Leyla Zana'dan çözüm süreci çağrısı: Dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor

Leyla Zana'dan çözüm süreci çağrısı: Dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor
Leyla Zana, "Sayın Cumhurbaşkanı 'süreci dondurucuya kaldırdım' diyor. E artık miadı geçmek üzere, bence dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor" dedi.

Artı Gerçek - Kürt siyasetçi Leyla Zana, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çözüm sürecine dair açıklamasını hatırlatarak çağrıda bulundu.

Erdoğan'ın 8 Ekim 2015'teki, "Ben çözüm süreci kaldırılmıştır demedim, şu aşamada buzdolabına konulmuştur dedim. İşler yoluna giderse, süreç yeniden gündeme gelir" sözlerini hatırlatan Zana, "Artık zamanı ötelemeye, ertelemeye tahammül kalmadı, anlatabiliyor muyum?" dedi.

Fotoğraf: Gazete Duvar

Uzun süre önce köyde yaşamaya başlayan Leyla Zana, Gazete Duvar'dan Vecdi Erbay'ın sorularını yanıtladı. Zana'nın bazı sorulara verdiği yanıtlar şöyle:

Uzunca bir süredir Leyla Zana'nın siyasetle ilgili bir demecine rastlamadık. Siyasi bir ortamda da göremedik. Bu süre içinde önemli gelişmeler oldu, seçimler yapıldı. Sanırım benim gibi birçok kişi bu süre içinde Leyla Zana’nın neler yaptığını merak ediyordur. Leyla Zana neden susmayı tercih etti?

Öncelikle karşılaşmamızdan memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum. Her ne kadar birçok gazeteciden yıllardır röportaj teklifi gelse de nereden başlamam gerektiğini ve neler söylemem gerektiğini şimdi, şu an siz karşımdayken düşünmeye başlıyorum. 2015 yılında siyasal bir deprem yaşadık. Özellikle hendekler sürecinde gerçekten siyasal muhataplığın durduğu noktaya vardık. O süreçte kitle ile yüz yüze geldiğimizde verecek hiçbir cevabımızın olmadığını da gördüm. Susmamın nedenlerinden biri budur. Halklarımıza ve Kürt halkına karşı mahcubiyetten dolayı sustum. Yüzlerce insanın hayatını kaybettiği bir süreç yaşandı. Bir genç arkadaşımız bana, ‘bizim sokak hırsızlarımız bile bu hendeklerde öldürüldü’ demişti. Hepsi genç çocuklardı. Binlerce insan evinden, yurdundan, toprağından oldu. Bu insanlar nereye göç etmek zorunda kaldı? Beslenebiliyorlar mıydı? Barınabiliyorlar mıydı? Kimse bunlarla ilgileniyor muydu? Güç getiremedik, elimden bir şey gelmedi ve bu beni kahrediyordu.

Toplum bir cevap bekliyor ve sen cevap olamıyorsun. Bu durum benim yedi yıllık bir yas süreci yaşamama neden oldu. Çok derinden yaralandım. Hayat seçimlerden ibaret değil. Sadece seçimler döneminde kitle siyasetçinin aklına geliyorsa bu sorunludur. Sonuçta toplum sana bir sorumluluk yüklemiş ve onun sorunlarıyla ilgilenmek durumundasın. Duyarlı olmak durumundasın. Ona sahip çıkmak durumundasın. Sahip çıkamadık. Sahip çıkamadığımız için de kendi iç dünyamda bir siyasal deprem yaşadım diyebilirim. Halen Sur’u görmüş değilim. Gidip göremiyorum. Kendimi hazır hissetmiyorum.

Az önce bir yas sürecinden söz ettiniz. Yanı sıra bir küskünlük de var mı?

Hayır, bu dava bütün kişiliklerden çok daha büyük, çok daha kapsamlı bir dava. Davaya küsülür mü? Davaya küstüğün zaman kendine küsmüş olursun. Küskünlük, kızgınlık değil. Toplumun sorunlarına cevap olamadığınızda, o zaman ‘kime, neye hizmet ediyoruz’ sorusuyla karşılaştım. Ve uzun süre bu soruları kendi kendime sordum. Ne yapabilirdik de yapamadık? Halen yeterince bir açıklık getirildiğine inanmıyorum. Tamam, sistem bütün şiddetiyle Kürtlere her boyutta saldırıyordu. Senin inkarın üzerine kurulu bir sistem var. Ama biz kendimize ne kadar sahip çıktık? Bu tuzağa nasıl düşebildik? Kişisel görüşüme göre bu bir tuzaktı. Tehlike neden öngörülemedi? Bakın, şu anda İsrail ile Filistin'e baktığımızda, biz bunu 2015'te yaşamışız. Tarihin hiçbir döneminde cesetlerimiz 7 gün cadde üstünde, sokakta kalmadı. En zor süreçlerde bile gidip kemiklerimizi toplayıp getirebildik. Ama Taybet Ana'nın cenazesi 7 gün sokakta kaldı ve çocukları bile gidip alamadı. Cizre'de küçücük bir çocuğu annesi alıyor, dondurucuya koyuyor. Dondurucu kelimesini her duyduğumda o anı yaşıyorum. Bir anne çocuğunun vücut bütünlüğü bozulmasın diye kalkıp dondurucuya koyuyorsa çaresizliğinden, bu hepimizin ayıbıdır. Bütün bunlar beni derin bir sorgulamaya götürdü.

2013'te bir çözüm süreci başlatıldı. Sonra akamete uğradı, masalar devrildi, mesele daha zor bir yere doğru evrildi. Siz sürecin içinde olan bir siyasetçiydiniz. Ne oldu o dönem? Masa neden devrildi?

2006'da diplomatik çalışmalar kapsamında Norveç'e davet edildim. “Kürt meselesinin çözümüne nasıl katkı sunabiliriz” diye soruldu. Uzun tartışmaların ardından temelde iki noktanın altını özellikle çizdim. İlki; çatışan kesimlerin bir masa etrafında toplanması, diğeri de Kürtlerin bir araya gelmesi. Çünkü Kürtler dağınıkken ne Türkiye’nin demokratikleşmesine ne de kendilerine katkı sunabilirler. Her parçanın mutlaka özgünlükleri vardır. O özgünlükleri göz önünde bulundurarak ortak paydalarda bir araya gelmeleri ve gelen fırtınayı göğüslemeleri gerekir. Bunlar 2009'a kadar belli ölçülerde hayata geçti. 2009'da garantörlük sorunu çıktı, çünkü Türkiye “sadece Kürtlerle bu işi hallederim” dedi ve maalesef o diyalog süreci de akamete uğratıldı.

2012’de o zamanın Başbakanı Sayın Erdoğan'la bir görüşme gerçekleştirdik. Sayın Beşir Atalay da oradaydı. Ne düşünüyorsam ifade ettim: “Bu sistemin kara delikleri yama usulüyle kapanmaz. Siz başbakanken bu anayasanın artık bir biçimde değişmesi lazım. Utançtır, 12 Eylül faşist rejiminin diktiği deli gömleğini artık bu toplumun boynuna zorla geçirmeyin.” Kürtlerin muhataplığı konusuna da geldik. Ben döndüm dedim ki “Şu anda sizin dışınızda kim AK Parti'ye güç getirebilir? O zaman bu çatışma sürecini sonlandırmak için kim neyi yaratmışsa onunla oturacaksınız. Sayın Öcalan orada... Kendisiyle oturup konuşmalısınız. Kürtlerin temsilcileri var. Onu da yasal zeminin içerisinde, birbirinden ayrıştırmadan, birbirine karşıt pozisyona getirmeden, bütünlüklü olarak ele alıp bu sürecin altından ancak kalkabiliriz.

Her kesimi bu sorunun ortağı haline getirmelisiniz. Sadece iktidar partisi ya da sadece bizim bir kesimimizle bu sorun halledilecek bir sorun değil. Herkesin sorunu çünkü. Eğer demokratikleşme sağlanamıyorsa bu sorundan kaynaklı. Eğer faşizm bu kadar kök salıyorsa bu sorundan besleniyor. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe faşizmin önüne geçemezsiniz. Rant bu kadar yüksek derecede gündemde ise kaynağında bu sorun yatıyor. İnsan hakları ihlalleri bu yüzden bitmiyor.” Hatta dedim ki, “Sayın Başbakan, 8 tane polis bir vatandaşı dövemez.” Dedi ki, “Leyla Hanım 8 polis değildi.” “Hadi 5 olsun” dedim…

Görüşmede sorunun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğini de anlattım: “Taktiksel değil, stratejik olarak yaklaşın bu soruna. Stratejik yaklaşırsanız Türkiye'nin de önü açılır. Dünyanın Türkiye'ye ihtiyacı var, Türkiye'nin de dünyaya ihtiyacı var. Bizim de birbirimize ihtiyacımız var. Biz bu coğrafyanın sahiplerinden biriyiz. Siz dünyaya açılmak zorundasınız.” Daha bir sürü şeyi kendisine ifade ettim ve muhatabın kim olduğunu açıklıkla söyledim. Muhatap bellidir. Ortadoğu'ya en çok kafa yoran Sayın Öcalan'dır.

Ne dedi?

Onu şimdilik açmayalım. 2013’teki süreç pek çok açıdan tarihsel bir fırsattı. Yalnızca Kürtler için değil, Ortadoğu halkları için de öyleydi.

Şartları olmuştur mutlaka.

“Silahlar bırakılsın” dedi. Dedim ki, “Gerçekçi değil. Neye dayanarak bırakacaklar? Bir projeniz var mı? Bu insanları nereye getireceğiz? Nerede konumlandıracağız?” O kadar net konuştum.

Erdoğan’ın başbakan olması sistemin taktiği miydi?

Ümmetçi anlayışı denemek istediler. Kürtler de zaten bu ümmetin bir parçası. Tekrar özgünlüklerinden ve özelliklerinden arındırarak, sadece inanç bağlamında buraya bağlayabilir miyim? Bunun hesabını yapar sistem. “Sizin burada oturmanız bile bu hesabın sonucudur” dedim. Çünkü her şey denenmişti, bir tek ümmetçilik denenmemişti. O da denendi. 2014-2015'den bu yana uyguladıkları politikanın sonucu da bu. Acaba biz korkutarak, yok ederek, cezaevine atarak Kürtleri tekrar sindirebilir miyiz? Bir 100 yıl daha geri çekebilir miyiz? Küçük hesaplar. Daha büyük düşünsene!

2013'teki barış süreci aslında biraz sizin talep ettiğiniz şekilde ilerledi. Çünkü bir akil insanlar heyeti kurdular. Türkiye'nin her tarafına gittiler, görüştüler. Kandil'le, siyasi partililerle, cezaevleriyle, diasporayla her tarafla görüşmeler yapıldı. Şimdi hep sorulan soruya geldik. Süreç neden bozuldu?

Bu sorunu Öcalan’sız ve Erdoğan’sız çözmek isteyenler, bu işi kendi aramızda çözeriz diyenler oldu. Dünya kadar risk göğüsleyeceksiniz ve kimileri sizleri bu işin dışında bırakarak yol almak isteyecekler. Kabul eder miydiniz? Zor. Bu kadar net. Bunu ilk defa duyuyorsunuz değil mi? Bunu bazılarının yüzüne vurduğum için bu rahatlıkla söylüyorum. Kişilerin adını vermeyeceğim. AKP'nin içindekiler bana dediler ki, “Biliyor musunuz sizinkiler Öcalan’ı dışlamak için bu süreci bozdular.” Ben de döndüm dedim ki, “Ben başka bir şey daha biliyorum. Siz de Erdoğan'sız bu işi götürmek istediğiniz için süreç bozuldu.” Tek bir cevap alamadım. Karşımdaki sustu.

Peki ama Erdoğan o zaman güçlüydü, hâlâ çok güçlü. Buna nasıl izin verebilirdi ki?

Hatırlayalım, 7 Haziran 2015 seçimlerinde Erdoğan ilk defa Meclis’te çoğunluğu kaybetti. Çözüm süreci yaşanan sıkıntılara rağmen sürüyordu. İddia ediyorum ki, tekrar seçime gitmeyi engelleyecek bir formül yaratılabilseydi, Türkiye'deki vicdanlı, duyarlı kamuoyu, demokratik güçler, Kürtlerin bir kısmı ve Erdoğan, güvenlikçi zihniyete karşı durabilselerdi süreç farklı gelişebilirdi. Sürecin bozulmasında Milli Güvenlik Kurulu kararlarının mutlaka etkisi olmuştur ama sadece MGK kararlarıyla bozulduğu tek başına yanıt olamaz. Bu sorunu çözebilmek için iktidar gücü önemliydi. O zaman da söylemiştim, “İkinci bir seçime (1 Kasım 2015) gidersek korkarım ki 90’ları arar hale geliriz.” O dönem dirsek teması kurulmaya çalışıldı ve Erdoğan’la görüşüldü. Ama artık çok geçti.

Nasıl bir dirsek teması?

Bilmiyorum. O kadarı da araştırmacılara kalsın. Bu sürecin aydınlanmasını ben de isterim.

Sürecin bozulmasıyla ilgili AK Partililerden de DEM Partililerden de karşılıklı suçlamalar duyuyoruz. Ama sürecin bozulma gerekçeleriyle ilgili neredeyse somut hiçbir şey öğrenemiyoruz. Hep kamuoyundan bir şey gizleme çabası var sanki?

İnanın iki parti arasında ne konuşulduğunu bilmiyorum. Ben daha çok Güney Kürdistan Bölgesi’ne endeksli bir diplomatik çalışmayla sınırlandırıldım. Bilmiyorum yani ne konuşuluyordu. Rutin heyet görüşmelerinde yer almadım. Yalnızca, en son görüşmemizde, Sayın Öcalan'ın Dolmabahçe Mutabakat metnine ilişkin eleştirileri oldu.

O metin kötü müydü? Öcalan yetersiz mi bulmuştu?

Dolmabahçe buluşması kamuoyu açısından anlamlı ve önemliydi. Metnin içeriği ve hazırlık aşamasına dair detaylara vakıf değilim.

Öcalan meseleyi çözer miydi? Böyle bir gücü var mıydı?

Tabii ki vardı. Hâlâ da var. Sorunu en iyi bilenlerdendir. Çünkü sonuçta bu devasa hareketi en az 40 yıldır ayakta tutan onun öngörüleridir. Onun fikriyatıdır. Şimdi Kürt hareketi denilince Türkiye’de akla sadece çatışma geliyor. Halbuki bunun kültürel, felsefik boyutu var. Bunun bir örgütleme düzeyi var. Bunun çağdaş yaşam biçimi vardır. Yani Kürtlerde bir rönesans gerçekleşti. Bir görüşmede dedi ki “Ben devrim yapamadım.” “Hayır, başarılısınız” dedim. “Sovyetler Birliği'nde devrim yapıldı. Proletarya diktatörlüğü kuruldu. Ama 70 yıl dayanabildi. Ama siz zihinsel devrimi yaptınız. Bunun en somut ve çarpıcı örneği de Kürt kadınıdır” dedim. Öyle deyince gülümsedi. “Öyle mi düşünüyorsun” diye sordu, “Evet, öyle düşünüyorum” dedim.

Tartışıyordunuz bazı meseleleri, değil mi? İmralı’ya sadece talimat almaya gitmiyordunuz yani?

Tabii ki. Kendisinin bu konuda çok saygın bir yaklaşımına tanık olduk. “Benim adıma şunu yapın demem. Ama kendi halkın adına ne yapmak istiyorsan serbestsin. Halk adına yapın” diyordu.

Öcalan bu işi çözebilirdi, kararlıydı, niyeti oydu diyorsunuz. Erdoğan'da da böyle bir kararlılık hissetmiş miydiniz? Meseleyi çözmeye hakikaten istekli miydi? Çünkü bu konuda Kürtlerin büyük kuşkuları gözlemleniyor.

Öcalan, “En görkemli savaş bile barıştan daha değerli değildir. Çünkü savaş çürütür. Barış süreci ise büyütür” diyordu. Eksik şeyler olabilir ama çaba gerekiyor. Yıkım kolaydır ama inşa çok zordur. “Adım adım gideceğiz” dedi. Peki, iktidarın tümü stratejik yaklaşıyor muydu? Demin ifade ettim, orada da aynı bizdeki kafa karışıklığı vardı. Her şeyi seçime endeksleyerek konumlandılar ve böyle bir tabloyu Türkiye halklarına reva gördüler.

Çözüm süreci Erdoğan’ın inisiyatifi dışında mı bitti?

Sayın Cumhurbaşkanı “süreci dondurucuya kaldırdım” diyor. E artık miadı geçmek üzere, bence dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor. Zaman kaybetmeden... Ama görülüyor ki böyle bir çabaları yok. Artık zamanı ötelemeye, ertelemeye tahammül kalmadı, anlatabiliyor muyum?

Ortadoğu'nun geneline baktığımızda koşullar bunu herkese dayatıyor. Kürtlere de dayatıyor, Türkiye Devleti'ne de dayatıyor. Hayat dayatıyor, toplumun beklentisi oradan çıkıyor. Kürtler ölüme aşık değil. Kürtlerin devleti yıkmak gibi bir yaklaşımları yok zaten, bir hak arayışı var, yok sayıldığı için bir biçimde direnmek zorunda kalıyor. Devlet açısından baktığımızda, borçları artık milyar dolarları çoktan aştı. E bu borcu nasıl ödeyeceksin? Barış hâkim olsa bu topraklar kimi beslemez? Hiç Ukrayna'dan buğday, mercimek almana gerek yok. Bir diyalog geliştirsen, sağlıklı bir iş birliğine gitsen Avrupa'yı da ısıtabilecek kaynaklara sahibiz… İktidarı ve muhalefetiyle enerji, zaman ve kaynaklar buna harcanmalı. Bu sorun herkesi yakmaya başladı.

Sağlığınız nasıl?

İyiyim.

Hep köyde misiniz?

Köydeyim.

Ne yapıyorsunuz köyde? Nasıl geçiyor bir gününüz?

Günlük hayatın tümüne güç getirmeye çalışıyorum. Hayata sitem etmektense hayatın hakkını vermek en güzelidir, en doğrusudur. Hayatın hakkını vermeye çalışıyorum. Farklı ırklardan bütün dünya halkları kütüphanemde yan yana. Zaman zaman kütüphaneye bakıp, ne güzel kardeşçe yan yana duruyorlar, diyorum. Hepsi farklı düşünüyor, hepsi farklı renkte, hepsi farklı bir çığlık atıyor, ama birbirlerini oradan düşürmüyorlar.

Ne okuyorsunuz? Daha çok roman mı, siyaset mi?

Biyografiler daha çok ilgimi çekiyor. Tarihi de seviyorum.

Ne okuyorsunuz şu an?

Şu anda Tanıl Bora’nın hazırladığı Demirel'in biyografisini okuyorum. Önemli bir kitap çünkü bir tarihe ışık tutuyor.

Köyde yaşamaktan sıkılmıyor musunuz? Çünkü yapı olarak da karakter olarak da cevval bir insansınsınız. Sizin gibi bir insan hep bir şeyler yapmak ister sanki. Böyle evde oturacak, evden siyaseti takip edecek bir insan değilsiniz gibi geliyor bana.

Şimdi benim şöyle bir yapım var. Ben karar verme süreçlerini çok zor yaşarım. Kolay kolay karar vermem. Ama karar verdiğim zaman da onunla mutlu olmasını bilirim. Emin olun hiç sanki mevkii makam sahibi olmamışım, dünyayı gezmiş biri değilmişim gibi rahatım. Kendimle barışığım bu konuda. Ama doğru, bazen bana da tuhaf geliyor. Hiçbir şey yapmamışım, görmemişim, yaşamamışım gibi bir iç dinamizmine sahibim. Zamanım olduğunda hemen kitaba sarılıyorum. Orada farklı hayatları görüyorum, farklı sesleri duyuyorum. Duygusal olarak da zihinsel olarak da doyuyorum.

Sizi ne çıkarır köyden peki? Ankara'ya ne götürür?

Umarım ihtiyaç olmaz. Bilmiyorum ne götürür beni… Halklarımızın çıkarı beni götürür. Başka hiçbir şey beni götürmez. İhtiyaç duyulursa, duyulmazsa zaten herkes kendi yolunda. Umarım o boşluk olmaz.

Öne Çıkanlar