyarı niteliğindedir. Orwell bu distopyasını cahiller kalabalığı (Türkiye’deki muadili mahallelinin kabadayısı) olmadan kurgulayamazdı. Zira mahalle iktidar proto-faşizminin üretildiği laboratuvar niteliğinde bir mekândır.
Okyanusya’da insanlar kişiliksizleştirilmiş ve korku kültürünün egemenliği altına girmişlerdir. Orada düşünmek, sorgulamak, eleştirmek kavramları sözlüklerde kalmıştır. Birey en doğal hakkı olan yaşama güvencesinden bile yoksundur. Bu durum insanları korkak, tepkisiz, kişiliksiz yapmıştır.
Büyük Birader ve Partisi üç temel slogan altında Okyanusya’yı baskı altında inletmektedir: Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik (Cehalet) Kuvvettir.
Yazarın çizdiği portrenin kalbindeki karanlık dünyaya eskisinden daha çok aşinayız şimdilerde. Çünkü savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillikse güçtür. Çünkü Büyük Birader’i çok sevdik.
İnsanların tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi her şeyi yuttuğu ve yuttuklarından geriye bir şeyin kalmadığı derin agoni içinde cahil ama mutlu bir toplum bu. Cehaletin olumlandığı, protagonistinin ise kahraman mertebesine yükseltildiği bir toplum. Her yerde kameralar, polisler, yalan veriler, sindirilmiş ve kandırılmış (kanmaya yatkın) bir toplum. Böylesi bir toplumda iktidarın konsolidasyonu daha çok kelimesel, kavramsal, yani söylemsel düzeyde gerçekleşir. Çünkü dilleri kontrol edilmiş insanların düşünceleri de rahatlıkla kontrol altına alınabilir.
Toplumun yalan ile kurduğu ontolojik bağ ruhbilimin incelemesi gereken bir olgu. Bir an için böylesi bir toplumda yaşadığınızı hayal edin. Nefes alamadığınızı, âşık olmadığınızı, düşüncelerinizin zamanın diplerine hapsolduğunu ve cehalet nedeniyle hiç kimsenin bunların ayırdına varmayacağını düşünün. Varoluşunuzun bile sorgulandığı karabasan bir sosyallik bu.
Orwell, insanı yarattığı kâbus senaryosunun, o çıkmazın içine başarılı bir şekilde sürükler. Ona totaliter düzeninin karanlığını hissettirir. Hayvan Çiftliği’ne kıyasla faşizan düzene daha sert bir eleştiri yöneltir. Distopyası kitabının sonunda bu cümleyle kalın bir umutsuzluk konturu kazanır: "Eğer geleceğe ait bir kare istiyorsan Winston, her zaman bir botun insan suratını ezdiğini düşün."
Risk analizleri, gittikçe karmaşıklaşan toplumu kontrol ederek beklentiler ve beklenebileceklere dair belirsizliği azalttı. Korona krizi ise bize tam tersini öğretti: Beklenmedik olanın yaklaşık kesinliğini.
Bir hindi her gün beslenir ve buradan tümevarımsal şu kuralı türetir: Eğer bugün yiyecek alırsam, o zaman ertesi gün de alırım. Tabii Şükran Günü'nünde kesileceğini hesaba katmadan.
Salgın hastalıklar dönemseldir. Bir başlangıçları ve bir sonları vardır. Bu özellikleri, "sondan sonra her şeyin bittiği" yanlış algısına yol açar. Bu durumda normalliğin sürekliliği yanılsamasından bahsedilebilir. Oysa normal durum, normal olmayan olayların sürekli, ardıl dizisinde sadece kısa süreli bir "mutlu" dönemdir.
Ülkemizde "demokratik" kısa soluklanmalar, "totaliterlik virüsünün" de dönemsel bir salgın olduğunu hissettirebilir. Ancak bu iyimser beklentinin ömrü, demokratik gelenekleri olmayan toplumlarda bir hindinin öngörüsü kadardır.
Türkiye’de Orwell’in dıstopyasına yakın iktidar düzeneğine mitolojik bir arka plan oluşturan "anıtsal yanlış anlamalar" da mevcut. Geçmişin sözde kahramanlarına anıtlar dikmek ve onların adanmışlıklarına saygılı bakışlar fırlatmak gerçek tarihin mitlerle ikamesinden başka nedir ki? Bu yıllar boyunca geçmişle başa çıkmanın doğru bir yolu olarak kalabalıklara kanıksatıldı.
Oysaki bu sözde kahramanlar böyle bir tarih yazılımı olmadan bir hiçtirler; "iktidarsız" varlıklardır. Biz onlara bir aidiyet krizi yüzünden ihtiyaç duyarız, onlarsa, başka bir meziyetleri olmamaları yüzünden, varlıklarını kanıtlamak için bize ihtiyaç duyarlar. İşte anıtsal tarihçilik denen aldatının zımni suç ortakları cehalet, aidiyet ve kimlik krizi yaşayan mahallenin kabadayısıdır. Kötülüğün devamlılığı için de böyle suç ortaklarına ihtiyaç var.
Kötülüğün iktidarı, en büyük düşmanı olan vicdana karşı ölümcül bir saldırı halinde. Ülkemizde Kötülüğün İktidarının hangi intikam saikleriyle hareket ettiğini anlamak gerçekten çok zor. İnsanları tüm siyasi, etnik, siyasi ve sosyal kimliklerinden soyarak sadece iyi ve kötü insanlar olarak ele alırsak, iyileri yok edip, gerisini devlette işlevsel kılmak Kötülüğün iktidarının ülkemizde ulaştığı boyutları açıklaması açısından önemlidir.
Sartre’ye, göre insanın özgürlüğü insanın özünden önce gelir ve insanın varlığı ile özgür oluşu arasında bir fark yoktur.
"Gerçeklerle baş etmenin en iyi yolu hayal kurmaktır." der Oruç Aruoba. Hangimiz çocukken anlatılan masalda başkahraman olmadık. Canavarlarla savaşıp kötü cadının kaybedişini içimizde beliren zafer duygusuyla izlemedik ve kötülerden alıp iyilere vermedik ki? Masal bizim gerçek olmasını dilediğimiz büyülü dünyadır.
Mahalle denen erk topografyasının içine, Okyanusya’nın başkentine "iyiliğin masalını" yerleştirelim. Çok istersek o masal gerçek olacak. Çünkü insan bir imkânlar sonsuzluğudur, kendini "varlık" kılmanın dayanılmaz zorunluluğuyla yaşar.
Yağmur sonrası gökkuşağı belirdi binaların ardında.
Dünyada, yalnızca fikirleri uğruna dahi olsa, kendileri olmanın, özgürlüğün, insan olmanın onurlu bedelini her an, her türlü baskıya direnerek göğüsleyen herkesin mücadelesine saygıyla.